“DİN NASİHATTİR”

Bu dünya bir imtihan ve sıkıntı yeridir. Zâhiri, envâi çe­şit süslerle tezyin edilmiş ve süslenmiştir. Sureti, renk renk benekler ve çizgilerle renklendirilmiş, saç örgüleri ve sahte yanaklarla zora­ki güzelleştirilmiş çirkin bir kadının yüzüne benzer.

İlk bakışta tatlı gelir; göze, tazelik ve canlılık hayali verir. Güzel, taze, körpe ve parıltılı bir şekilde olduğu sanılır. Gerçekte ise üzerine koku serpilmiş bir cifeye, kurtların ve sineklerin üşüştüğü bir çöplüğe benzer. Su gibi görünür; o bir seraptır. Şeker suretinde, zehirdir. Onun içi harap ve bereketsizdir. Bu çirkinliği ve alçaklığı ile kendine râm olanlara karşı muamelesi söylenenlerin ve anlatılanların tümünden daha şerlidir. Ona âşık olanlar sefih ve büyülenmiş addedilir. Ona vurgun olanlar çıldırmış ve aldatılmıştır. Her kim ki onun zahirine aldanırsa, ebedi kayıp zehri ile zehirlenmiş olur. Her kim de onun tatlılık ve tazeliğine dalarsa, onun nasibi ebedi pişmanlıktır.

Kâinatın Efendisi, Âlemlerin Rabbi’nin Habibi “Ona ve âline salât ve selâm…” şöyle buyurmuştur; “Dünya ve ahiret iki kuma gibidir. Birini razı etsen, diğeri darılır.

O halde her kim dünyayı razı etmeye çalışırsa âhireti kendisine darıltmış olur. Şüphesiz âhiretten yana da hiç bir nasibi olmaz. Allah Sübhânehû, bizi ve sizi dünyaya ve dünya ehline muhabbetten korusun.

***

“Dünya” nedir bilir misin? Kadınlar, çocuklar, mallar, şan, şöhret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak Sübhânehû’dan perdeleyip (O’na taat ve kulluktan) geri bırakan her şey “dünya”dır. Boş şeylerle meşgul olmak da ‘dünya’nın tanımına dahildir.

Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: «Yüce Hakkın kulundan irazına/yüz çevirmesine alâmet odur ki; kendisine lâzım olmayan şeylerle meşgul olur.»

Bu manada bir şiir:

Varsa bir kimsenin kalbinde hardal kadar;
Hak arzusundan gayrı; bil ki hastalığı var.

***

Allah Sübhânehû, tam manası ile yeterli manada envai çeşit nimetlerini kereminin kemali icabı olarak mubah eylemiş ve bu nimetlerden faydalanma dairesini de hayli geniş kılmıştır.

Bütün bu nimetler bir tarafa…

Hangi nimet ve saadet, kulun fiilleri mukabilinde Mevlâsının rızası gibi olabilir?! Hangi eza, yaptıkları sebebi ile Efendisinin dargınlığını/gazabını almış bir kulun ezasına denk olabilir?!

Allah-u Teâlâ’nın cennetteki rızası, cennetten daha hayırlıdır. Allah-u Teâlâ’nın cehennemdeki gazabı, cehennemden daha şiddetlidir.

Babanın çocuğunu dilediğini yapması konusunda başıboş bırakmaması, istediğini yapmaya terk etmemesi gibi, insan da Mevlâ’nın mahkûm bir kuludur -ki başıboş bırakılması ve istediğini yapma hususunda serbest olması caiz değildir-.

Tefekkür lâzımdır. Kalbe dayalı işleri yapmak gerekir. Aksi halde, yarın, ziyandan ve nedametten başka bir şey hâsıl olmaz.

Amel işleme vakti gençliktir. Akıllı olan bu vakti kaçırmaz; fırsatı ganimet bilir. Zira iş müphemdir. İnsan, yaşlılık zamanına kalmayabilir. Kaldığını farz edelim; derlenip toparlanmak müyesser olmayabilir. Böyle bir derlenip toplanmanın olduğunu farz edelim; bir amel işlemeye güç yetmeyebilir. Zira o zaman, zaafın ve aczin bastırdığı zamandır.

Halbuki şu anda, derlenip toparlanma durumu mevcuttur; elde edilmesi de kolaydır. İş bu mevsim, fırsat mevsimidir. Kuvvet ve gücün yettiği zamandır.

O halde bu günün işini yarına bırakmanın ve “sonra yaparım” düşüncesine kapılmanın ne mazereti olabilir? Hangi özür bu ihmali meşru kılabilir?

Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: «Erteleyenler helak oldu.»

Evet..

Bugün, âhirete dair işlerle olan meşguliyet; bu düşük dünyanın bayağı ve adî işlerini erteleme ve yarına bırakmaya sebep oluyorsa, cidden pek güzel olur; ancak bunun aksi bir durum, yani dünya meşgaleleri uğruna ahiret işlerini erteleme ve ihmal etme ise gerçekten pek çirkin bir şey olur.

Şu zaman ki, gençlik zamanıdır; nefis ve şeytan gibi din düşmanlarının istilâ zamanıdır. Bu zamanlarda yapılan az amele biçilen itibar/değer; bu vakitlerden başka zamanlarda yapılan amellere biçilenden kat kat fazladır. Bu durum şu askeri kabule benzer;  cesur ve kahraman askerlerin bilhassa düşman istilâsı zamanında itibarları çok daha fazladır. Onların bu esnadaki basit bir gayreti ve ufak bir sebatı bile pek değerli ve itibarlı görülür. O kadar ki, böyle bir itibar; düşman şerrinden emin olunduğu zaman, hiç olmaz.

***

Tüm mevcudatın hülâsası olan insanın yaratılmasından gaye oyun ve eğlence değildir. Yemek, içmek ve uyumak da değildir. Bilakis yaratılıştaki gaye, kulluk vazifelerini yerine getirmek; Yüce Sultan Mukaddes Gaffar Allah’ın canibine doğru zillet, acziyet, iftikâr (muhtaç olduğunu hissetme) ile birlikte dâimi bir iltica ve boyun eğme durumuna ulaşmasıdır.

Şeriat-ı Muhammediye’nin anlattığı ibadetlere gelince, bunların edasından gaye: Kulların faydası ve onların yararıdır. Bunlardan hiç biri, şanı aziz Mukaddes Cenab-ı Hak yararına değildir; çünkü onun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur.

Durum anlatıldığı gibi olunca; onların edası gayet memnuniyetle olmalı; emirlerin yerine getirilmesi ve yasaklardan kaçınmak için koşmalı, çabalamalıdır.

Sübhan olan Yüce Allah, zatının mutlak zenginliği ile kullarına emir ve yasaklar koymak yoluyla ikramlar eylemiştir. Bu durumda bize düşen: Tam manası ile bu nimetlere şükür etmektir; kemal-i memnuniyetle o emir ve yasakların yerine getirilmesine çaba harcamaktır.

***

Bilmiş ol ki, zahiri saltanat ve surette bir makam sahibi olan dünya adamlarından biri; hizmet nev’inden bir işi kendi yakınlarından birine yaptırdığı zaman; bunun menfaati, sonunda o hizmeti emredene döner. Böyle bir hizmete muhtaç olan kimse, nasıl izzet sahibi olur? Sonra, o hizmeti alan kimse der ki: “Yüksek değerde bir şahıs bu vazifeyi bana verdi. Bana düşen memnuniyetle bu vazifeyi yerine getirmektir.”

Nasıl bir belâ inmiş ve ne tür bir musibet gelmiştir?! Yüce Hakkın azameti, o şahsın azametinden daha mı azdır ki, Onun emrine uyulmaz, o Şanı Yüce Hakkın ahkâmına yapışmak için çaba harcanmaz. Böyle bir şeyden hayâ edilmeli ve tavşan uykusundan uyanmalıdır.

Yüce Hakkın emirlerine uymamak, iki şekilde tefsir edilebilir: Ya şer’i haberler yalana yorulabilir; ya da Yüce Hakkın azameti, dünya adamlarının azametinden daha düşük görülür. Anlatılan her iki işin, şenaati/çirkinliği iyi düşünülmelidir.

***

Yalan söylediği defalarca tecrübe edilmiş bir kimse, “Tam bir istilâ için geceleyin düşmanın bir kavme hücum edeceğini” haber verse, bunu söyleyenin yalancı olduğunu bildikleri halde, o kavmin aklı başında olanları derhal korunma tedbirlerini alır, o belânın defini düşünmeye başlarlar.

Halbuki, Muhbir-i Sâdık (doğru haberci) Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, bütünüyle âhiret azabını haber vermiştir. Durum bu iken, bu doğru haberden hiç müteessir olmamaktadırlar. Eğer müteessir olmuş olsalardı; ondan korunma çarelerini düşünürlerdi; ondan kurtulma yollarını ararlardı. Kaldı ki, Muhbir-i Sâdık Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, ondan kurtulma çarelerini dahi haber verip anlatmıştır. Ona salât ve selâm…

O ne uygunsuz bir imandır ki; sahibi yanında doğru haberciye, yalan haberi verene olduğu kadar itibar yoktur.

Surette/görünüşte İslâm olmak, hiç bir necat sağlamaz. Necatın sağlanması için, yakîn tahsili lâzımdır. Anlatılan halin yakîn neresinde?. Yakin değil; zan ve vehim dahi yoktur. Aklı başında olanlar, vehmi tehlike/tehlike ihtimali bulunan şeylerde dahi dikkati elden bırakmazlar; tedbir alırlar.

Allah-ü Teâlâ, Kitab-ı Mecid’inde buyurdu: «Allah, yaptığınız şeyi Hakkı ile görendir.» (49 18)

Bu ilâhî emri duydukları halde, görülen kötü amelleri işlerler. Şayet onlar; yaptıkları en küçük bir işe, bir şahsın muttali olduğunu/gördüğünü hissetseler, hiç bir şekilde, kötü bir ameli işlemezler.

Hali anlatıldığı gibi olanların durumu, şu iki şeyden hali değildir: Ya Yüce Sübhan Hakkın verdiği haberi yalan sayarlar; ya da Yüce Hakkın, kendi amellerine muttali olduğuna itibar etmezler. Anlatılan iki manadaki iş, imandan mı sayılır; yoksa küfürden mi?!

Hali anlatıldığı gibi olan çocuğa lâzımdır ki: Yeniden imana gelip tecdid-i iman ede…

Sübhan Allah’ın rızası olmayan işlerden nasuh tevbesi ile dönmelidir. İlâhî emirlere yapışmalı, yasak olan haram işlerden kaçınmalıdır.

Beş vakit namaz cemaatle kılınmalıdır.

Mümkün olursa, gece namazına kalkmalıdır. Böyle bir ibadeti yapmak ne büyük saadettir.

Malların zekâtını vermek, İslâm rükünlerindendir; mutlaka zekâtın verilmesi gerekir.

Zekât verme yollarının en kolayı şudur: Her sene zekât niyeti ile maldan fakirlerin hakkını ayırmalı; yanında saklamalı; sene sonuna kadar zekât yerlerine sarf etmeli.

Anlatılan şekilde, zekât mallarını sarf ederken, her defasında niyeti yenilemek lâzım gelmez. İlk defa mal içinden zekâtı ayırırken ettiği niyet yeter.

Şu malumdur ki: İnsan sene boyunca, fakirlere ve müstahak olanlara ne miktar mal sarf ettiğini bilmez. Bu sarf ettiği şeyler, zekât niyeti ile olmayınca, zekâttan sayılmaz. Ama üstte belirtilen şekilde yaparsa, zekât borcu düşmüş; hiç bir sıkıntıya girmeden de yerlerine harcanmış olur.

Şayet sene sonuna kadar vereceği zekât miktarını sarf edemez de, ondan bir miktar kalırsa, bunu da, mallardan ayrı olarak saklamalıdır.

Anlatılan biçimde, fakirlerin malları ayrılmış bir yere konmuş olursa, bugün yerine verilmese dahi, yarın verilmesi için başarı hâsıl olur.

***

Nefis kendi özünde cimridir. İlahi hükümleri yerine getirmekten kaçar. Bunun için, kelam rıfk ve yumuşaklıkla devam etti. Yoksa mallar ve mülkler hep Yüce Allah’ın Hakkıdır. Malı durutmada, vermekten geri kalmakta kulun ne mecali olabilir. Kula asıl lâyık olan, zekatı tam bir memnuniyetle vermektir.

Sonra, hiç bir şekilde yakışmaz ki; nefsin arzularına uyarak ibadetlerin edasında tembellik yoluna gidilip ağırdan alına.

Tam manası ile kulların hakkı ödenme cihetine gidilmelidir. Bu yolda tam bir gayret sarf edilmeli; ta ki: Üzerinde hiç kimsenin Hakkı kalmaya… Şundan ki: Bu dünyada hak ödemek kolaydır; yumuşaklıkla, tatlı sözle helallik almak mümkündür. Ama âhirette, iş zordur; orada çare bulmak kabil değildir.

Şer’i hükümleri, fetvaları; âhiret ulemasından sorup öğrenmek uygundur. Zira onların sözlerinde tesir vardır. Belki, onlara sorulduğu için, nefeslerinin bereketi ile amelde başarı hâsıl olur.

İlmi kendilerine makam/çıkar vesilesi yapan dünya âlimlerinden kaçınmak yerinde bir iştir. Meğer ki, muttaki âlimler bulunmaya da, zarurî olarak bu dünya âlimlerine baş vurula… Ama zaruretin icab ettirdiği kadar…

Fakat gaye sadece bilgi sahibi olmak değil, bilgiyle amel etmektir! Hasta, hastalığını tedavi edecek ilacı bilse bile, o ilacı kullanmadıkça ilacın bir faydasını göremez!

Bütün bu teyitler ve ısrarlar hep amel içindir. Çünkü amelden uzak olan ilim, sahibinin aleyhine delildir. Efendimiz “sallallahu aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: «Kıyamet günü, insanların en şiddetli azaba uğrayanı; Allah’ın, kendisine ilminden fayda vermediği kimsedir.»

Mektubat-ı Rabbanî