RUH ve TENASÜH

Misal âlemi ile ilgili sualin cevabı ve tenasüh düşüncesine reddiye; kümûn ve bürûz halleri hakkındadır.

***

Rahman Rahim Allah’ın adı ile…

Âlemlerin Rabbi ALLAH’a hamd olsun… Salât ve selâm, Seyyid’ül-mürseline, onun pak âline…

***

Bir iltifat olarak fıtratın üstünlüğünden ve güzel terbiyeden sadır olan (kaynaklanan) mübarek mektubunuzun mütalaası ile şereflendik. Allah-u Teâlâ, size selâm ihsan eylesin…

***

O mektupta yazdınız ki; Şeyh Muhyiddin ibn-i Arabî ‘kuddise sirruhu’ Fütuhat-ı Mekkiye’sinde naklettiği bir hadis-i şerifte Nebi ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ buyurdu ki:

«Allah-u Teâlâ, yüz bin Âdem yaratmıştır.»

Misal âlemindeki müşahedelerinden şöyle bir hatıra da naklemiş:

Kâbe-i Muazzama’nın tavafı sırasında, kendilerini tanımadığım bir topluluk zuhur etti. Onlar da Beyt’i tavaf ediyorlardı. Tavaf esnasında Arapça iki beyt söylediler ki, onların biri şudur:

Tavaf ettik tavafınız gibi yıllarca;
Bu mukaddes Beyti ki, hep birden topluca…

Bu beyti dinledikten sonra, hatırıma şöyle geldi: Bunlar misal âlemindendir. Bunun üzerine, onlardan biri benim tarafıma yaklaşıp baktı ve şöyle dedi:

-Ben, senin ecdadın cümlesindenim (dedelerindenim)…

Bunun üzerine şöyle sordum:

-Vefatın üzerinden kaç sene geçti?

Şu cevabı verdi:

-Kırk bin seneden daha fazla…

Teaccüble (hayretle) dedim ki:

-Eb’ül-beşer (beşerin babası) Âdem’in yaratılmasından beri henüz yedi bin sene bile tamam olmadı; nasıl olur?

Dedi ki:

-Hangi Âdem’den bahsediyorsun; insanların babası dediğin Âdem yedi bin yıllık devrin başında yaratılmış olandır.

O vakit hatırıma geldi ki; zikri geçmiş olan hadis-i nebevi bu kavli (sözü) teyid etmektedir (desteklemektedir).

***

Ey Mükerrem Mahdum!

Sübhan ALLAH’ın inayeti (yardımı) ile bu meselede Fakir’e zahir olan mana şudur:

Hazret-i Âdem’in ‘Resulüllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun’ varlığından önce gelip geçen bütün âdemler vücud olarak hepsi misal âleminde olup şehadet âleminde değillerdi.

Âlem-i şehadette vücud bulan, yeryüzünde hilâfete nail olan, melâikenin secdesine layık olan sadece beşerin babası Hazret-i Âdem’dir.

Bu babda netice söz şu ki:

Âdem, camiiyyet (her şeyi özünde toplama) sıfatı üzere (vasfıyla) yaratıldığından, hakikatinde bir çok latîfeler ve vasıflar vardır. Bizâtihi var olmasından asırlar evvel, Hakk Sübhânehû’nun icadıyla, her bir zaman diliminde, onun sıfatlarından bir sıfat veya latîfelerinden bir latîfe bulunmuş, Âdem suretinde görünmüş ve Âdem adını almış ve beklenen Âdem’de görülecek şeyler onda ortaya çıkmıştır. Hatta onlardan, misal alemine münasîb olarak doğum hali ve nesillerin türemesi oldu. O âleme münasîb surî ve manevî kemalâtlara nail oldular. Sevaba ve cezaya müstehak oldular. Dahası kıyamet onlar için kopmuş, cennetlik olanları cennete, cehennemlik olanları da cehenneme gitmiştir.

Bundan sonra, Sübhan ALLAH’ın dilemesi ile vakitlerden bir vakitte, onun sıfatlarından bir sıfat veya latifelerinden bir latife daha misal âleminde zuhur etti (zahir oldu, ortaya çıktı) ‘Resulüllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun’. Evvelkinden zahir olanlar, bundan da zahir oldu.

Bunun da devri tamam olunca, üçüncü bir zuhurla sıfatlarından veya latifelerinden biri tekrar zuhura geldi. Bu zuhur dahi tamam olduktan sonra, dördüncü bir zuhur zahir oldu. Bu durum, Allah-u Teâlâ’nın dilediği zamana kadar sürüp gitti. Böylece Âdem’in sıfat ve latîfeleri ile alakalı olan misal âlemindeki zuhur devirleri (zuhurat dairesi) tamamlanmış olunca, nihayetinde Yüce Sultan Allah’ın var etmesi ile şehadet âlemindeki nüsha-i camiası meydana geldi; ALLAH Sübhânehu’nun inayeti ile muazzez (aziz) ve mükerrem (keremli) oldu.

Yüz bin Âdem de bulunsa, onların hepsi bu Âdem’in cüzleri, maddeleri ve varlığının mukaddime ve mebde’lerinden başka değildir.

Ölümü üzerinden kırk bin seneden fazla geçmiş olan Şeyh-i Ekber’in dedesi, şehadet âlemindeki dedesinin misal âlemindeki latifelerinden bir latife idi.

Şehadet âleminde bulunan Şeyh, Beyt-i Şerifi misâl âleminde tavaf ediyordu. Zira Kâbe-i Muazzama’nın da misal âleminde bir sureti ve bir benzeri vardır ki, o âlem halkının kıblesidir.

Fakir, nazarımı bu hususta uzaklara, çok uzaklara çevirdim; onda çok derinlere daldım ama şehadet âleminde nazarım bir başka Âdem’e ilişmedi. Misâl âleminin gölgelerinden, şaşırtmalarından başka bir şey de bulamadım.

O misali (temsili) bedenin “Ben, senin ecdadının cümlesindenim.. Vefatımdan da kırk bin sene geçti.” sözüne gelince… Âdem’den önce bulunan Âdemler, beşeriyetin atası olan Âdem’in latîfelerinin ve sıfatlarının görünüşlerinden ibarettir. Zira henüz Âdem’in yaratılışının üzerinden yedi bin sene geçmemişken, öyle birinin âdemoğullarının dedesi olması; kırk bin senenin geçmiş olması nasıl mümkün olsun!

O kimseler ki, kalplerinde maraz (hastalık) vardır; bu hikâyeden tenasüh manası çıkarırlar. Nerdeyse âlemin kıdemine (kadim olduğuna) hükmedip kıyamet-i kübrayı (büyük kıyameti) inkâr edecekler…

Batıl yolla şeyhlik makamına oturmuş bazı mülhidler (Din’den çıkanlar), tenasühün cevazına hükmederler. Zannederler ki, nefis, kemâl sınırına ulaşmadıkça, bedenlerde döner durur. Bu manadan olarak derler ki: “Nefis, kemâle erdiği zaman, bedenlerde değişmekten, dolaşmaktan fariğ olur (kurtulur). Hatta bedenlerle alâkası da kalmaz. Zira onun yaratılmasından gaye kemâle ulaşmasıdır. Onun kemâli hasıl olunca, maksat dahi hâsıl olmuş olur.”

Bu söz, sarih (açık) küfürdür; tevatür ile dinde sabit olanı inkârdır. Zira her nefis kemâl haddine ulaşınca, o zaman cehennem kimin için olacak? Ve kim azap görecek?

Onların bu kavli (sözü), aynı zamanda cehennemi ve uhrevî azabı inkârdır. Keza, cesedlerin haşredilmesini dahi inkârdır. Zira onların fasit (bozuk) kanaatine göre, nefsin cesede ihtiyacı kalmamıştır ki cesetler haşredilsin (yeniden diriltilsin)… Zira o, kemâle ulaşmasına bir âletti.

Bunların itikadı, felsefecilerin itikadına uygundur. Zira onlar da, cesetlerin haşrını inkâr ederler. Sevabın ve azabın ruha olacağına hükmederler. Hatta bunların itikadı, felsefecilerin itikadından daha kötüdür. Zira felsefeciler, tenasühü inkâr edip ona kail olanı reddeder; ruhanî azabı sabit görürler. Halbuki bunlar, tenasühü ispat edip uhrevi azabı dahi inkâr ederler. Bunlara göre azap yalnız dünya azabıdır. Bu da, nefsin terbiyesi için vardır.

***

Eğer denilirse, Emir’ül-müminin Hazret-i Ali’den ‘kerremellahu vecheh’ ve bazı velilerden nakledildi ki, kendileri şehadet âlemine gelmeden asırlar önce, onlardan bazı garip ve acayip işler meydana gelmiş. Bu durum tenasuha cevaz vermeden nasıl sahih olur?

Bunun için, şu cevabı veririm:

Bu türlü ameller ve fiiller, o büyüklerin ruhlarından sâdır olmuştur. Allah-u Teâlâ’nın dilemesi ile o ruhlar bedenlere bürünmüş, ceset şeklini almışlar ve o acayip işleri yapmışlardır. Yoksa o büyüklerin ruhlarının başka bedenlere girmesi ile bu işler olmuş değildir.

Tenasüh, “ruhun, ait olduğu bedene girmeden önce ve o bedenden farklı bir bedene girmesi” demektir. Ruhun kendisi ceset (beden) gibi olursa, bu nasıl tenasüh olsun!

Cinleri görmez misin? Değişik şekillerle şekillenirler, farklı cesetlere bürünürler. Bu halde iken onlardan, büründükleri şekle veya cesede uygun acayip işler meydana gelir. Burada kesinlikle tenasüh yoktur, hulûl yoktur.

ALLAH’ın kudreti ve güç vermesi ile cinlerin farklı şekillere bürünmeleri ve bu halde birtakım acayip işleri yapmaları mümkün ise kâmil kişilerin ruhlarına bu gücün verilmesi niçin taaccüp mahalli (hayrete sebep) olsun? Bir başka bedene ne diye ihtiyaç olsun?

Bazı velî kullardan nakledilenler de bu kabildendir. Meselâ: Aynı vakitte değişik beldelerde hazır olurlar, kendilerinden farklı işler vaki’ olur.  Burada da onların latifeleri farklı şekillere girmiş ve farklı bedenlerle bedenlenmiştir.

Mekke-i Muazzama’dan gelen bir cemaat, bir veliyi kastederek, biz falanca şeyhi Mekke-i Mükerreme’nin haremi şerifinde gördük, aramızda şöyle böyle sözler geçti, der. Başka bir cemaatte der ki, biz onu Rum diyarında gördük. Başka bir taife de onu Bağdat’ta görmüş. Gördüklerinin hepsi, o şeyhin latifelerinin farklı şekillerle şekillenmesidir. Çoğu zaman o şeyhin bu şekillenmelerden haberi dahi olmaz. Bu sebeple şu cemaatlere cevabında der ki; bu söyledikleriniz bana töhmettir, beni itham altında bırakmaktır. Ben evimden hiç çıkmadım. Mekke Haremi’ni görmedim. Rum’u ve Bağdat’ı bilmem, sizleri tanımam.

***

Hacet erbabının (ihtiyaç sahiplerinin) korkulu ve tehlikeli zamanlarda ölü veya diri büyüklerden (velilerden) yardım istemeleri (istimdat etmeleri) de bunun gibidir. Görürler ki, o büyüklerin suretleri hazır olmuş ve o belâyı defetmiştir.

Bu olan işlerden; o büyük zatların bazen haberleri olur bazen de olmaz.

Bu durumda da olan, o büyüklerin letaîfinin şekillenmesidir.

Anlatılan teşekkül (şekillenme), bazen şehadet âleminde olur; bazen de misal âleminde…

Nasıl ki bin kişi, bir gecede, Nebi’yi ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ rüyalarında, muhtelif suretlerde görür ve sallallahu aleyhi ve sellem’den birçok şeyi istifade ederler. Bunların tamamı, sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatlarının ve latîfelerinin teşekkülüdür.

Müridler de aynı şekilde şeyhlerinin misalî sûretlerinden birçok şey istifade ederler ve müşkillerini hallederler.

***

Bazı meşayihten nakledilen kümûn (gizlenme) ve bürûz (ortaya çıkma) dahi tenasuhla bir alâkası yoktur. Zira, tenasuhta ruh, ikinci bir bedenle, hayatın sabit olması (o bedenin canlanması), onda his ve hareket hasıl olması için alâka kurar. Bürûz da ise, ruhun başka bir bedenle alaka kurması, bunlar için değil; o bedenin yüksek derecelere kavuşması ve kemâlatı hasıl olması içindir.

Nitekim cin de, insan fertlerinden biri ile alâka kurar ve onun şahsında açığa çıkar (bürûz eder). Fakat bu alâkası, bu kimseye hayat vermek için değildir. Çünkü bu kimse, cin onunla alâka kurmadan önce de diridir; hissetmekte ve hareket etmektedir. Bu alâkadan onda ortaya çıkan şey, o cinnin vasıflarının, hareketlerinin ve duruşlarının onda zahir olmasıdır (ortaya çıkmasıdır).

Halleri istikamet üzere olan meşayih, kümûn ve bürûz ibarelerini dile getirmemişlerdir. Böyle bir şeyle, nakısları (ham kimseleri) belâya ve fitneye atmamışlardır.

Fakir’in katında dahi, asla kümûn ve bürûza hacet (ihtiyaç) yoktur. Eğer kâmil bir zat, nakıslardan birini terbiye etmek isterse; uygun olan odur ki: Allah-u Teâlâ’nın kudreti ve güç vermesi ile kendi kâmil sıfatlarını o nakıs müridde in’ikâs ettirir (aksettirir, yansıtır). Bu aksettirmeyi, nakıs müridi noksandan kemâle çıkartmak ve düşük sıfatlardan iyi sıfatlara meyletmesi için sabit ve istikrarlı yapar; arada asla kümûn ve bürûz olmadan…

Bir âyet-i kerime meali:

«Bu, Allah’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Allah büyük fazlın sahibidir..» (62/4)

***

Bir başka zümre de, ruhların nakledildiğini (başka bir bedene intikal ettiğini) söylerler ve derler ki: Kemâle ulaştıktan sonra ruh için bir kudret hâsıl olur. O kadar ki, isteyince kendi bedenini bırakır; başka bir bedene girer.

Nakledildiğine göre:

Kendisinde kemâl ve bu kuvvetin bulunduğu büyüklerden biri; yakınında bulunan bir genç vefat edince, yaşlanmış olan kendi bedenini terk edip o gencin bedenine girmiştir; bunun üzerine, ilk bedeni ölü olmuş; ikinci beden olan gencin bedeni ise canlı kalmıştır.

Bu söz, tenasühü gerektirir. Çünkü bu takdire göre; ruhun ikinci bir bedenle taalluku (alakası, bağlantısı), ancak o bedenin hayat bulması içindir. Bu anlatılanla tenasüh arasındaki fark şudur: Tenasühe hükmedenler nefsin noksan olduğuna hükmetmektedirler; tenasühü de, onun kemâle ermesi için ispat ederler. Ruhun nakledildiğine hükmedenler ise, ruhu kâmil olarak itikad ederler. İntikali de ruhun kemâlinden sonra ispat ederler.

Fakir’e göre ruhun intikaline inanmak, tenasühe inanmaktan daha düşüktür (kötüdür). Çünkü tenasühe kail olan (inanan), nefislerin tekmili (kemâle ermesi) için tenasühe itibar etti; isterse bu itibar batıl olsun… Ruhların intikaline inananlar ise, ruh kemâle erdikten sonra intikalden söz etmektedirler; asla orda kemâl olmasa da…

Bedenlerin tebeddülü (değişikliği) kemâlât elde etmek için olduğu sabit olduğuna göre; kemâl elde edildikten sonra bir başka bedene geçmenin sebebi ne olabilir?

Kemâl ehli zatlar, hevâ ve heves erbabı değildir. Bilakis onların himmeti, kemâl bulduktan sonra, bedenden soyulmaktır (beden bağından kurtulmaktır); bedenlere bağlanmak değil… Zira bedene bağlanmaktaki maksat, kemâle ulaşmakla hâsıl olmuştur.

Üstte anlatılandan başka, ruhun intikalinde, birinci bedenin ölümü, ikinci bedenin ise canlanması vardır. Bu durumda, birinci beden için, kabir azabı ve sevabı gibi berzah âlemi hükümlerinin gerçekleşmesi söz konusudur. İkinci beden için ikinci hayat sabit olduğundan, onun hakkında haşir (dirilme) dünyada gerçekleşmiş demektir.

Zannımca, ruhun intikaline inananlar, kabir azabına ve sevabına inanmamaktadırlar. Haşre dahi itikad etmezler.

Ah!. Bin kere ah!. Nasıl olur da, bu gibi battallar (batıl kimseler), şeyhlik postuna otururlar; Ehl-i İslâmın tabi olduğu kimseler olurlar?

Hem dalâlete düşmüş (sapıtmışlar), hem de başkalarını dalâlete düşürmüşlerdir (saptırmışlardır).

***

«Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra, kalplerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle…» (3/8)

Resullerin efendisi hürmetine…

Mektubat-ı Rabbani