HİKMET ve ADALET

Davud aleyhisselâm zamanında çalışmadan, eziyet çekmeden helâl rızık isteyen bir adam vardı. O yoksul adam, gece gündüz feryat etmekte, Allah’tan eziyetsiz, zahmetsiz, çalışmadan helâl rızık istemekte; her akıllı ve ahmak adamın yanında, daima şöyle dua etmekteydi: “Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızık, bir servet ihsan eyle! Mademki beni tembel yarattın, rızkımı da tembellik yolundan, çalışmadan, didinmeden ihsan et! Tembelim ben, varlık âleminde senin ihsan ve cömertliğinin gölgesinde  yatmış, uyumuşum. Tembeller ve zahmetsizce yaşamaya alışmış olanlar için galiba başka türlü bir rızık takdir etmişsin ki, onlara çalışmadıkları hâlde rızıkları geliyor. Kimin ayağı varsa gider rızkını arar; ayağı olmayan, çalışacak hâli bulunmayansa yanıp yakılır, durur! Bulutu yeryüzüne sürdüğün gibi rızkı da o mahzun kişinin yanına götür! Yeryüzünün ayağı olmadığından cömertliğin, bulutları ona doğru iki kat hızla sürer, götürür. Çocuğun ayağı olmadığı, henüz yürümeye başlamadığı için, anası başı ucuna kadar gelir; nimet ve ihsanlarını yağdırır. Yarabbi, Senden zahmetsizce, yorulmadan, ansızın gelecek bir rızık istiyorum. Zaten yalvarıp yakarmadan ve istekten başka bir çalışmam da yok!”

Birçok zaman sabahtan akşama, akşamdan da kuşluk çağına kadar bu duâyı eder dururdu. Halk da onun sözlerine, yersiz istek ve ısrarına güler ve: “Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını başından aldı?” derlerdi. “Rızık, zahmet çekmek ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder. ‘Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin… Evlere kapılarından girin’ denmiştir. Şimdiki zamanın Hakk elçisi, buyruk sahibi ve sultanı, nice sanat ve hünerlere sahip Davut Peygamber’dir. Dostun inayetleri onu seçmiş ve bu kadar naz-ü naime sahip olduğu halde yine de çalışıyor. Mucizelerin haddi hesabı yok, ona ihsan dalgaları, birbiri üstüne gelip duruyor. Hazreti Âdem’den bu zamana kadar öyle güzel sesli kimse gelmedi. Her vaazında iki yüz kişi ölmekte… Güzel sesi insanları candan etmekte. Aslanlar, ceylânlar vaazına gelmekte… Ne onun bundan haberi var, ne bunun ondan (aslan ve ceylanlar birbirlerinden habersiz kalırlardı)! Sesine dağlar da ses veriyor, (eşlik ediyor) kuşlar da. Onun, bunun gibi ve daha yüzlerce mucizeleri var. Yüzünün nuru, cihetlere sığmıyor, bütün cihetleri de kaplamış. Bunca yücelikle beraber ALLAH, onun bile rızkını çalışmadan vermiyor. Rızıklanması çalışmasına bağlı. Bunca yücelikle beraber zırh yapmadıkça, zahmet çekmedikçe rızkı gelmiyor. Hâlbuki sen böyle bayağı ve perişan bir halde kalmış, evinin bucağına kapanmış, felekzede olmuş gitmişsin. İşte böyle bir zavallı, ticaret yapmaksızın eteğini kârla doldurmak istiyor. Böyle bir şaşkın, gökyüzüne merdivensiz çıkarım diyor.”

Birisi alaya alıp “Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi” demekte; öbürü gülüp “Sana gelenden bize de hediye ver” diye alay etmekteydi. O ise halkın bu kınama ve alayına hiç aldırış etmez, duayı niyazı azaltmazdı bile. Sonunda şehirde böyle tanındı, boş ambarda peynir aramakta diye şöhret buldu. Bu haliyle darb-ı mesel oldu ama yine de bu istekten bu niyazdan vazgeçmedi.

Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp inleyerek bu çeşit dua edip dururken, birdenbire evine doğru bir sığır koştu. Boynuzu ile kapıya vurup kilidi kırdı. Küstahçasına eve girdi. Adam hemen sıçrayıp sığırı bağladı. Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti. Derisini yüzsün diye çabucak kasabı çağırmaya gitti. Meğer o sığır kasabın imiş.

Sahibi sığırı görünce “Ey karanlıkta benim sığırımı aşıran, borçlusun bana sen. Neden onu kestin be ahmak hilebaz, nerede insafın?” dedi. Adam, “Ben Allah’tan rızık istiyor, kıblemi niyazımla süsleyip duruyordum. Eskiden beri edip durduğum dua müstecâb oldu. Benim rızkım idi, tutup kestim, işte cevap” dediyse de, o hışma geldi, yakasına sarıldı, sabredemedi, yüzüne de birkaç sille vurdu. “Ey zalim ahmak, saçma sapan lafları bırak azgın herif!” diyerek onu çeke çeke Davud Nebi’nin huzuruna kadar götürdü. “Aklını başına al, kendine gel! Bu ne çeşit dua? Âlemi bana da güldürme, kendini de maskara etme!” diyordu.

Adam “Ben Hakk’a dualar etmişim, bu tazarru’ içinde nice kanlar yutmuş, zahmetler çekmişim. Yakînen biliyorum ki dua müstecâb oldu. Ey hitabı kötü olan, var, başını taşa vur” dediyse de…Davacı adam “Ey Müslümanlar, toplanın da bu herifin yavelerini (saçmalarını) duyun! Ey Müslümanlar, ALLAH için söyleyin… Dua nasıl olur da benim malımı onun yapar? Eğer dua ile mal ele geçseydi bütün âlem dua eder, mal, mülk sahibi olurdu. Dua ile ele bir şey geçseydi kör dilenciler de yücelirler, bey kesilirlerdi. Onlar da gece gündüz dua ediyorlar, Ey Hudâ bize mal, mülk ver diyorlar. Sen vermezsen kimsecikler bir şey vermez. Ey kapalı kapıları açan, bize ihsan kapısını da aç, derler. Fakat bir dilim ekmekten başka ellerine bir şey geçmez” dedi.

Halk da, “Bu Müslüman doğru söylüyor. Bu dua satan, zalim bir adam. Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Bu, şeriatte görülmüş bir şey mi? Ya paranla bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar yahut vasiyet eder (miras bırakır) yahut da gönlünden kopar da sana verir. Aksi halde bir şeye sahip olamazsın. Bu yeni şeriat hangi kitapta? Sen ya o sığırı ver, ya hapse git” demekteydi.

O, gök tarafına teveccüh etti ve dedi ki: “Yarabbi, bizim vâkıamızı Senin gayrin bilmez. Gönlüme o duayı ilham eden de, gönlümde yüzlerce ümit belirten de Sensin! İlâhî, o duayı beyhude etmedim; Yûsuf gibi rüyalar görmüş idim.” “Yûsuf, güneşle yıldızların, huzurunda kullar gibi secde ettiklerini gördü. O rüyaya itimadı olduğu için, kuyuda da onun zuhurunu bekliyordu, zindanda da. Ondan başka, ne kölelikten derdi vardı, ne ‘Züleyha meselesinde’ az çok kınanmaktan! Rüyası, mum gibi gözünün önünde yanmakta, onu aydınlatıp durmaktaydı.” Yusuf’u kuyuya attıkları zaman taraf-ı Îlâhî’den nidâ geldi. “Ey yiğit, bir gün padişah olacak ve ettikleri bu cefayı yüzlerine vuracaksın.” Bu nidânın kâili gözle görünmez ama gönül, kâili eserinden tanır. O nidâdan bir kuvvet, bir rahat, bir huzur canının ta ortasına düştü. O nidâ-i Celîl sebebi ile, kuyu, Halîl üzerine olan ateş gibi gülşen oldu.  Gayri ne cefâ ki ona erişirdi, o kuvvetle neşeyle karşılar idi. Nitekim ‘Elestü bi Rabbiküm’ hitabının zevki de öyledir ve her müminin gönlünde tâ mahşere kadar devam eder. Bu sebeple ne belâya itiraz ederler ne de Hakk’ın emir ve nehyinden sıkılırlar.

Adam dedi ki: “Yâ Râbbi! Bu cürümden dolayı, o hilekâr bana kör diyor! İblisçe bir kıyas! Ben ne vakit  duayı körcesine ettim; Hâlîk’tan gayrisine ihtiyacı arz ettim? Kör, cehli dolayısıyla halktan umar; ben ise yalnız Senden! Zîrâ her müşkilin kolaylığı Sendendir. Asıl kör kendisi ki beni kör saydı, canımın niyazını ve ihlasını görmedi! Benim bu körlüğüm, aşk körlüğüdür. Ey güzel, “Kişiyi sevdiği şey, kör ve sağır yapar.”  Bu körlük, o körlüktür. Hudâ’dan başkasına körüm ki müşâhede-i Îlâhî’de (gönül) gözüm açıktır. Aşkın muktezası da budur. Yâ Râb, Sen ki Basîr’sin, beni körlere katma! Ey Lütfunun etrafında dönüp durduğum! Yusuf-u Sıddıyk’a gösterdiğin rüya ona dayanak olduğu gibi lütfunla bana gösterdiğin rüya da hadsiz hesapsız dualarım da beyhude olmadı. Fakat halk benim sırlarımı bilmez de sözlerimi hezeyan sanır. Hakları da var. Gayb sırrını, sırları bütünüyle bilen ve ayıpları tamamıyla örtenden başka kim bilebilir?”

Hasmı dedi ki: “Ey amca, neye yüzünü göğe çeviriyorsun? Bana dön de doğruyu söyle! Hilekârlık ediyor ve halkı aldatmak istiyorsun; aşktan, kurbetten dem vuruyorsun. Madem ki (haram yiyecek kadar) kalbi ölmüş birisin, hangi yüzle yüzünü göklere çeviriyorsun?”

Bu hâdise yüzünden şehre bir velveledir düştü. O Müslümansa, “Ey Hudâ, bu kulunu rüsvây etme! Eğer fena isem de sırrımı aşikâr etme!” diye niyaz etmekte, yüzünü yerlere sürmekteydi.

Vaktaki Davut Nebî dışarı geldi ve dedi: “Ahvâl nedir, nasıl oldu?

Müddei (iddia eden) dedi ki: “Ey Allah’ın nebisi, adalet! Sığırım, bu adamın evine girmiş; o da onu kesmiş. Ona sor, neden kesmiş, söylesin.”

Davut ona dedi: “Ey kerem sahibi, niçin muhteremin mülkünü telef ettin? Sakın lafı dolaştırma, delilini getir ki bu dâva halledilsin” dedi.

Dedi: “Ey Davut, yedi yıldır gece gündüz dua etmekte, Hudâ’dan, helâl ve zahmetsiz bir rızık istemekte idim.  Erkek kadın, herkes feryadımı bilir; çocuklar bile macera vasf ederler idi. Kime istersen sor, derhal söyleyiversin. Bu eski abalı yoksul neler söyler idi diye halktan hem gizli sor, hem de aşikâre…

Bu cümle duadan ve figandan sonra ansızın evime bir sığır girdi. Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi diye… O gaybı bilen duamı kabul etti diye şükür için  hemen oracıkta onu kestim.”

Davut aleyhisselam dedi : “Bu sözleri yıka, dâvana şer’i delil getir. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde bâtıl bir sünnet koyayım, kötü bir âdet bırakayım? Bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Niçin mahsul alıyorsun, ekinci misin? Ey amca, kazanç elde etmeyi de ziraat gibi bil! Sen ekmedikçe ürün senin olamaz. Ektinse, ektiğini biçersin; senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun kat’i olur. Git, müslümanın malını ver, eğri söyleme! Borç al, ver; bâtılı isteme!” dedi.

Dedi ki, “Ey Şah, zulüm sahiplerinin söylediğinin aynını söylüyorsun bana!”

Secde etti ve dedi: “Ey kalbimdeki yanışı bilen, o şu’leyi Davud’un kalbine de at! Sır ile gönlüme düşürdüğünü, onun gönlüne de düşür, ey ihsan sahibi Rabbim.”

Bu sözleri söyledikten sonra hıçkıra hıçkıra ağladı. Öyle ki, Davud’un gönlü yerinden oynadı.

Dedi ki: “Ey sığırı dâva eden, bana bugün mühlet ver ve bu dâvayı eşme. Tâ ki ben halvet tarafına gideyim, sır biliciden namazda bu ahvâli sorayım! Namazda o iltifata alışmışım; “Namaz gözümün nurudur” sırrı zuhur eder; bu benim huyumdur. Derûnî safâmdan dolayı ruhumun penceresi açılır da oradan  Hudâ’nın nâmesi vasıtasız erişir. Nâme, yağmur ve nûr madenimden, hakikatimden gelir, penceremden evime düşer. Penceresi olmayan ev cehennem gibidir.

Ey kul, dinin aslı, pencere açmak ve oradan tevhid ve hidayet ziyası alarak kalbi aydınlatmaktır.

Gayret baltasını o manevi pencereyi açmak için vur…”

Davut, kapıyı kapayıp acele mihraba ve duayı müstecâb tarafına gitti. Hakk ona işin hakikatini tamamıyla gösterdi de cezaya layık kimdir, kısasa layık adam hangisidir, vakıf oldu. Ertesi gün bütün hasımlar geldiler, Davud Peygamber’in huzurunda saf vurdular. Müddei yine aynı davayı tekrarladı, ağır sözler söyledi.

Davud ona dedi: “Sus, bu dâvayı bırak, sığırı bu müslümana bağışla!” dedi. Ey civan, mademki Hudâ, senin sırrını örttü; git süküt et de onun bu Settar’lığına şükret” dedi.

Adam dedi ki: “Vâveylâ, bu nasıl hüküm, ne biçim adalet? Benim için yeni bir şeriat mı koymak istersin. Oysa adaletin âleme yayıldı da yer, gök güzel kokulara büründü. Kör köpeklere bile bu sitem vaki olmadı. Bu haksızlıktan taş da yarıldı, dağ da!” “Ey ahali, vakit zulüm vaktidir, gelin de görün!” diye bağırıyor; açıktan açığa ağır sözler söylüyordu.

Davud ona dedi ki: “A inatçı, malının hepsini ona bağışla. Yoksa işin çok şiddetli olur! Sana söyledim; tâ ki ona mahsus olan zulmün zahir olmasın!”

Adam, bu söz üzerine başına topraklar serpip elbisesini yırtarak “Her an zulmü ziyade ediyorsun” dedi ve bir müddet kınamaya devam etti. Davud onu tekrar huzuruna çağırıp dedi ki: “Ey bahtı körleşmiş, mademki talihin yok, senin zulmün yavaş yavaş zuhura geldi. Pislenmiş olduğun halde yine başköşeyi gözetip duruyorsun ha! Senin gibi bir eşşeğe çerçöple saman bile yazık… Beyhûde feryat etme, yürü, çocukların da onun kölesidir, karın da! Artık fazla söylenme!”

İki eline taş almış, göğsünü dövmekte, bilgisizliğinden, bir aşağı, bir yukarı gidip gelmekteydi. Onun yaptığını bilmeyen, işin iç yüzüne vakıf olmayan halk da kınamaya başladı.

Saman çöpü gibi hevâ ve heves elinde oyuncak olan, zalimi mazlumdan nasıl fark edebilir? Zalimi mazlumdan ayırt eden, zulümkâr nefsinin boynunu vurmuş kişidir. Yoksa içten içe nefse zebun olan kişi, deliliğinden mazlumlara düşman kesilir.

Mazlumu öldürücü, zalime tapıcı avâm, pusudan köpek gibi Davud aleyhisselamın karşısına sıçradı. Ona teveccüh edip “Ey bizim üzerimize seçilmiş olan nebi-i muhtar!  Senden bu lâyık değildir, zîrâ bu açık bir zulümdür. Sebep yokken bir günahsızı kahrettin” dediler.

Dedi: “Ey dostlar, onun zamanı erişti ki, gizli olan sırrı zahir ola! Hepiniz kalkınız, tâ ki dışarıya gidelim de o gizli sırra vakıf olalım. Filân ovada büyük bir ağaç vardır, dalları gürdür, birbirleriyle birleşmiştir. Kol budak salıvermiş, geniş bir yeri kaplamış, kökü de yere yayılmıştır. İşte o ağacın kökünden bana kan kokusu geliyor. O latîf ağacın dibinde kan vardır. Bu uğursuz, orada efendisini öldürmüştür. Şimdiye kadar Hudâ’nın hilmi onu örttü. Fakat bu kaltaban, şükürsüzlüğünden,  efendisinin çoluk çocuğuna ne baharlarda bir şey verdi, ne bayramlarda. O  muhtaç biçarelerin hal ve hatırlarını bir lokmayla olsun arayıp sormadı; eski hakları aklına bile getirmedi. Bu mel’ûn şimdi de bir sığır için onun oğlunu yere vuruyor. Günahtan perdeyi kendi kaldırdı; yoksa Hudâ, onu örttü idi.

Kâfir ve fâsık bu zarar devrinde kendi perdelerini kendileri yırtarlar. Can sırları arasında zulüm gizlidir, onu halkın önüne koyan zalimdir. Bakın bana, der; boynuzlarım var benim; açıkça görün cehennem sığırını!”

El ve ayak, isyan ve zulüm sahibine (bu dünyada da) şahitlik eder. İyi veya kötü itikadını gizleme, açığa vur diye gönlündeki şey, kendi bâtının başına dikilir. Özellikle öfke ve gıybet zamanında, sırrını en ince ayrıntısına kadar açığa çıkartır. Zulüm ve cefa: “Ey el ve ayak, beni açıkla!” diye galebe çalınca, sırrın şahidi, özellikle coşku, öfke ve kin zamanında buna nasıl dirensin?

Sırrın sancağını sahraya dikmek için böyle bir memur atayan, mahşer gününde de diğer memurları atamaya kadirdir.

Ey zulüm ve düşmanlığa on elle sarılan! Özün ortada senin, tanığa gerek yok! Zararda meşhur olmana gerek yok! Basiret ehli, ateş gibi yakıcı olan içine, özüne vakıftır. Nefsin, beni görün, ben nâr ashabındanım (ateş ehliyim), diye her an yüzlerce kıvılcım saçar. Ben, ateşin cüz’üyüm (parçasıyım), küllüme (aslıma) dönüyorum. Nur değilim ki Hazret tarafına gideyim.

Nitekim hak tanımaz bu zalim, bir sığır için bunca hilelere girişti. Hâlbuki o, efendisinden yüzlerce sığır, yüzlerce deve almıştı. Bir gün bile Hudâ’ya yüz tutup ağlamadı, inlemedi. Ağzından bir kerecik olsun aşkla, dertle “Yâ Râbbi” sözü çıkmadı. “Allah’ım, düşmanımı hoşnut et. Ben bir ziyankârlıkta bulundum ama sen onu kâra tebdil eyle” bile demedi.

Vaktaki şehirden çıkıp o ağaca doğru gittiler, dedi ki, “Onun elini arkasına sıkıca bağlayın! Tâ ki onun günahını ve zulmünü izhar edeyim, adl bayrağını sahraya dikeyim!”

Dedi: “Bre köpek, bunun ceddini öldürmüşsün; sen kölesin, efendi olmuşsun. Efendiyi öldürüp malını götürdün… Hakk Teâla, halini âşikâr etti. Senin kadının, onun cariyesi imiş; bu efendiye o da cefa göstermiş idi. (Onunla bu kötü işi yaptın.) Ondan erkek, dişi ne doğduysa hepsine mirasçı bu adamdır. Çünkü sen bir kölesin, çalışıp çabalarsın, eline geçen onundur. Şeriat mı istedin, al sana şeriat!

Efendini ‘sakın yapma’ diye yalvarta yalvarta burada öldürdün. Gördüğün korkunç bir hayalden dolayı korktun… Aceleyle bıçağı da adamcağızın başıyla beraber toprağa gömdün. İşte başı da şuracıkta gömülü, bıçak da. Haydi, kazın şurasını! Bu köpeğin adı da bıçakta yazılıdır. Efendiye işte böyle bir hilede, böyle bir zulümde bulundu.”

Yeri kazdılar, bıçağı da bulup çıkardılar. Kesik başı da! Halka bir velveledir düştü. Hepsi de belindeki inkâr kuşağını, zünnarlarını kestiler.

Ondan sonra hak sahibine “Gel buraya ey hak sahibi, bu yüzü karadan hakkını al” dedi. Aynı bıçakla o adamın da kısas edilmesini emretti.

Kim ne hile ve zulum yaparsa yapsın, ALLAH’ın ilminden, mekrinden ve adaletinden kurtulabilir mi hiç?

ALLAH’ın hilmi, bazen zâlim ve katilleri gizler ve cezasını geciktirse de, zulüm haddi aşınca iş değişir, meydana çıkar.

Kan uyumaz yani gönüllere onu araştırmak, müşkülü halletmek merakı düşer. ALLAH’ın adaleti, şunun, bunun gönlünden zuhur eder durur. “Filân ne oldu, hali nedir, kim öldürdü acaba?” “Falanın durumu nasıl?” diye topraktan ekin fışkırır gibi onun bunun gönlünden meraklar fışkırır.

Gönüllerdeki bu meraklar, bu araştırmalar, bundan bahsetmeler, hep o kanın kaynamasıdır.

Mesnevi-i Şerif