İHTİYAR ÇALGICI

Bilmem işittin mi?

Hz. Ömer zamanında, çenk çalan şöhretli bir çalgıcı vardı. Bülbül, onun sesiyle kendinden geçer, güzel sesiyle bir neşeye yüz katardı. Nefesi meclisleri süsler; onu dinleyenler, eşi bulunmaz, acayip hayallere dalarlardı. Çenginin sesinden, can kuşu kanatlanır uçar; gönlün aklı başından giderdi.

Zaman geçip çalgıcı ihtiyarlayınca, doğan kuşu gibi (gönüller avlayan) canı acizlikten sinek avlamaya başladı. Sırtı, küp sırtı gibi eğrilip kamburlaştı. Kaşları, gözünün üstüne semer kayışı gibi düştü. Cana can katan güzelim sesi çirkinleşti, yürek tırmalayıcı hale geldi. Kimsenin yanında kıymet-i harbisi kalmadı.

Zaten hangi hoşluk vardır ki sonunda nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yerle bir olmamıştır?

Çalgıcı iyice kocayıp zayıflayınca, kazançsızlıktan bir parça yufkaya muhtaç oldu.

Dedi ki: “Ya Rabbi, bana çokça ömür, tükenmez fırsatlar verdin. Çöp kadar değersiz bir kişiye nice lûtuflarda bulundun. Yetmiş yıl günah işledim; bir gün olsun rızkımı kesmedin, nimetini esirgemedin. Artık kazancım yok; Senin konuğunum! Çengi Senin için çalacağım…”

Çengi omuzladı. Ah ederek, Allah’a iltica ederek Medine mezarlığına kadar gitti.

Dedi ki: “Allah’tan kiriş parası isterim. Çünkü O, özü doğru olanları lûtf-u keremi ile kabul buyurur.”

Bir hayli çalıp ağladıktan sonra çengini yastık yaparak bir mezar üzerine yığılıp kaldı. 

Uyku onu kendisinden aldı, can kuşu hapisten kurtuldu. Çalgıyı da, çalgıcıyı da bırakıp uçtu gitti. Ten esaretinden, dünya ızdırabından azat oldu. Mânâ âlemine ve can ovasına vardı.

Canı (ruhu), orada terennüm ederek diyordu ki: “Ah beni burada bıraksalar; bana burada yurt verseler, ne iyi olurdu. Canım bu bahçede, bu bahar mevsiminde ne hoş hale gelirdi. Bu gayb âleminin lâle bahçesinde mest olur, gider; kolsuz, elsiz fesleğenler toplardım. Bu mânâ âleminde başsız, ayaksız yolculuklar eder, dudaksız, dişsiz şekerler yerdim. Dünya meşgalelerinden; akıl, fikir zahmetlerinden kurtulurdum da rahatlıkla Dostu zikrederdim. 

Rüyada gördüğüm bu âlem, öyle bir âlem ki, ferahlığından kolum, kanadım açıldı. Eğer o âlem ve onun yolu gözle görülür olsaydı, bu dünyada hiç kimse bir an bile kalmazdı.

İhtiyar çalgıcıya; “Burada kalmaya özenme, tamahkarlık etme. Madem ki ayağından mâsivâ dikeni çıkmıştır, korkma, haydi git” diye emir geliyor; çalgıcının rûhu ise; “Allah’ın rahmet ve ihsanı fezasında durdukça dur, oradan ayrılma.” diyordu.

O sırada Cenâb-ı Hakk, Hazreti Ömer’e öyle bir uyku verdi ki, bu uykudan başını kaldıramadı. Hz. Ömer, bu hale şaştı kaldı da; “Bu benim adetim değildi; madem ki gaybdan vâki oldu, elbette sebepsiz değildir, dedi. Başını koydu yattı, uykuya daldı. Rüyalar âleminde  Hakk’tan gelen bir nidayı ruhu işitti: “Ey Ömer! Kulumuzu ihtiyaçtan kurtar. Has ve muhterem bir kulumuz var. Mezarlığa kadar bir zahmet gidiver.”

“Ey Ömer! Kalk! Herkesin hakkı olan Beytü’l-Mâl’den yediyüz dinar al; ona götür de deki: Ey bizim seçkin erimiz, şimdilik bunu al ve bizi ma’zur gör. Bu kadarcık, senin basit ihtiyaçlarını karşılar. Bunu harca, tükenince yine  gel.”

Hazreti Ömer rüyâsında işittiği sesin heybetinden uyandı, yerinden sıçradı ve bu hizmeti görmek için hazırlandı. Kese koltuğunda, mezarlığın yolunu tuttu.

Mezarlığın çevresinde bir hayli döndü, dolaştı fakat, o ihtiyardan başka kimseyi göremedi. Kendi kendine; “Bu olmasa gerek.” dedi ama, aramak için tekrar koştu. Döndü, dolaştı, yorgun düştü lâkin başka kimseyi göremedi.

Cenâb-ı Hakk; “Temiz, hizmete lâyık ve kutlu bir kulumuz var” buyurdu; ihtiyar bir çalgıcı, nasıl Allah’ın has kullarından olabilir? Ey Allah’ın sırrı, ne güzelsin, ne garipsin, dedi.

O, bir kere daha mezarlığın etrafını dolaştı, araştırdı; o ihtiyardan başka kimsenin bulunmadığına iyice emin olduktan sonra, kendi kendine; “Karanlıklar içinde, nice nûrlanmış gönüller vardır” dedi.

Sonra geldi, kemâl-i edeple yanına oturdu. Kendisine bir aksırık arız oldu. Aksırınca ihtiyar uyandı, sıçrayıp kalktı. Ömer’i görünce, şaşırıp kaldı. Gitmeye davrandıysa da titremeye başladı. İçinden dedi ki: “Ya Rabbi, Sen imdadıma yetiş! Nasıl oldu da muhtesib (polis), ihtiyar çalgıcıya çattı?”

Hazreti Ömer o ihtiyarın yüzüne bakıp onu utanmış, beti benzi sararmış görünce: “Benden korkma, ürkme; sana Hakk’tan müjdeler getirdim” dedi. “Allah, senin huylarını o kadar övdü ki,  Ömer’i, senin yüzüne âşık etti. Gel, şöyle yanıma otur da kulağına, devlet sırlarından sırlar söyliyeyim.

Allah sana selâm ediyor; sıkıntılar ve kederler içinde nasılsın, soruyor. İşte, şu bir kaç değersiz sikke, zarûrî ihtiyaçların için. Bunu harca, sonra yine gel.”

İhtiyar bunları işitince titremeye, elini ısırıp çırpınmaya başladı: Ey eşi, benzeri olmayan Allah’ım! Yeter! Zavallı ihtiyar, utancından eridi, diye feryat ediyordu.

Bir hayli ağladı; derdi, kederi haddi aştı. Nihâyet çengi yere vurdu, parça parça etti.

Dedi ki:

“Ey Rabbimle aramda perde olan, ey yolumu ana yoldan (Hakk yolundan) kesip saptıran! Ey yetmiş senedir kanımı içen; ey kemâl sahibine karşı yüzümü kara çıkaran!…”

“Ey ihsan ve vefâ sahibi Allah’ım! Cefa içinde geçen ömrüme Sen acı!”

“Allah bana öyle bir ömür lûtfetti ki, onun bir gününe bile kimse kıymet biçemez. Ben ise ömrümü her solukta tiz ve pes sesleriyle harcadım.”

“Ah!… Irak perdesi ve makamı ile uğraşmaktan firak zamanı aklımdan çıktı.”

“Eyvahlar olsun ki, şu yirmi dört perdenin sesi ile ömür kervanı geçip gitti. Gün bitti, akşam oldu. Gönlümün ekini kurudu; gönlüm ise öldü…” 

“Allah’ım, başkasından değil, feryad eden nefsimin elinden feryad ediyor, şikâyette bulunuyorum.”

“Kimseden medet bulamam; bana ancak benden yakın olandan medet var!…”

Hazreti Ömer ona dedi ki: “Senin bu ağlayıp sızlayışın, kendinde oluşunun eseridir.

Allah aşkında fânî olmuş ve kendinden geçmiş kimsenin yolu başka türlüdür.

Kendinde olmak da bir başka günahtır…

Geçmişi anmak, gelecek endişesinden ise Allah ile aranda perde olur…

Her ikisini de ateşe at, yak. 

Sen benliğe kapılıp, (geçmiş ve geleceğinle) kendi etrafında döndükçe, kendini tavaf eder sayılırsın.

Tavaf ediyorsun, ama ridâ içinde  (kendini) tavaf etmedesin. Beyt’e ulaştın ama hâlâ kendinlesin; daha kendinden kurtulamadın…”

Hazreti Faruk sırlara ayna olunca, ihtiyarın rûhu bedeninden uyandı. Can gibi ağlayışsız gülüşsüz hale geldi. Onun canı gitti de, başka bir canla dirildi. O anda gönlüne öyle bir hayret düştü ki, yerden de dışarı çıktı, gökten de; bütün âlemi unuttu.

Arayışların ötesinde bir arayışa girdi ki onun nasıl olduğunu ben bilmiyorum; biliyorsan sen söyle!

“Hal”den de, “kaal”(söz, bilgi)den de ötede bir hâle ve kaale erişti…

Celâl sâhibinin Cemâline daldı.

Mesnevi-i Şerif