Samimiyet tarafından yazılmış tüm yazılar

MÜ’MİNİN KALBİ

Bilesiniz ki, Kalb, Sübhan ALLAH‘ın komşusudur. Onun mukaddes zatına ondan daha yakın bir şey yoktur. İster mü’min olsun; isterse asi olsun ona eziyet etmekten (onu incitmekten) sakınınız. Zira komşu, asi olsa dahi himaye altındadır. Sakınınız, bundan çok sakınınız. Zira küfürden sonra, kalb eziyeti kadar Sübhan ALLAH’a eziyet vermeye (incitmeye) sebep olan bir günah yoktur. Çünkü o, Sübhan ALLAH’a pek çabuk ulaşır.

Halkın tümü, Sübhan Hakk’ın kullarıdır. Kölelerden hangisine olursa olsun vurmak ve ihanet etmek, onun efendisine eziyet vermeyi gerektirir.

Yüce Mevlâ’nın şanını düşünmek gerek. O, Mutlak Malik’tir. Onun halkında ancak emir buyurduğu kadar tasarruf edilir. Bu emredilen miktar, eziyet kısmına dahil değil, yüce ALLAH’ın emrine imtisaldir (yapışmaktır).

Meselâ, bekâr olarak zina eden kimsenin haddi (şer’i şerifte) yüz değnektir. Bu yüzün üstüne bir tane artırılırsa, zulüm olur ve eziyete dahildir.

Bilesiniz ki kalb, mahlukatın en faziletlisi ve en şereflisidir. Nasıl ki insan, âlem-i kebirin (büyük âlemin) hülasası ve onda olan her şeyi kendisinde toplaması (cem’iyyeti) sebebi ile mahlukatın en faziletlisi ise, insanda olan her şeyin kendinde toplanmış olması sebebi ile kalb de aynı şekildedir. Onda üstün manada cem’iyyet ve hülasa olma vardır. Zira bir şeyin hülasa olma durumu ne kadar çok ve cem’iyyeti de ne kadar fazla olursa yüce ALLAH’ın zatına yakınlığı o kadar çok olur.  

İnsanda bulunan şeyler, ya halk âlemindendir, yahut emir âleminden… Kalbe gelince, bu iki âlem arasında berzahtır / vasıtadır.

Yükseliş mertebelerinde insan latifeleri, asıllarına doğru/kadar yükselir. Meselâ, önce suya yükselir; sonra havaya, sonra ateşe, sonra letaifin asıllarına, sonra kendisinin terbiyesine gelen cüz’i isme… Daha sonra da, onun küllisine… Daha sonra da ALLAH’ın dilediği yere kadar yükselir.

Kalb ise böyle değildir. Zira onun yükseleceği bir aslı yoktur. Bilakis yükselişi, kendisinden Zat-ı Teâlâ’yadır. Sonra kalb, gayb hüviyetinin kapısıdır. Ne var ki, anlatılan tafsil olmadan (açıklanan mertebelere uğramaksızın) yalnız kalb yolundan vuslat çok zordur. Ancak o tafsili itmam ettikten (tamamladıktan) sonra, vuslat müyesser olur.

Görmez misin ki, onda bulunan bu cem’iyet ve vüs’at (genişlik), anlatılan tafsilli mertebeleri aştıktan sonra olmaktadır.

Buradaki kalbden maksat da, geniş manası ile ve câmi olan kalbdir. Bilinen et parçası değildir.

Mektubat-ı Rabbani

EN`ÂM SÛRESİ’nden

(Habibim!) Eğer Biz sana kağıtta (yazılı) bir kitab indirseydik de ona kendileri elleriyle dokunsalardı, elbette küfürlerinde inat edenler yine: “Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” derlerdi.7

O’nun üzerine bir melek indirilmeli değil miydi?”, dediler…

Eğer bir melek inzal etseydik (indirseydik) iş bitirilmiş olurdu… Sonra kendilerine mühlet verilmezdi. 8

Eğer O’nu bir melek kılsaydık, gene de O’nu elbette bir recul (adam suretinde) yapardık da onları düşmüş oldukları iltibasa (şüphe ve tereddüte) gene düşürürdük. 9

***

O kendilerine Kitab verdiklerimiz var ya, O’nu (Hazreti Rasûlullah’ıkendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar… Nefslerini hüsrana uğratanlar, işte onlar îman etmezler. 20

ALLAH üzerine yalan uydurandan yahut O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zâlim kimdir?.. Şu muhakkak ki zâlimler felaha eremez. 21

Cem’ian onları haşredip, sonra da şirk koşanlara “zannettiğiniz ortaklarınız nerede?” dediğimiz gün. 22 Sonra onların “Rabbimiz olan ALLAH’a yemin olsun ki biz müşriklerden olmadık” demelerinden başka bir fitneleri olmaz. 23

Kendi nefsleri aleyhine nasıl yalan söylediklerine ve uydurdukları şeylerin nasıl da onlardan kaybolup gittiğine bir bak. 24

Onlardan seni dinleyenler vardır… Biz Onu anlamalarına engel kalblerinin üstüne perdeler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk… Her ayeti görseler yine onlara îman etmezler… Hatta sana geldiklerinde seninle tartışırlar da… Kâfir olanlar şöyle derler: “Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değil”. 25

Onlar hem Ondan engellerler hem de Ondan uzaklaşırlar…

Ancak kendi nefslerini helâk ediyorlar, ama şuurunda değiller. 26

(Resûlüm!) Nar (ateş) üzerinde durduruldukları vakit: “Keşke geri döndürülsek, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve mü’minlerden olsak” dediklerini bir görsen. 27

Hayır; önceden gizliyor oldukları kendilerine zahir oldu (karşılarına çıktı)…

Eğer geri döndürülseler elbette nehyolunduklarına (kendilerine yasak edilen şeylere) geri dönerlerdi… Şüphesiz ki onlar yalancıdırlar. 28

Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka (hayat) yoktur… Biz, bir daha ba’solunacak da (diriltilecek de) değiliz”. 29

Rableri huzurunda durduruldukları vakit bir görsen!..

Hak değil miymiş bu, Dedi…

“Evet, Rabbimize kasem olsun”, dediler…

O halde, inkâr etmenizden dolayı tadın azabı, buyurur.30

ALLAH’a lîka(kavuşma)’yı yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğradılar…

Nihayet o saat ansızın kendilerine geldiğinde, günah yüklerini sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle dediler: “Orada ki taşkınlığımızdan dolayı vay hasretimize (eyvah bize)!”…

Dikkat edin, yüklendikleri ne kötüdür!. 31

Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir… Muttakîler/sakınıp korunanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır…

Halâ akletmeyecek misiniz?. 32

Ayet-i Kerime Mealleri

KÜFRE SEBEP OLAN SÖZ ve FİİLLER

İmanın zıttı olan küfrün en kısa tarifi şöyledir: Şüphe, cehalet ve inat gibi sebeplerle iman edilmesi gereken şeylerin birini veya hepsini; küçüğü yada büyüğünü inkâr etmek/kabul etmemek ve şer’an tâzimi / hürmet edilmesi vacip olan şeyleri tahkir ve tahkiri / hakir görülmesi vacip olan şeylere de tâzim etmektir.

Din-i İslâm-ı Mübin’in kat’i bir hükmünü kabul etmemek veya inkâr etmek, kesin bir helâlini haram veya kesin bir haramını helâl saymak küfre sebep olduğu gibi o hükümleri hafife almak veya onları değersiz ya da gereksizmiş gibi gösteren itikat, söz ve fiiller de küfre sebeptir. Çünkü bu gibi söz veya fiillerde ya bir ayet-i kerime veya bir hadis-i/sünnet-i şerif ve yahut da ümmetin icmâı ile sabit olan bir hükmün inkârı veya tahkiri ya da tahfifi / hafife alınması vardır. Bu, ister söz ile olsun ister ima ve hareket ile fark etmez. İster muhtevasına inanarak olsun, ister muhtevasına inanmadan sırf eğlenmek için olsun yine aynıdır; iki şekilde de küfre sebeptir. Zira bu, Dini hafife almış olmanın veya tahkir ediyor olmanın bir tezahürüdür.

Âlimlerin çoğunluğuna göre, küfre sebep olan şey zaruret olmaksızın ve isteyerek yapılsa fakat küfür kast edilmese veya küfür olduğu bilinmese de sonuç değişmez, küfür olur. Çünkü küfre düşüren sözler ve fiiller ile ilgili ilimlerin öğrenilmesi farz-ı ayn olduğu için böyle önemli bir meseleyi bir Müslümanın bilmemesi ya da öğrenmemesi mazeret değil ayrı bir suçtur, günahtır.

Bilmemenin mazeret sayılması ise sadece yeni Müslüman olmuş ve söz konusu hususları öğrenecek bir zamanın geçmediği durumlar ile bilinmesi herkes tarafından mümkün ve zaruri olmayan haller ve dini bilgilerin öğrenilmesi kolay olmayan diyarlarda geçerli olabilir.

Örneğin, bir kimse, faizin, zinanın, içkinin haram olmadığını veya namazın, orucun farz olmadığını söylese küfre düşer. Çünkü bunlar gibi zaruriyat-ı diniyyeden olan ve hemen her müslüman tarafından bilinen hükümleri bilmemek mazeret değildir. Buna mukabil, her müslümanın bilemeyeceği, bilinmesi ancak ilim ehline mahsus bir mevzuda hak olanın aksini savunmak küfre sebep olmaz. Bununla birlikte, o mevzunun hakikati izah edildikten sonra yine de aynı fikirde ısrar edilmesi küfre sebep olur.

Söyleyeni küfre götüren sözlerin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ile söylenmesi gerekir. Başka söz söylemek niyetinde iken yanlışlıkla ağızdan küfür sözü çıkıverse bu söz küfür olmaz. Hata ile söylenen bu çeşit sözler küfre sebep olmasa da,  yine de tövbe-istiğfar edilmesi daha doğrudur.

Küfre sebep olan sözü, hata ederek, yanılarak veya te’villi olarak söyleyen veya küfre sebep olduğu ehl-i sünnet âlimleri arasında ihtilaflı olan bir sözü bilerek söyleyen küfre girmezse de imanını tazelemesi iyi olur.

Kişinin kalbine bazı küfür sözleri gelse de bunları tasdik etmese ve dile getirmese, bu durum onun imanlı olduğunun göstergesidir. Vesveseye kapılmadan, o sözlerin peşinde sürüklenmeden onları kalbinden def etmeye çalışır.

Küfre sebep olan sözler, tehdit, zor ve baskı altında ve zorlama tam ise -öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi gibi- kalbiyle tasdik etmeden dili ile zoraki söylense, küfür olmaz.

Küçük olsun büyük olsun, işlenen günah helâl veya güzel ya da basit görülmedikçe ve haramlığı da inkâr edilmedikçe küfre sebep olmaz. Ancak günahta ısrar etmek, ısrarla günaha devam etmek küfür üzere ölmenin sebeplerindendir.

Küfre düştüğü kesin olan kişinin daha evvel yaptığı ibadetleri silinir; tövbe eder ve İslâm’a yeniden girerse yapmış olduğu haccını iade etmesi; evli ise, nikâhını yenilemesi gerekir.

Küfür olduğu kesin olan bir şeyi bir kimse söyler veya öyle inanırsa, o halden tövbe edip dönünceye kadar, o kimsenin ne namazı, ne orucu ne de başka ibadeti asla kabul olunmaz.

Tövbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek yeterli değildir. Küfre sebep olan şey ve itikattan da tövbe etmesi gerekir.

Mü’minler hakkında hayır sanıda/hüsn-ü zanda bulunmanın gereği olarak, her ne zaman küfre sebep olan bir mesele vuku bulsa; o meselenin iki veya daha çok veçhi/manası olsa; bunlardan çoğu küfre sebep gözükse de bir veçhinde küfür manası olmasa; meseleye, küfre sebep olmayan tarafla söylenmiş olabileceği gözüyle bakmak gerekir. Fakat söyleyenin niyeti, küfre sebep olan mana ise birinin onu hayra yorması ona fayda vermez.

Bir hadis-i şerifte “Kim kardeşine küfür isnat ederse, ikisinden biri mutlaka kâfir olur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” buyrulur.

Bu sebeple İmam-ı A’zam rahmetullahi aleyh der ki “Kendime, kimsenin küfrüne fetva vermemeyi lazım getirdim.”

Erenler Yolu

FELSEFE ve DEİZM

Nimetlerini üzerimizden esirgemeyen, bizleri İslâm’a hidayet eyleyen ve Ümmet-i Muhammed’den kılan ALLAH’a hamd olsun.

Peygamberler, Âlemlere Rahmettir.

Hakk Sübhanehu, onların bi’seti (Peygamber olarak vazifelendirilmesi) ile bizim gibi aklı noksan, idrâki kısa olanları Zatından ve Sıfatlarından haberdar etti; Zatı ve Sıfatları ile ilgili kemalâtlara, fehimlerimizin ölçüsünce bizleri muttali eyledi. Razı olduğu şeylerle, razı olmadığı şeyleri ayırt eyledi. Dünyevî ve uhrevî menfaatlerimizi (yararımıza olanları) mazarratlarımızdan (zararımıza olanlardan) ayırdı. Şayet onların mübarek vücudları olmasaydı; beşeri akıllar, Yüce Yaratıcıyı ispatta aciz kalır; onun kemalâtlarını idrâkten yana hepsi kusurlu olurdu. 

Kendilerini akıl sahiplerinin üstünleri sanan eski felsefeciler ise Yüce Aziz Yaratıcının yaratmasını inkâr etmiş; akıllarının noksanlığından dolayı, eşyayı şeylere; her şeyi zamana ve sebeplere bağlamışlardır. 

Ne zaman ki Nebilerin, yerlerin, semaların ve zamanın yaratanı Yüce ALLAH’a davetleri her tarafa yayılıp meşhur olunca, Yaratıcının sübutu (varlığı) hakkında tereddüdü olan o devrin felsefecileri kabahatlarına muttali olup istemeden de olsa Yaratıcı’nın varlığına kâil (ikna) olmuşlar; eşyayı da (her şeyin var olmasını da), o Yüce Zat’a isnad eylemek zorunda kalmışlardır.  

Bu nur, Peygamberlerin nurlarından iktibas edilmiş bir nurdur. Onların (ilim, sohbet ve manevi) sofralarından istifade yollu alınan bir nimettir. Onlara salât ve selâm! Taa kıyamet gününe kadar; hatta ebedlerin ebedine kadar… 

Yüce ALLAH’ın sıfat-ı kâmilesi, enbiyanın gönderilmesi, meleklerin masumiyet durumu, haşir neşir, cennetin ve cehennemin varlığı, daimî azap ve nimet gibi diğer Dinî esaslar da enbiyanın tebliği ile bize ulaşmıştır.

Akıl, bu gibi şeylerin idrâkinden yana kısırdır. Onları ispattan yana da noksandır. O büyüklerden bunları duymadan istikamet bulamaz; kendi başına onların hiç birinde hakikate ulaşamaz. 

Nasıl ki akıl, hislerimizin ötesinde faaliyet gösteriyor ve hislerimizin idrâk edemediğini idrâk edebiliyorsa; aklın idrâk edemediği şeyleri de ancak Nebiler (ve vahiy) vasıtasıyla idrak edebiliriz (edebiliyoruz). 

Bilgi ve marifet için aklın ötesinde bir yol kabul etmeyen kimse, hakikatte nübüvveti inkâr etmekte ve bedahetle (kesin ve zaruri olanla) çarpışmaktadır. 

Nimet Veren Zat’a şükrün vacip olduğu aklen sabit olsa da, o şükrün nasıl yapılacağı ve keyfiyetinin nasıl olacağı ancak Nebiler aracılığıyla bilinebilir. Şu halde Nimet Veren Yüce Zat’a hem inanç ve hem de amel olarak nasıl şükredip tâzim edeceğimizi, bi’z-Zat Kendisinden alıp öğreten Nebilerin varlığı zaruridir.  

O tazim ki Sübhan Zat’ın katından gelmemiş-alınmamıştır; O Yüce Zat’ın şükrünü eda için lâyık değildir. Zira beşerî kuvvet, onun idrâkinden (O’na şükür ve tazimin nasıl yapılacağını anlamaktan) âcizdir. Hatta çok kere ona tazim sayılmayan bir şeyi tazim sanır; şükürden hicve geçer. 

Bu sebeple Yüce Mukaddes Hakkın şükrü ve tazimini bilebilmemizin tek yolu vahiydir; o da Peygamberliğe mahsus, Nebilerin tebliğine hastır.  

Onlara salât ve selâm!..

Evliya için olan ilhama gelince…

Bu da nübüvvet nurlarından iktibas edilmiş (alınmış) olup enbiyaya mutabaat (tabi olmanın) bereketleri ve feyizleri olarak akıp gelmektedir.

***

Şayet akıl bu işte yeterli olsaydı; akıllarını kendilerine önder eyleyen Yunan felsefecileri, dalâlet çöllerinde kalmazlardı. Sübhan Hakkı bütün insanlardan önce bilirlerdi. Halbuki Sübhan Hakk’ın Zatında ve sıfatlarında insanların cehalet cihetinden en şiddetlisi olmuşlardır.  

Şunun için ki: Sübhan Hakkı fariğ (işten elini çekmiş) ve muattal sanmışlar ve bir şeyi (akl-ı faal’i) yaratmanın dışında hiç bir şeyi ona isnat etmemişler; o şeyin var edilmesinin de mecburî olup ihtiyarî olmadığına kail olmuşlardır.  

Kendiliklerinden ‘faal akıl’ diye bir şey yontup (var sayıp) hadiseleri (olup bitenleri) ona dayandırmışlar; o hadiseleri, yerin ve semaların Yaratıcısı’na isnat etmekten kaçınmışlardır. Eseri, hakikî müessirden almışlar, hayali olarak yonttukları bir şeye isnat etmişlerdir. 

Onlara göre: Bu âlemde bulunan hiçbir şeyin ALLAH ile doğrudan bir bağlantısı olmadığı gibi O’nun da hadis varlıklar üzerinde hiçbir müdahalesi yoktur. Malul (sonuç), illet-i karibenin (yakın sebebin) eseridir; illet-i baidenin de (uzak sebebin) bunda tesiri olamaz. 

Cehaletlerinden ötürü, eşyanın (hadiselerin) Sübhan Hakka istinat etmemesini, O Sübhan Zat için kemal sanmışlar; muattal (hiçbir şeye karışmaz) olmayı, onun için tebcil (övgü) zannetmişlerdir. Halbuki Sübhan Hakk, yeri ve semaları yaratması ile Zatını övmektedir.

Bu manada şöyle buyurdu: 

«Meşrikın (doğuların) ve mağribin (batıların) Rabbı..» (73/9)

*** 

Kendi fasit zanlarına (bozuk itikadlarına) göre, Hazret-i Hakk Sübhanehu’ya hem ihtiyaçları yoktur, hem de ilticaları…

Bu durumda, ıstırar ve ihtiyaç vaktinde onlara gerekli olan akl-ı faale müracaat edip işlerin bitirilmesini talep etmektir ama akl-ı faalden kaza-i hacet (ihtiyacı giderme) de tasavvur edilemez. Çünkü yine onların kanaatine göre, o dahi, mecbur ve çaresiz durumda olup ihtiyarı yoktur; dilediğini yapamaz (her şey sebeplerin sonucu olarak meydana gelir).  

Bu durumdakiler için şu âyet-i kerimenin hükmü geçerli olur:

«Küfür ehline gelince, onların Mevlâsı yoktur.» (47/11)

***

Akl-ı faal nedir ki, eşyanın tedbiri ve havadisin (hadiselerin) oluşu ona istinat ettirilsin, dayandırılsın!. Daha kendi varlığı ve sübutu tartışmalı olup hakkında bin türlü söz olan şeye nasıl olur da eşya ve hadiseler dayandırılabilir?  

Akl-ı faalın varlığı ve gerçekliği için gösterilen deliller, vehmi ve felsefî mukaddimelere (açıklamalara) dayanır ki, onlar, İslâmî usullere göre eksiktir; yetersizdir. 

Eşyanın dayanağını Şanı Yüce Kadir Muhtar Zat’tan alıp mevhum (vehim ürünü) bir şeye dayandıran kimse ne kadar da ahmaktır. Hatta eşyanın böyle hayali şeylere isnat edilmesi, felsefî yontmalara dayandırılmış olması, her şeyden önce eşyanın kendisine rüsvaylıktır; hakarettir.  

O kadar ki: Eşya, yok olmaya sevinir ve razı olur da; böyle bir şeye dayandırılma rüsvaylığına; Yüce Sultan Kadir Muhtar’ın kudretine intisap saadetinden mahrum olma korkusundan dolayı razı olmaz. 

Bir âyet-i kerime meali:

«Ağızlarından ne büyük (küstahça) söz çıkıyor.

Yalandan başka bir şey söylemiyorlar» (18/5)

***

Dar-ı harpteki küfür ehli, putlara tapma durumları olmasına rağmen, hal itibarı ile bunlardan daha iyidir. Çünkü bunlar, sıkıntılı durumlarda, Sübhan Hakka iltica etmekte ve putlarını dahi, Yüce Hakk katında vesile olma dışında bir şey yapmamaktadırlar. 

Üstte anlatılandan daha şaşırtıcı olanı ise bir gurup insanın bu kimseleri hikmet ehli (hükema) diye isimlendirmesi ve onların görüşlerini hikmet olarak görmeleridir. 

Halbuki pek çok görüşleri, bilhassa en yüce maksat olan Dinî meselelere dair görüşleri yalandır; Kur’an’a ve hadise muhaliftir, aykırıdır. 

Hal böyle iken, neye göre bu kimselere ‘hükema’ denebiliyor! 

Böyle bir şey onlara, ancak, alay ve maskaralık cihetinden söylenebilir… 

Bunlardan bir topluluk ise riyazat ve mücahede yollarını tercih ettiler. Amma kendilerine Enbiyayı değil de Enbiyaya tabi olanlardan her asırda bulunan yüksek sûfileri öncü kabul etmişler; onların bazı hallerini sadece taklid ederek kendilerinde ortaya çıkan hallere ve vakitlerinin sefasına aldanmışlar. Rüyalarına ve hayallerine itimad etmişler; hayali keşiflerini diğer hallerinde de ölçü kabul etmişler ve böylelikle hem kendileri dalâlete düşmüş hem de başkalarını dalâlete düşürmüşlerdir. 

Yaşadıkları o sefanın, aslında insanı sapkınlığa götüren nefsin sefası (huzuru) olduğunu ve bunun hidayetin ölçüsü olan kalbin sefası (huzuru, sekîneti) ile bir alakasının olmadığını bilemediler; fark edemediler. Çünkü kalbin sefası, Enbiyaya tabi olmaya bağlıdır. Nefsin tezkiyesi de kalbin sefasına ve onun nefsi idare etmesine bırakılmıştır. 

Kıdem nurlarının zuhur yeri olan kalbin zulmette kalmasına rağmen, nefsin tasfiye olduğuna hükmetmek; pusuda bekleyen düşmana (şeytana) yağmalama yapması için yakılan bir kandilden ibarettir.  

Hülâsa… 

Riyazet ve mücahede yolu da tıpkı düşünce ve tefekkür yolu gibidir. Nasıl ki Nebilerin rehberliği dışında akıl ve fikir hakikati bulmamızı sağlayamıyorsa, riyazet ve mücahede de nihaî anlamda ALLAH’a ulaşmamızı sağlayamaz. 

Peygamberler emaneti/bütün ilimleri masum melekler aracılığı ile Hakk Sübhanehu’dan aldığı için onların bilgileri şeytanın müdahalesine karşı korunmuştur.   

Bu manada bir ayet-i kerime meali: 

«Kullarım üzerinde senin hiç bir hakimiyetin yoktur.» (15/42) 

İş bu devlet/nimet, onlardan başka hiç kimseye müyesser değildir, nasip olmamıştır. 

Üstte anlatılan topluluğa ise lâin şeytanın ortaklığından kurtulmak mümkün olmaz. Meğer ki: Bu büyük zatlara (Nebilere) mutabaat hususunda devam edile ve onların izinde gidile..

Onlara salât ve selâm!..

Bir şiir: 

Safa yollarında yürümek imkânsızdır;
Ey Sa’di! Mustafa’ya tabi olmadan. 

Ona ve bütün ihvanınadır, salâtlar ve selâmların en üstünleri…

*** 

Felsefecilerin reisi Eflatun, Îsa ‘aleyhi’s-selâm’ ın bi’seti devletine kavuştu ama onu tasdik etmedi. Yaşadıkları ve bildikleri sebebi ile sandı ki: Kendisinin ona ihtiyacı yoktur. Dedi ki: “Biz hidayeti bulmuş kimseleriz. Bizim hidayete erdirecek kimselere ihtiyacımız yoktur.”

Böylelikle, nübüvvet bereketlerinden ve dahi ahiret saadetlerinden bir nasibe kavuşamadı. 

Bir âyet-i kerime meali:

«ALLAH bir kimseye nur vermemişse, onun nereden nuru olabilir?» (24/40) 

Bir âyet-i kerime meali daha:

«Gerçekten, Resul kullarımıza geçmişte şöyle sözümüz vardır: Onlar muhakkak yardım olunmuşlardır. Bizim ordularımız, mutlaka galiptirler.» (37/171 -173) 

***

Şaşırtıcı bir şeydir ki: Âlemin nereden gelip nereye gittiği hususunda felsefeciler bir uçta, Nebevî tavır diğer uçta yer almaktadır. Zira onlar, âlemin ezeli olduğunu (başlangıcı olmadığını) söylemekle hakikatte ALLAH’a ve âhirete imanı sağlama çıkaramamışlardır. 

Halbuki bütün parçaları ile âlemin sonradan yaratılmış yani hadis olduğuna dair kesin icma’ vardır. 

Onlar, semaların yarılacağına, yıldızların dağılacağına, dağların atılacağına, ırmakların taşacağına kail olmamışlardır. Halbuki, bunların Kıyamet Günü olacağı vaad edilmiştir. Ayrıca onlar, cesetlerin haşrını da inkâr etmektedirler. Bütün bu halleri ile enbiyanın hükümlerine karşı; Kur’an’ın kesin hükümlerine aykırı durmaktadırlar.

***

Onlardan sonra gelen felsefeciler ise kendilerini İslâm zümresinden addetmişler; amma, bu felsefe usullerini olduğu gibi kabul etmişlerdir. Bu halleri ile semaların, yıldızların ezeli olduğuna kail olmakta ve onların fena bulup helake varmayacaklarına (yok olmayacaklarına) hükmetmektedirler. 

Bunların rızıkları (nasipleri), Kur’an’ın kesin hükümlerini tekzib ve dinî zaruriyetleri inkârdır.  

ALLAH’a ve Resulüne iman ederler; amma ALLAH’ın ve Resulünün emirlerini kabul etmezler.

Acaba, bundan daha ileri sefahet olabilir mi? 

Bu topluluğun yaptığı şuna benzer: Bütün ömürlerini öyle bir âlet yapma uğruna harcamışlardır ki; zihni, düşünce ve öğrenme hatasından korusun. Bu hususta da çok tetkikler yapmışlardır. 

Ne zaman ki, en üstün gayeye, ön önemli hususlara geldiler; yani: Yüce Sultan Vacib Zat’a ait ef’al, sıfat ve zat meselelerine; duygularını kaybettikleri gibi koruyucu âletlerini dahi kullanamayıp zayi ettiler.

İşte o zaman, gece körlüğüne dalar gibi dalıp dalıp gittiler. Böylece, dalâlet sahrasında kaldılar. 

Şunun gibi ki: Bir kimse senelerce harp âleti hazırlar; harp zamanı gelince de, duygularını zayi edip o âletleri kullanamaz.

***

Hüccet’ül-İslâm İmam-ı Gazali, El-Münkızü Mîned-Dalâl adlı eserinde şöyle demiştir: 

Felsefeciler; tıp ilmini, astronomi ilmini önceki Enbiyanın kitaplarından aşırmışlardır; Resûlullah Efendimize ve onlara salât ve selâm olsun. İdrâkine aklın varamadığı hususî ilâçları ve göklerle ilgili gizli bilgileri Enbiyaya inzal olunan kitaplardan iktibas etmişler; tehzib-i ahlâkı (ahlâkı güzelleştirme düsturlarını) da, her asırda ve her peygamberin ümmetinde mevcut olan yüksek sûfilerin kitaplarından çalmışlardır; kendi batıl görüşlerini cazip kılmak ve revaçta tutmak için… 

İşte onlar katında muteber olan bu üç ilim de çalınmadır. 

Şimdi… 

Onların ilm-i ilâhî üzerine; zat, sıfat, fiiller ile ALLAH’a, âhirete iman bahislerine ait hüsranlarını bir parça anlattım…

Keza Kur’an âyetlerinin kesin hükümlerine olan muhalefetlerini de… 

Şimdi, kala kala hendese ve benzeri ilimler kaldı.

Bunların da kendine göre çeşidi ve hususiyetleri vardır. Bunlar da tam ve muntazam olsalar dahi, ne kadar lüzumludur? Neden dolayı onlara ihtiyaç duyulur ve âhiret azaplarından hangisi onunla uzaklaştırılabilir? Sonsuz saadete kavuşmada onların payı ne kadardır?

***

Allah-u Teâlâ’nın kulundan yüz çevirmesinin alâmeti odur ki: Kendisini malâyani ile meşgul eder. Her ne şey ki: Âhirette faydalı değildir; bu, malâyani grubuna dahildir.

Dua makamında bir âyet-i kerime meali:

«Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma.. Katından bize rahmet hibe eyle.. Çünkü SEN, hibesi en bol olansın..» (3/8) 

*** 

İnsanlardan bazıları, felsefeye rağbeti çok ve teferruatına da meftun oldukları için felsefecileri de hükema (hikmet ehli) bilirler; (haşa ki) Enbiyaya (onlara salât ve selâm olsun) muadil sanırlar. Hatta onların yalancı ilimlerini önde gördükleri dahi olur: zira felsefelerini doğru görmeleri, Peygamberlerin getirdiği hükümlerden üstün tutmalarındandır. 

Allah-u Teâla, bizi böyle kötü itikatlardan korusun!

Amin! 

Evet…

Bu zümreyi hikmet ehli bildikleri ve ilimlerini dahi hikmet ve hakikat saydıkları için; zarurî olarak bu belâya düçar olmuşlardır. 

Halbuki hikmet, bir şeyi, işin aslına uygun  bilmekten ibarettir.

Hadis-i Şerifte buyurulduğu gibi: “Ya Rabbi! Eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster!”

O ilimler ki hikmete muhaliftir; işin aslına/hakikatına da mutabık (uygun) değildir. 

Hulâsa.. 

Bu zümreyi tasdik etmek ve ilimlerini doğru bilmek; Enbiyayı ve Enbiyanın ilmini tekzip etmeye varır; Onlara salât ve selâm… 

Anlatılan her iki ilim de, nakzedici (birbirine zıt) iki tarafa düşmektedir; birini tasdik etmek, diğerini tekzip etmeye varır. 

Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca: 

Dileyen enbiyanın yolunu tutsun; ALLAH hizbinden ve necat ehlinden olur…

Dileyen felsefecilerden olsun; şeytan hizbine girer ve kaybedip hüsranda kalanlardan olur…

Bu manada, bir âyet-i kerime meali:

«.. dileyen iman etsin; dileyen küfre girsin..

BİZ, zalimlere öyle ateş hazırladık ki: Onun duvarları kendilerini sarmıştır.

Şayet feryad edip yardım isteseler, bir mai yardıma gelir ki: Erimiş bakır gibi olup yüzleri haşlar.

O ne kötü şaraptır ve ne kötü bir dayanaktır.» (18/29) 

*** 

Hüdaya ittiba edip Mutabaat-ı Mustafayı bırakmayanlara selâm!

Ona ve Enbiya-i kiramdan, Melâike-i izamdan bütün Kardeşlerinedir salâtların en tamamı, selâmların en ekmeli…

Vesselam..

Mektubat-ı Rabbânî

 ÜSVE-İ HASENE

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ferman etti ki: Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.
                       Hadis-i Şerif

Gözlerin görmeyip kulakların işitmediği, insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetlerin sergilendiği Cennet’te, dilek ve isteklerin var edilmesi, anında yerine getirilmesi, nimetlerin en azı idi… Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz öyle buyurmuş ve dünya hayatında pek çok örneğini sergilemiş idi…

Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz öyle buyurmuş ve dünya hayatında pek çok örneği sergilenmiş olduğu için, değil sadece Cennet’ten bu dünyadan bile sayısız örnek verilebilir.

Öyle değil mi!

Her şey kudret ve iradesinde olan Yüce Rabbimizin, sevdiği ve razı olduğu kullarının dilek ve isteklerini bu dünyada veya öteki dünyada yerine getirmesine kim ve ne engel olabilir; sevdiği ve razı olduğu kullarını, izni olmaksızın, varlık âleminin en üstün ve şereflileri olan Nebi ve Resullerle ’Salavatullahi ve selamuhu aleyhim ecmain’  kim sınırlayabilir!

Elbette ki hiçbir şey!

Yapan ve yaratan O ‘Celle celaluhu ve celle şanuhu’ olduğuna ve her şey kudret ve iradesinde bulunduğuna göre diler bu dünyada, diler öteki dünyada dilediği anda ve dilediği canda yerine getirir..

İman etmek, kabul etmek, gönülden dua etmek ve severek kulluk etmek güzel kullardan başka kimlerden gelir!…

Her haliyle Cennet ve Ötesine davet edip yönlendiren Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimizin hayat-ı saadetlerinde bu ve her hakikat en fazlasıyla sergilenirken ebedi saadete davet de tam manası ile yerine gelir…

Şöyle ki…

Güzide ashâbı ’Aleyhimü’r-rıdvan’ ile birlikte ikram olarak getirilen pişmiş bir kuzunun etini yiyip kemiklerini kırmadan bir tencerenin içine biriktirdikten sonra bereketli ellerini o kemiklerin üzerine koyan Resul-i Ekrem’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz, kuzunun eski haline dönmesini dilediği duasının hemen peşinden kemiklerin tekrar eski haline dönmesi, Cennet nimetlerine dünya hayatından verilecek örneklerden sadece bir tanesi…

Birlikte yolculuk yaptığı ashabının suları tamamen tükenmiş, dinlenmek ve namaz kılmak için mola verdiklerinde hem içecek ve hem de kullanacak bir damla bile suları kalmamıştı. Her haliyle Cennet güzelliklerini sergileyenin yanına gelip durumu arz ettiklerinde her zaman olduğu gibi yine ellerini saadetle kaldırıp dua etmesinin hemen ardından mübarek parmakları arasından musluklardan aktığı gibi sular akmaya başlaması; yüzlerce kişi içtikten, abdest aldıktan ve su kaplarını doldurduktan sonra da kesilmesi, Cennet nimetlerinin dünya hayatındaki bir diğer nümunesi…

Çağırdığında, toprağı yara yara yanına kadar gelen hurma ağacına “Ben kimim?” buyurduğunda, ağacın: “Sen Allah’ın Resulüsün! Sen Allah’ın Resulüsün! Sen Allah’ın Resulüsün!” cevabını vermesi ve ikinci bir emirle tekrar yerine gömülmesi; istirahat buyurdukları yerde gölge yapmak için bir ağacın gelmesi ve bir başka ağacın ise kuru iken yeşermesi; avucuna aldığı çakıl taşı veya ekmek kırıntılarının ‘Allah, Sübhan Allah’ diyerek tesbih etmesi; mübarek ‘ter’inin Cennet’ten geliyor gibi en güzel kokulardan daha güzel râyiha vermesi ve nurdan bedenleşmiş vücudunun Cennet’te yaşıyor gibi gölge etmemesi; duasıyla, hastaların iyileşmesi, âma gözlerin görür hale gelmesi ve ölülerin dirilmesi; bir parmak işaretiyle gökteki Ay’ın ikiye bölünmesi ve gurub eden Güneş’in tekrar geri dönmesi; Arz’dan Semâ’ya, Kürsi’den Arş’a ve âhiret âleminden en yücelere kadar seyr-ü sefer edip tekrar geri dönmesi ve bütün bunların birkaç dakikalık zaman içerisinde gerçekleşmesi; varlık âlemine çıkış ve öncesinden haşr-ü neşr ve sonrasına kadar geçmiş ve gelecek en önemli hâdiseleri haber vermesi ve sayısız âlemlerde yürürlükte olan düzen ve sistemi en veciz ve sâde ifadelerle beyan etmesi…

Bi’set’ten önce bile, küçük yaşlarda kaçırılıp köle olarak satılan ve dolaylı yoldan alınıp hediye getirilen Hazreti Zeyd’in ’Aleyhimü’r-rıdvan’, ‘en yüce ahlak’ ile müşerref olmasından bir zaman sonra yerini tespit eden ailesinin kendisini almaya gelmesinde, maddi bir karşılık olmaksızın serbest bırakılmış olmasına rağmen, ailesini değil de Efendiler Efendisini tercih ettirecek kadar izah ve idrak ötesi tatlı ve lâhuti bir ahlak ile âlemleri şereflendirmesi…

Onunla Aleyhi’s-selatü ve’s-selâm’ aynı dönemde yaşama ve Onun yoluna baş koyma saadetiyle şereflenen güzide ashabından birinin ’Aleyhimü’r-rıdvan’, düşmanları tarafından şehit edilmeden önce sorulan: “Sen evinde ailenle rahat ve güven içinde, yerinde de Efendinin olmasını ister miydin? sorusuna: “Allah’a yemin olsun ki, benim, evimde rahat içinde olmama karşılık Onun Aleyhi’s-selatü ve’s-selâm’ ayağına bir dikenin bile batmasını istemem” demesi; bir diğerinin ise ’Aleyhimü’r-rıdvan’ “Ona bir diken batacağına, ailem ve çocuklarım burada benim yanımda olsunlar, onu isterim” kelamını dedirtecek derecede muhabbet edilmesi…

Ahiret âlemine intikal haberini alan güzide ashabından birinin felç geçirmesi, bir diğerinin a’ma olmayı başkasını görmemek için dilemesi ve dileğinin yerine gelmesi; bir diğerinin ömrünün sonuna dek her gece Onu Aleyhi’s-selatü ve’s-selâm’ rüyasında görmesi ve bir diğerinin ise, Onsuz yaşadığı seksen yıl boyunca adının anıldığı her keresinde gözlerine hakim olamayıp ağlayacak şekilde sinelere yerleşmesi..

Cennet ve Ötesi’ne yönelenleri, her türlü manevi güzelliği barındıran sohbet-i şerifleriyle en yüksek derecelere erdirirken, Asr-ı Saadet’ten Kıyamet’e dek gelmiş ve gelecek ve dahi ümmetine rehberlik edecek olan Varis-i Resulleri muhabbet ve manevi sohbetleri ile kemâle erdirmesi…

Âlemler, hürmetine yaratılmasına rağmen tevâzu; tahammül edilmesi en zor durumlarda ise sabır, şükür ve sevgi gibi en yüce ahlâkı; koca bir orduya karşı tek başına atını mahmuzlayacak ve ganimet malı olarak kendi payına düşen kırk bin koyun, yirmi dört bin deve, altı bin esir ve on iki bin kilo gümüşün hepsini dağıtacak derecede sergilemesinin yanında hangi iş veya meşguliyet içinde olursa olsun, gönül ve düşünce dünyasının her an Âlemlerin Rabbine yönelmesi ve O’nu tespih etmesi; hangi hal içinde bulunursa bulunsun O’na hamd etmesi ve her şeyi O’ndan bilmesi gibi daha nice Cennet güzellikleri ve numunelerinin her vasfıyla ‘El-Hâbib’ ve ‘El-Emin’ olan Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin hayat-ı saadetlerinde sergilenmesi ebedi saadete dâvetin tam mânası ile yerine gelmesi için…

*     *     * 

“Levlâke, levlâke lema helektul eflâke”

 “Ve ma erselnake illa rahmeten lil âlemin.”

“Ve inneke le alâ hulûkın am.”

kutsi hadis ve ayet-i kerimelerle, “âlemler, hürmetine yaratıldığı; o âlemlere rahmet ve azîm bir ahlâk üzere olduğu” bildirilen Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin; 

     “And olsun ki,
Resulullah’ta sizin için,
Allah’a ve ahir güne kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça anan kimseler için üsve-i hasene vardır.”

âyet-i kerimesi ile de kimler için en güzel örnek ve en emin rehber olduğu beyân edilmektedir  ‘Sallallahu teâla aleyhi ve ala alihi ve ashabihi ve ehl-i beytihi ve sellem’.

***   ***   ***

ŞEMAİL-İ ŞERİF

“’Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimizin mübarek yüzleri ayın on dördü gibi parlar, nurlar saçardı; rengi ise beyaz, gül kırmızısına çalardı.’ ‘Mübarek başları büyücek ve kerimane hareketli; alnı geniş; kaşları arası açık; kirpikleri sık, kavisli ve uzunca idi.’ ‘Kaşları yay gibi ince ve uzun; gözleri kudretten sürmeli idi. Siyahı gayet siyah, beyazında ise hafif kırmızılık vardı.’ ‘Gözleri uyur, kalbi uyumazdı; bu sebeple uyuması abdestini bozmazdı.’ ‘Mübârek göz uçları yere doğru eğik olurdu. Süküt halinde yere bakışları semaya nazarlarından daha fazla idi ve ekser bakışları mülâhazalı idi.’ ‘Saçları gür idi; ne düz ve ne de fazla kıvırcık, ikisi arası mutedil dalgalı idi.’ ‘Mübarek sakalları da gür; göğsünü dolduracak şekilde büyükçe ve tarifsiz güzellikte idi.’ Bir şeye üzüldüklerinde onları fazlaca messederlerdi.’ ‘Uzuna meyleden boyu ne çok uzun ne de kısa idi. Uzunluğu ile meşhur biri, yanında yürüdüğünde, o kimseden daha uzun görünürdü.’ ‘Mübarek dişleri bembeyaz ve inci gibi parlak; üst ön dişlerinin arası hafifçe açık idi. Kelâm ederken dişlerinin arasından nurlar saçılır; tebessüm ederken, fem-i saadeti, nurlar saçarak açılır idi.’Mübârek bedenleri herşeyi ile mûtedil; mübârek uzuvları birbirine çok uyumlu ve münâsip idi.’ ‘Haddizâ-tında mübarek azaları ve bedenleri hafif büyükçe idi; kendisini görenlerin nazarında ise daha büyük ve heybetli görünürdü.’ ‘Kendisini ilk defa görenler heybetine kapılır; fakat tanıyıp dostluk kuranlar O’nun sevgisinden kendilerinden geçerlerdi.’ ‘Yürümesi, hafif öne meyilli düz idi; yokuştan iner gibi îtinalı; yüksekten dökülen su gibi seri; son derece mütevazi ve vakarlı idi.’ ‘Yürürken ashâbını önünde yürütür: ‘Ardımı meleklere bırakın!’ buyurur idi.’ ‘Döndüğünde bütün vücudu ile döner; bir tarafa bakarken sâdece mübârek başıyla değil, bütün vücudu ile yönelirlerdi.’ ‘Karşılaştığı kişiye selamı ilk önce kendileri verirdi.’Muaşeretinde hafif yollu latifeci, konuşmalarında tebessüm edici idiler.’ ‘Mübarek kelamları tane tane idi; her işiten onu anlardı. Öyle kelâm ederlerlerdi ki, saymak isteyen kimse kelimeleri sayabilirdi.’ ‘Mübarek konuşmaları öylesine güzel ve tatlı idi ki dinleyenler, başlarının üzerinde kuş var da uçacakmış gibi dinler; kendilerinden geçerler idi.’ ‘Onunla birlikte öylesine huzur ve sekînetle namaz kılarlardı ki, kuşların, üzerlerine konduğu olurdu.’ ‘Güzel kokudan hoşlanırlar; reddetmezler ve dahi emrederler idi.’ ‘Koku sürünsün sürünmesin, mübarek teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı.’  ‘Bir tarafa yönelip gittiklerinde, kendinden evvel güzel kokuları fark edilir; zatına has kokusundan nerelerden geçtiği bilinirdi.’ ‘Kendisi ile musafaha edenler, bütün gün onun rayiha-i tayyibesini duyarlardı.’ ‘Bir şeyi fenaya yormaz, hep iyiye yorarlardı. Uğursuzluk addetmekten hoşlanmazlardı.’ ‘Zan ile iş yapmaz; bir kimsenin diğer bir kimse aleyhinde lafını kabul etmezlerdi.’ ‘Güzel olmayan laflar edenlerden yüz çevirir; hoşlanmadığı bir sözü söylemek zorunda kaldığında, onu kinaye yoluyla ifade buyururlardı.’ ‘Yemede, giyinmede zaruret kadarı ile yetinir ve fazlasından çekinir idi. Kendisi ne yer ve ne giyerse, hizmetkârlarına da aynısını yedirir ve giydirir idi.’ ‘Kılık kıyafeti düzgün olmayandan düzeltmesini ister; imkân nispetinde, güzel ve hoş olanı giymeyi emreder ve: “Allah güzeldir, güzeli sever, güzel giyinmek kibir değildir, kibir hakkı ve hakikati reddetmek, halkı hakir görmektir.” buyurur idi.’ ‘Kendisinden isteneni vermesine hiçbir şey mani olmazdı.’ ‘Kendisinden bir şey istendiğinde onu yapmak isterlerse “Evet” derler; istemezse susarlar; yok demezlerdi.’ ‘Bir şeyden hoşnut olduklarında süküt ederlerdi.’ Bir şeyden hoşlanmadıkları zaman bu, simalarında görülürdü.’ ‘Kimseyi hoşuna gitmeyen şeyle yüzlemez, azarlamazlardı.’ ‘Hasılı: ‘İnsanların en güleç yüzlüsü, en yumuşak huylusu, en açık gönüllüsü ve en hoş canlısı idi.’ O’nu tarife çalışanlar: ‘Ne O’ndan önce, ne de O’ndan sonra, O’nun gibi bir zat görmedik!’ derlerdi.

Ramûz El-Ehâdis

***   ***   ***

“EL-HABÎB”

Levlâke levlâke
lema halektül eflâke
ve lemma ezhartü’r-rububiyyeh.

(Habîbim)
Sen (ve kulluğun) olmasaydı,
felekleri yaratmaz,
Rububiyyetimi izhar etmezdim.

Hadis-i Kudsî

Âlemlerin Rabbinin Ona ’Sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem’ ‘Habibim’ demesi ve sayısız âlemleri, Onun hürmetine var etmesi; aziz varlığı ve ahlâkı ile o âlemleri şereflendirmesi ve Rububiyyetini izhar etmeye mukaddes zâtı ve kulluğunu vesile etmesi; ‘La emrük’ hitabı ile yemin ettiği ömründe sayısız cennet nimetini sergilemesi ve her bir Nebi ve Resulden ’Salavatullahi ve selamuhu aleyhim ecmain’ vaktine yetiştikleri taktirde Ona ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ tabi olmasını istemesi…

Onun da ’Aleyhi ve alihi ekmel-üt tahiyyat’: “Bir söz söylüyorum, onda övünmek yok: Ben Habibullah’ım!” “Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur.” “Ben Allah’ın nûrundanım, mü’minler de benim nûrumdandır.” “Âdem aleyhi’s-selâm su ile balçık arasında iken, ben peygamber idim” “Baas olunduklarında bütün peygamberlerin efendisiyim. Mahşere vardıklarında onların en önde olanıyım. Ye’se düştüklerinde müjde vericileriyim. Secde ettiklerinde onların imamıyım. Toplandıklarında, Allah’a en yakın olanıyım. Ben konuşurum, Allah beni tasdik eder. Ben şefaat ederim, şefaatim kabul olunur. Ben isterim, O da verir.” Şerefli Hadisleri (Sözleri) ile tebliğ etmesi gibi daha niceleriyle gerçek yeri ve değeri gösterilen; her hali ile ‘latîfeleri’ Cennet ve Ötesine yönlendiren; adının hürmetle anılması dünya ve ahiret saadetine vesile, sevgisi ise cehennem ateşine perde olan; dünyevi de olsa en küçük işlerde bile ona uymaya ibadet sevabı verilen ve ümmetine karşı son derece şefkat ve merhametli olan Resul-i Ekrem, Nebiyy-i Muhterem, Server-i Âlem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizi hürmet ve muhabbetle anarken can-u gönülden salât-ü selâm getirebilmek, önceki Nebi ve Resullerin ’Salavatullahi ve selamuhu aleyhim ecmain’ Onun ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ ümmeti olma saadetini dilemesi gibi büyük bir nimete -en hakir ve günahkârı olarak dahi- nâil olmamızın şükrünün bir gereği ve neticesi olduğu gibi;

“Kûl: Lâ es’elukum aleyhi ecran illel meveddete fil kurbâ” De ki: Buna (yaptığım tebliğe) karşılık sizden, kurba’da sevgi (yakîn ehline ve yakın ehlime sevgi) haricinde bir ecir istemiyorum.

ayet-i kerimesi mûcibince, dünyayı şereflendirişinde, ahirete göç edişinde, ikisi arasında ve sonrasında ümmetinin saadetini dileyen ve şefaatini de o sebeple erteleyen Resul-i Ekrem, Nebiyy-i Muhterem, Server-i Âlem ’Aleyhi ve alihi ekmel-üt tahiyyat’ Efendimizin yakınları olan âlini, ashabını, mübârek nesli Ehli-beytini ve dahi manevi ehli olan vârislerini karşılıksız sevebilmek; yapmış olduğu davete icabetin gereği; ‘Elest Bezmi’nde ‘Elestü bi Rabbiküm’ hitabına ‘Belâ!’ ile mukabele etmiş olmanın neticesi, meyvesidir.

***   ***   ***

İLK NUR

Yaratılıştaki hikmetler ve beşer idrâkini aşan hâdiselerle ilgili hadis-i şeriflerdeki bilgi ve işaretlerden Ehl-i keşfin çıkardığı mâna, ilk yaratılan şeyin Resul-i Ekrem ’Aleyhi ve alihi ekmel-üt tahiyyat’ Efendimizin hakikati olan ‘nûr’ olduğu ve sayısız âlemlerin de o ‘nûr’dan zuhûr bulduğudur.

Sayısız âlemlerin bir özden yaratılmış ve yaratılıyor olması, Âlemlerin Rabbinin her şeyi bir çekirdekten (özden) yaratmış ve yaratıyor olması hikmetine de muvafık düşmektedir.

Küçücük bir çekirdekten koskoca bir ağacı çıkarması ve koskocaman ağacı da küçücük bir çekirdeğe sığdırması ile bütün âlemleri bir özden meydana getirmesi ve o çekirdeğe sayısız âlemleri yerleştirmesi arasındaki fark zam‘an’ ve mekân olabilir sadece.

Çünkü O’nun için zor ya da kolay diye bir şey yoktur. Bir çekirdeği nasıl yaratırsa bir ağacı da öylece yaratır; bir insanı nasıl yaratırsa bir kâinatı da öylece yaratır veya yok eder. Çünkü O, Kadir-i Külli Şey’dir: Gücü ve kudreti her şeye yeten…

Çünkü:

O, bir şeyin olmasını dilerse onun için yalnızca “OL” der; o da oluverir.

Ayet-i Kerime Meâli

O’nun güç ve kudretinin sonsuzluğunu, her şey ile bir şeyi aynı anda ve kolaylıkla yaratacak güç ve kudretini idrak edip anla-maktan sonsuz derece uzak olduğumuz için yapabileceğimiz en güzel şey: Öyle oldu-ğunu en içten duygu ve düşünceyle kabul etmek ve özümsemek; öyle olduğuna inanmak; îman etmek…

***   ***   ***

“LEVLAKE”

“Allah var idi, O’nunla beraber hiçbir şey yok idi” iken “Bilinmeyi sevdi…”kten sonra ilk yaratılanın Resul-i Ekrem ’Sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem’  Efendimizin nûru olması ile yaratılıştaki gayenin en müstesna şekilde ’Aleyhi ve alihi ekmel-üt tahiyyat’ Efendimizin hayat-ı saadetlerinde sergilenmiş olması hakikati “Levlâkê…” ‘nin kudsî manası ile de birebir örtüşmektedir.

Hem o nûrun ve hem de dünya âlemin-deki zuhûrunun “Sen olmasaydın…” hitabı ile müşerref olması, her iki durumda da, varlığı ve kulluğunun, ne kadar müstesna olduğuna işaret eder.

O nûr ’Aleyhi ve alihi ekmel-üt tahiyyat’, ilk yaratıldığı an da kulluğun en üstün halleri ile hemhâl idi; “Âdem aleyhi’s-selâm su ile balçık arasında iken, ben peygamber idim” deminde de kulluğun en müstesna halleri ile hemhâl idi; dünya âlemini şereflendirdiği zaman da kulluğun en müstesna halleri ile hemhâl idi; ahiret âlemine intikal ettikten sonra da kulluğun en müstesna halleri ile hemhâldir.

“Ömrümde sadece bir kere Sahabe-i Kirâm gibi secde etmek nasip oldu” diyen bir velinin durumu bu minvalde olunca Resul-i Ekrem ’Aleyhi ve alihi ekmel-üt tahiyyat’ Efendimizin kulluğunu her yönü ile yaşamak değil anlamak bile beşer idrakini aşan mevzulardan olsa gerek..

“Allah ile öyle bir vaktim olur ki, onda bana ne bir mukarreb melek, ne de mürsel bir peygam­ber yetişebilir.”

Hadis-i Şerif

***   ***   ***

DUA

Ya Rabbelâlemin! Ona, âline, ashabına, ehl-i beytine ve varislerine muhabbet ve hürmetlerin en güzeli ile yaşamayı ve ahiret âlemine o hâl üzere göçmeyi bizlere ihsan eyle Allah’ım!

Sonsuz lütfun ve kereminle…

Amin!

Yolcu Yolunda Gerek

KALB ve MÂRİFET

“ALLAH kimin sadrını İslâm’a şerhetti (açtı ve genişletti) ise o Rabbinden bir nûr üzere değil midir?!… ALLAH’ın zikrinden kalbleri kasvetlenene veyl olsun!… İşte onlar apaçık bir dalâl (sapkınlık) içindedirler. (39/22)

Kalp, insan vücudundaki bütün âzâların kavşak noktası ve kumanda merkezidir. Onda öyle bir hususiyet vardır ki, hayâle ve hisse dayanmayan bütün mânâlar orada çözülür ve anlaşılır. Meselâ cihanın yaratılış sırrı, varlığın ezelden ebede kadar mutlak hâkim ve yaratıcısı olan Allah-û Teâlâ’ya nasıl muhtaç bulunduğu, O’na göre kendi varlığının nasıl bir hiç olduğu ve O’nu isim ve sıfatlarıyla tanımak gibi en yüce ve en ûlvî bilgiler, ancak kalbin nûrlanmasıyla tadılıp anlaşılabilecek şeylerdir.

Şüphe yoktur ki, Allah-û Teâlâ’nın Rubûbiyyet (terbiye edicilik) ve ilim sırlarına vakıf olup, varlık üzerinde kurduğu sınırsız saltanatını ve sonsuzluğa uzanan ihatasını bilip kavramak, bilgilerin en yücesi, en tatlısı ve en güzelidir. Hiçbir bilginin zevki, O’nu ve yüce saltanatını bilip, bu bilgi ile O’na yaklaşmanın zevkine denk olamaz.

Mârifetullah’a ermek ve O’nun bütün güzellikleri kendisinde toplayan Cemal’ini seyretmekten daha tatlı, daha ûlvî ve daha güzel bir zevk tasavvur etmek mümkün değildir. Ondan başka yerde zevk arayanlar, o yüce ve ûlvî zevkten nasibi olmayan ve o zevkin kokusunu almayan ve bilmeyenlerdir.

Allah-û Teâlâ’yı severek marifetine eren kimse, fânilikten ebediliğe intikal eder. O’nu hakkıyla seven kimsenin yolunu ölüm kesemez. Marifetin yerleştiği bir gönül evini, ölüm harap edemez. Marifet, insanın teninde değil, ruhundadır. Ruhun sırrı Allah-û Teâlâ’ya mahsus olup O’nun emrinde(n)dir. Ölümün yaptığı şey ise ruhun cesetteki faaliyetini durdurmaktır.

ALLAH yolunda öldürülenleri sakın “ölüler” sanmayın… Bilakis onlar dirilerdir; Rableri indinde rızıklanmaktadırlar. (3/169)

Bu lütuf, muharebe meydanlarında şehit olanlara mahsus zannedilmesin. Allah-û Teâlâ’nın irfan ve marifetiyle zenginleştirerek kendisine dost edindiği öyle kimseler vardır ki, her birinin derecesi bin şehit derecesinden üstündür.

Rivayet edildiğine göre şehitler, o âlimlerin derecesini görünce: “Ah, ne olaydı; keşke biz de onlar gibi olsaydık” diye onların derecelerine hayranlıklarını ifade ederler.

O’nun Kendisine dost olarak seçtiği kimselerle olan o sevgi alâkasını ise ancak sevgisine eren dostları, dostluklarının yakınlığı nisbetinde anlayabilmekte; dostlarına tecellisi ayrı seviye ve hüviyetlerde olması itibariyle de, her dostuna emanet edilen sır da ayrı hüviyette bulunmaktadır.

Rûhül Ârifîn

DÜNYA HAYATI

Hakk Sübhânehü ve Teâlâ, bu alçak dünyanın içyüzünü ve onun aşağı olan süsleri ve yaldızlarının çirkinliğini basiret nazarı ile görmeyi nasip eylesin. Âhiretin güzelliği ve hoşluğu; cennetlerin ve nehirlerinin tazeliği ile gönlümüzü aydınlatsın!

Hepsinden daha tatlı olan Âlemlerin Rabbine kavuşmayı ve cemâlini görme nimetini (basiret gözümüzde) yüceltsin ve gönlümüze yerleştirsin; Resullerin Efendisi “Ona ve âline salâtların en faziletlisi, selâmların ekmeli” hürmetine… Taa ki, çabucak biten şu çirkin dünyaya karşı buğz ve ona karşı isteksizlik hâsıl olsun! Ve böylece Yüce Mevlâ’nın rıza mahalli olan bekâ âlemini özleme ve ona yönelme mümkün olabilsin!

Bu düşük dünyanın çirkinliği açığa çıkmadıkça, onun esaretinden kurtulmak mümkün olmaz. Bu kurtuluş olmadan da, âhiret necatı çok zordur.

“Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır” hükmü/hadisi kesin bir kaidedir.

Zararları defetmek zıtlarıyla mümkün olduğundan, bu düşük dünya sevgisinden kurtulmanın ilacı da, âhiret işlerine rağbet etmeye, parlak şeriatın hükümlerine uygun amelleri işlemeye bağlıdır.

Hakk Sübhânehü ve Teâlâ, dünya hayatının beş şeyden ibaret olduğunu: “İyi bilin ki dünya hayâtı la’bdır (oyundur) ve lehvdir (eğlencedir) ve zînettir (süslenmektir) ve tefâhurdur (övünmektir) ve mallarda ve evlâdda çoğalma (tutkusu ve yarışı)dır (57/20)” ayet-i kerimesi ile bildirdi.

İnsan sâlih amellerle meşgul olmaya başlayınca, dünya hayatının en büyük iki cüzü olan eğlence ve oyun çaresiz eksilmeye başlar. İpek giyinmekten, altın ve gümüş kullanmaktan -ki bunlar süslenme arzusu ile yaşayanlarda gayedir- sakınınca ikinci cüzü olan süslenmek te kaybolmaya başlar. Allah-u Teâlâ katında keremli ve faziletli olmanın -haseb ve nesebe değil- verâ ve takvaya bağlı olduğuna inancı yakîn olunca, kesinlikle böbürlenmekten sakınır. Mallar ve evlatların, Hakk Sübhânehû’nun zikrine ve O’nun mukaddes canibine yönelmeye mani olduğunu bilince de, çaresiz, onlarla övünmeyi de geri bırakır; fazla olanları kusur kabul eder.

***   ***   ***

Sakın kendisine buğz edilmiş olan bu alçak dünya ile aldanıp sevinenlerden olmayasın ve Yüce Sultan Mukaddes Hakka ikbal/yönelme sermayesini yitirmeyesin!

İyi düşünmek lazımdır: (Öyle yapmakla) Ne alınıp, ne satılıyor?

Âhireti dünya ile değiştirmek, halk ile beraber olmayı talep ederek Hakk’tan uzaklaşmak sefahetten ve cehaletten ileri gelir.

Dünya ile âhireti birarada tutmak ise iki zıt şeyi biraraya getirmeye benzer (ki mümkün değildir).

(O halde) Bu iki zıttan hangisini istersen onu tercih et!

Hangisine istersen, nefsini ona sat!

(Ama unutma:)

Âhiretin azabı ebedîdir…

Dünyanın metaı (menfaati) ise azdır.

Dünya, Hakk katında buğz ve lanet olunmuştur.

Âhiret ise Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu bir nimettir.

Bir şiir:

İstediğin gibi yaşa, ölümü tadacaksın;
Dilediğine yapış, sonunda ayrılacaksın.

***

Şunu da bilesin;

Dünya ehli ile (kalbi dünyaya dönük kimselerle) sohbet ve onlarla kaynaşmak öldürücü zehirdir. (Sonsuz ziyan ve felakete sürükler.) Bu zehrin öldürdüğü kimse ise ebedi bir ölüm ile ölmüş olur.

Akıllı olana bir işaret yeter…

***

Onlarla sohbet etmek ve onların yemeklerini yemek, kalbi perdeler; kelimelerden ve sözlerden etkilenmez hale getirir. 

Bu derece mübalağa ve ısrar da öyle kimselerin yemeği ve sohbetinin, kalbin nasihatlerden istifade etmesine,  manevi sohbetleri anlamasına mani olduğunun bilinmesi içindir.

Muvaffak kılan ancak Sübhan ALLAH’tır 

Yüce Rabbimiz, bize ve size razı olmadığı şeylerden necat ihsan eylesin; zeyğ-ı basardan mutahhar (gözün maddeye kaymasından yana pak ve temiz) olan Beşerin Efendisi hürmetine… Ona ve âline salâtların en faziletlisi.. Selâmların ekmeli..

Mektubât-ı Rabbanî

SÛFİLER DERLER Kİ

Tasavvuf ehline göre sülûk, kötü sözlerden iyi sözlere, kötü fiillerden iyi fiillere, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kendi varlığından Hakk Teâlâ’nın varlığına gitmekten ibarettir. Sâlik de, bu yolda gidene denir.

Eğer bir sâlik iyi sözleri, fiilleri ve ahlâkı devamlı hale getirirse mârifetlerin yüzü ona görünmeye; eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar. 

“Allahumme erini hakaikel eşyâ-i kemâhiye: Allah’ım, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster” hadis-i şerifindeki mâna ortaya çıktıkça irfanda kemâl zûhur etmeye başlar.

Her kim bu dört haslette kemâle erişirse, insanî kemâlâtı tahsil etmiş olur. Zira insanî kemâlât tamamiyle bu dörde münhasırdır.

Sufiler derler ki: Eğer yüz bin sâlik bu yola sülûk etse, ancak birisi bu dört mertebenin kemâline erişir. Diğerleri noksan kalır. Zira insanın her meselede kemâle erişmesi nâdir vuku’ bulur; hususiyle tarik-i Hakk’ta…

*****

Kazanılması ve üzerinde sebat edilmesi gereken şeylere makam; bertaraf edilmesi lâzım gelen ve sülûke mâni olan şeylere de hicap denir.

Sülûkte hicap ve engeller gayet fazladır. Ancak hicap ve engellerin temeli dörttür: Mal sevgisi, makam sevgisi, taklid ve isyandır. Makamların ve hallerin asılları da dörttür: Güzel sözler, güzel fiiller, güzel ahlâk ve maârif-i cemile (güzel marifetler)dir.

Ey ârif!

Dört makamın tahsilinin kolaylaşması için ilk önce bu dört hicabı terk etmek gerek. Zira dört hicabı terk, abdest mesabesinde; dört makamın tahsili ise namaz mesabesindedir.

Her bir hicap, yıkanması farz olan abdest uzuvlarından biri gibi, dört makamın her biri de vacip olan namazın dört rek’atından biri gibidir. Önce abdest, sonra namaz… Önce tahliye (boşaltma), sonra tehliye (yerleşme)… Önce parlatma, sonra aydınlatma… Önce fasl (ayırma), sonra vasl (kavuşturma)…

Yine demişlerdir ki:

İnsan bir nesneden ölmedikçe, onun karşılığında olan şeyden dirilmez. Kötü ahlâktan bir sıfatı terk edene, güzel ahlâktan onun karşılığında olan sıfat verilir. (Cimrilikten ölenin cömertlikle dirilmesi gibi…)

Dört hicabın terki ve dört makamda ilerleme, dört şeye riayetle husule gelir: Birincisi uzlet, ikincisi az konuşmak, üçüncüsü az yemek, dördüncüsü ise az uyumaktır. Fakat bu zikredilenlerin arif ve irşâda izinli bir mürşidin sohbetinde olup onun emir ve işaretiyle olması gerekir.

Her mürşide gönül verme ki
Yolunu sarpa uğratır.
Mürşidi kâmil olanın
Gittiği yol âsân imiş.

Ey sâlik!

Sülûkta, riyazet ve mücahedeler yapmakta niyet, Hakk Teâlâ’yı talep olmamalıdır. Zira Hakk Teâlâ herkesle beraber mevcuttur; ayrıca talep etmeye hacet yoktur. Her şeyin varlığı O’ndandır. Âlemler O’nunla kâimdir. Her şey yine O’na rücû edecektir.

Keza niyet, temizlik ve güzel ahlâkı tahsil etmek; ilim, marifet, sırların keşfi ve nurları iktibas da olmamalıdır. Zira bunların her biri, manevi mertebelerden bir mertebeye mahsustur. Sâlik o mertebeye eriştiği vakit, istese de istemese de, o mertebeye mahsus olan haller kendi üzerinde zâhir olur. O mertebeye erişmemiş ise talep etmekle de ele bir şey geçmez… Bulunduğu mertebeye mahsus olmayan vasıflar onda açığa çıkmaz. Vakti geldiğinde dişlerin çıkması; vakti gelmeden de talep edilse dahi çıkmaması gibi…

Ey ârif!

İnsan için olan mertebeler tıpkı ağaç için olan mertebeler gibidir… Şöyle ki; bahçıvan, ağacın mertebesine göre, toprağın bakımını yaparak ağaç için uygun halde saklarsa; diken ve yabani otlardan temizleyerek vaktinde suyunu verirse vakti (mertebesi) geldiğinde o ağaç yaprak, çiçek açmaya başlar ve vakti geldiğinde de meyve vermeye durur.

Sâliklerin terbiyesi de buna benzer… Vakti (mertebesi) geldiğinde bulunduğu mertebeye has nitelikler kendisinde zûhur eder.

O vakit ister talep etsin, ister istemesin, temizlik, güzel ahlak, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların zuhurundan her biri zâhir olur. Nice nice leziz haller, acayip keyfiyetler baş gösterir.

(Vakti gelmeden görünenlerin durumu, izahı başkadır.)

Ağacın bütün mertebelerinin tohumunda mevcut olup bahçıvanın bakımlı terbiyesiyle ağaç husule geldiğinde mertebeler ve nitelikleri ortaya çıkması gibi insanın zatında / özünde de temizlik, güzel ahlâk, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların ortaya çıkması gibi vasıflar vardır. Ancak insanın zatında gizli olan bu vasıflar bir kâmil mürşidin sohbetinde bulunmak ve terbiyesinden geçmekle zûhur eder ve husûle gelir.

Eğer öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini istersen, bu kendi özünde gizlidir; zatına yerleştirilmiştir. Bu sebeple “Her ne ararsan kendinde ara” demişlerdir! Çünkü bütün kemâlât özünde gizlidir; derûnunda mevcuttur.

Zannedersin özünü âlem-i asgarsın sen!
Gafil olma, gözünü aç, âlem-i ekbersin sen!
Hz. Ali (kerremellahû vechehû) 

*****

Yine demişlerdir ki: “Hiç kimse dışarda Hakk’ı arayacağı bir yol bulamaz” “Ne kadar Hakk’ı bulan varsa, kendi derûnunda bulmuştur.”

Herkesin derûnunda manevi bir kuyu vardır. Eğer mürşid mârifetiyle sa’y-ü gayret gösterip özünde gizli olan kuyuyu kazarsa âb-ı hayat, ilahî füyûzât gelmeye başlar. Başkalarından feyz almak, başkalarının kuyusundan kendi kuyusuna su boşaltmak gibidir ki ömrü uzun olmaz.

Eğer bir sâlik, kendi derûnundaki kuyuyu açabilirse, ondan Rabbani feyzler fışkırır. İnsanî hakîkat olan kalbin ortasında, sonsuz ehadiyet denizinden cetvel gibi bir kanal ortaya çıkıp akmaya başlar. Bu su eksilmez, kesilmez, kokuşmaz. Bilakis an be an artar ve sefası çoğalır. Kendisine ve ondan içenlere şifa olur.

Her kim onunla sohbet ve muaşeret ederse ondan fayda görür ve istifade eder.

Eğer bir kimsenin kendi derûnunda ilahî feyz kendini gösterirse, o kimse herkesten daha fazla mütevâzi ve mûtedil olur.

Ey sâlik!

Eğer kendi nefsini insanlık mertebelerinin sonuna eriştirip her gün kendi sıfat ve makamlarını temaşa ederek vuslat sarayının has bahçelerinde nimetler içinde yüzemiyor, Hakk Teâlâ’ya yakınlık içindeki kulluk makamına kavuşamıyorsan ve dahi mukarreblere has derecede sürekli Hakk Teâlâ’nın cemâlini temaşa ile nimetlenmeye gücün yetmiyorsa, bâri gayret et de nefsini cehennem ateşinden kurtarıp cennet ehlinden olasın!

Ey sâlik!

Bunun için farzlardan başka çok namaz kılmanın tasasında, farzın dışında çok Hac etmenin derdinde olma! Gereğinden fazla fıkıh ezberlemenin sevdasında da olma. Zaruretleri defedecek kadarını bilmek kâfidir.

Ancak doğru sözlü ve iyi nefisli olmaya gayret et ve ihtimam göster. Böylelikle cehennem azabından kurtulmuş olabilesin. Zira cehennem ehlinin ekseri azabı, istikamet yokluğu ve kötü nefisli olmak yüzündendir.

Halk ile muamelede halka menfaatli olup mazarratının olmaması, cennet ehlinin alametlerindendir.

İstikamet ve nefis temizliğin, zati sıfatın ve melekên olması lazımdır ki cehennem azabından kurtulabilesin. Eğer içten olmayarak veya gösteriş (veya çıkar) için olursa o kimse yine cennet ehlinden değildir.

Şöyle olmak gerekir: “Bütün vakitlerde iyilik yapmak ve halka faydalı olmak -ihtiyârsız- âdet ve tabiat haline gelsin.

Hakikatlerin Özü

HİKMET EHLİNDEN

Cömertliği ile tanınmış bir şeyh vardı. O yüzden de daima borçlu idi. Büyüklerden (zenginlerden) on binlerce borç alır, fakirlere, yoksullara dağıtırdı.

Borç para ile bir de tekke yaptırmış; malını da, canını da, tekkesini de Allah yolunda harcıyordu.

Cenab-ı Hakk, Halil’ine kumu nasıl un yapmışsa, onun borcunu da her taraftan öderdi.

Hazreti Peygamber der ki: “Pazarlarda iki melek daima şöyle duâ eder: Allah’ım! Sen infâk edenlere fazlasıyla ver! Cimrilerin mallarını da telef et. Hele canını veren, kendisini İsmail gibi kurban edene fazlasıyla ihsan et!”

“Hiç o boyna bıçak işler mi?”

Şehitler de bu yüzden diridirler, hoşturlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara ebedi gamdan, sıkıntıdan, mutsuzluktan emin bir can vermiştir.

Ey sadece zahiri gören; sen de mecûsiler gibi yalnızca kalıba bakma; bedene takılıp kalma!

Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu; vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi. Ecel gününde büyük bir zat olarak gitmek için vadesi dolana kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.

Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetleri görününce, alacaklılar etrafına toplanıp oturdular. Şeyh ise mum gibi yanıp eriyordu.

Alacaklılar para almaktan umutlarını yitirip yüz ekşitmiş; gönüllerindeki acıya ciğer yarası da ilave edilmişti.

Şeyh, ”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! ALLAH’ın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.

***

O esnada…

Dışarıda bir çocuk, üç beş kuruş ümidiyle “Helva” diye sesleniyordu.

Şeyh, hizmetçiye, git helvanın hepsini al, diye başıyla işaret etti. Tâ ki alacaklılar o helvayı yesinler de, bir müddet de olsa bana acı acı bakmasınlar.

Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere dışarı çıktı. Helvacıya, “Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.

Hizmetçi, ”Yoo, sofilerden çok isteme. Yarım dinar vereyim, başka bir şey söyleme!” dedi. Helvayı bir tabağa koydurdu ve getirip Şeyh’in önüne koydu.

Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!

Alacaklılara, ”Buyurun, şu mübarek helva teberrük içindir; helâlinden yiyin” diye işaret etti.

Tabak boşalınca, çocuk tabağı aldı, ”Ey kâmil kişi, paramı ver” dedi.

Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Zaten borçluyum, ahirete göçüyorum!”

Çocuk üzüntüden tabağı yere çaldı, ağlayıp sızlamaya başladı.

Eleminden, çaresizlikten hıçkıra hıçkıra ağlarken, ”Keşke iki ayağım kırılaydı da tekkenin önünden geçmez olaydım” diyor; “Obur, lokmaya haris, köpek gönüllü, kedi gibi yalanan sofiler” söğüntüsünü de ilave ediyordu.

“Bre acımasız Şeyh, emin ol, ustam beni öldürür! Yanına boş gidersem beni keser; razı mısın?” diyordu.

Çocuğun feryadından iyilerden kötülerden birçok kişi başına toplandı.

Alacaklılar da itiraz yolu ile Şeyh’e: “Bu yaptığın da nedir?” diye çıkıştılar. Malımızı yedin, borçlu gidiyorsun; böyle olduğu halde neden yeni bir zulüm işliyorsun?

Çocuk, bir sonraki namaz vaktine kadar ağlamayı sürdürdü. Şeyh ise, gözlerini yummuş, ona bile bakmıyordu.

Bu cefadan, bu olumsuzluktan arınmış olarak, ay gibi yüzünü yorganın içine çekmiş; ezelle hoş, ecelle sevinçli, havas ve avamın kınamasından, dedikodusundan el ayak çekmişti!

Can, bir adamın yüzüne gülmüş ise, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar gelir.

Mehtaplı gecede ay, köpeklerden ve havlamasından ne diye korksun?

Köpek kendi vazifesini yerine getirir, ay da ışığını yere döşeyip durur.

Herkes kendi işceğizini görür.

Su, bir çöp için berraklığını terk etmez.

Çöp, suyun yüzünde çöp olarak giderken, berrak su da bulanmadan yoluna devam eder.

Hazreti Mustafa, gece yarısı ayı ikiye bölerken; Ebu Lehep, kininden saçma sapan söylenip durur!

Mesih ölüyü diriltirken; Yahudi, hiddetinden saçını sakalını yolar.

Köpeğin sesi ayın kulağına nerden gidecek? Hele o ay, ALLAH hası olursa…

***

Çocuğun alacağı kısa sürede toplanırdı lâkin Şeyh’in himmeti bu kadarcık cömertliği bile bağlamış, kimsenin çocuğa bir şey vermesine izin vermiyordu.

Aslında Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.

***

İkindi vakti olunca başka bir hizmetçi, elinde cömert birince gönderilmiş bir tabakla çıkageldi.

Şeyhi tanıyan mal ve hâl sahibi biri, ona hediye göndermişti.

Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar vardı.

Şeyh’e hürmetlerini sunduktan sonra tabağı yanına bıraktı. 

Tabağın üstündeki örtüyü kaldırınca, halk da alacaklılar da onun kerametini gördüler.

Hepsinden de ahlar vahlar yükselmeye başladı: “Ey şeyhlerin de reisi, şahların da; bu da neyin nesi? Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ey sır sahiplerinin efendisi!

Biz bilemedik, affet; saçma sapan, ulu orta hayli söylendik. Körcesine sopa sallamaktayız; elbette kandilleri kırarız. Sağırlar gibi sözü duymadan kendi anlayışımızca izah etmeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk. Biz Hızır’ın yaptıklarına i’tirâz eden Mûsâ Aleyhisselâm’dan da ibret almadık. O da Hızır’ın yaptıklarına itiraz etti de sonra mahçup oldu.  Hem de gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere nüfus ettiği halde!

Ey zamanın Mûsâ’sı, değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı” dediler.

Şeyh; Bütün o sözleri size helâl ettim.

Bunun sırrı şuydu: Borcumun ödenmesini Hakk’tan diledim; O’da bana böylece yol gösterdi (ilham etti): O dinar gerçi az bir paraydı fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı, dedi.

Mesnevi-i Şerif