RÜYA

Soru: Semâyı men etmekte her ne kadar mübalağa ile durulmuş ise de; bu, mevlid dinlememeyi dahi tazammun eder mi? Zira o: Naat olan kasideler ve naat olmayan şiirlerden ibarettir. Pek Aziz Kardeş Mir Muhammed Numan’a mevlid dinlemeyi terk etmek ağır geliyor; keza burada mevcud olan bazı arkadaşlara da. Şunun için ki: Onlar, rüyada, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizi gayet hoşnut bir şekilde mevlid meclisinde otururken görmüşler. Dolayısı ile bu işi terk onlara cidden ağır gelmektedir.

Cevap: Ey Mahdum, eğer rüyalara itibar ve uykularda beliren hallere itimad olsaydı; müridlerin mürşidlere ihtiyaçları kalmaz, herhangi bir tarik seçmek dahi abes olurdu. Bu durumda her mürid, rüyasında gördüğü vakıaya muvafık amel eder, uykusunda bulduğuyla hareket ederdi. İsterse bu vakıa ve rüyalar, mürşidinin yoluna muvafık olsun veya olmasın; isterse de mürşidinin katında hoşnut olunmuş olsun veya olmasın, fark etmezdi. Bu taktirde de, mürşid ve müridlik silsilesi dağılır giderdi. Hevesi olan herkes, kendi haline göre usuller koyar, tek başına hareket edebilirdi.

Halbuki, sadık müridin yanında, bin tane sadık rüyanın (vakıanın), mürşidi varken, yarım arpa kadar bir itibarı olmaz. Mürşidinin huzurunda olma devleti olduğu sürece, rüşdünü bulan/kendini bilen talip yanında rüyalar, manasız düşler meyanında sayılır. Onlardan hiç birine iltifat etmez.

Şeytan kuvvetli bir düşmandır; onun hilesinden müntehiler (yolun sonuna varmış olanlar) dahi emin olamazlar. Daima, onun mekrinden (tuzaklarından) korkar; çekinirler. Müptedilere (yolun başında olanlara) ve mutavassıtlara (yolu ortalayanlara) ne diyebiliriz?

Bu babda netice söz şu ki: Müntehiler muhafaza edilmişler; şeytanın sultasına (tasallutuna) karşı korunmuşlardır. Amma müptediler ve mutavassıtlar böyle değildir. Bunların rüyaları itimada müstahak ve inatçı şeytanın mekrinden dahi mahfuz değildir.

Burada şöyle bir şey sorulabilir: Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin görüldüğü rüyalar doğrudur. Şeytanın dahi hile ve tuzağından mahfuzdur. Bir hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, Onun suretine şeytan giremez. Durum böyle olunca, mevzuumuz olan rüya doğrudur ve şeytanın mekrinden mahfuzdur.

Bunun için şu cevabı veririm: Fütuhat-ı Mekkiye Sahibi (Allah sırrının kudsiyetini artırsın) bu hususu, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimize ait Medine-i Münevvere’de medfun bulunan suretine mahsus kılmıştır. Onun sahibine salât ve selâm… Kaldı ki, bu sureti rüyada teşhis etmek oldukça zordur. Bu durumda, nasıl olur da itimada hak kazanabilir?

Eğer şeytanın görünememesini Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimize mahsus surete ait kılmazsak ve hangi surette olursa olsun, onun gibi görünemeyeceğine cevaz versek -ki ulemanın çoğu da bu görüşe gitmiştir ve Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin yüksek şanına böylesi münasiptir- yine de deriz ki, bu suretten hükümleri almak, razı olunanı ve razı olunmayanı anlamak müşkil (zor) işlerdendir. Zira şeytan-ı lain araya girmiş ve gerçek dışı olanı gerçekmiş gibi gösterip rüya sahibini şüphe ve karışıklığa düşürmüş olması mümkündür. Bu da, (şeytanın) kendi ifade ve işaretlerini, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin ibare ve işaretlerine karıştırması suretiyle olur.

Nitekim bu mana üzerine (Garanik Hadisesi isimli) bir rivayet vardır: Bir gün, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” oturuyordu. Ona ve âline salât ve selâm… Kureyş’in ileri gelenleri ve küfür ehlinin başları da yanında idi. Ashab’dan da çokları orada bulunuyordu. Bu sırada, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz Necm suresini okudu. Onların batıl putlarını anlatmaya gelince; Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kıraatına; şeytan, onların batıl putlarını medheden bazı kelimeler katıştırdı. O şekilde ki: Orada bulunanlar, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kendi kıraati sandılar. Asla bir ayırt etme yolu bulamadılar.

Bunun üzerine, kâfirler sevinip şöyle dediler: “Bizimle anlaştı; putlarımızı övdü.”

Orada bulunan Müslümanlar buna şaşırdılar. Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz dahi, şeytanın kelâmının farkına varmamıştı; sordu: “Vaki olan nedir?” Ashab dahi, durumu kendisine arz etti: “Şu sözler, sizin kelâmınız meyanında zuhur etti.” Bunun üzerine, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz mahzun oldu. Akabinde Cebrail “aleyhi’s-selam” geldi; vahiy ile şu beyanı yaptı: “O kelâm, ilka-i şeytanîdir.” Bu suretle şu âyet-i kerimeleri de getirdi:

«Biz senden evvel hiç bir resul, hiç bir nebi göndermedik ki o, (bir şey) arzu ettiği zaman şeytan onun dileğine ille (bir fitne) atmaya/katmaya kalkışmasın. Nihayet ALLAH, şeytanın katacağını giderir, iptal eder. Yine ALLAH âyetlerini sabit (ve mahfuz) kılar. ALLAH (her şeyi) hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. (22/52)

(ALLAH’ın buna müsaade buyurması) şeytanın atacağı (fitneyi) kalplerinde bir maraz bulunanlara, yürekleri katı olanlara bir imtihan (vesilesi) yapmak içindir. Hiç şüphe yok ki o zalimler (haktan) uzak bir ayrılık (ve muhalefet) içindedirler. (22/53)

Bir de bu, kendilerine ilim verilenleri onun (Kur’ân’ın) muhakkak Rabbinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilip de ona (tam) iman etmeleri ve kalplerinde tam bir itminan hâsıl olması içindir. Şüphesiz ki ALLAH, iman edenleri doğru bir yola iletir. (22/54)

İnkâr edenler ise kendileri o saat ansızın gelinceye yahut kısır bir günün azabı çatıncaya kadar ondan (Kur’ân’dan) yana hep şüphe içinde kalırlar.» (22/55)

Şeytan, batıl kelâmını, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kıraati esnasında; kendisi hayatta ve ayık halinde ve ashabın huzurunda ilka ettikten/kattıktan sonra; hem de, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kıraatından ayırd edilemeyecek bir şekilde; bu durumda, o rüyanın şeytan tasarrufundan korunmuş, onun karıştırmasından emin olduğu nereden bilinsin? Hem de, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin vefatından sonra, hem de uykuda, hem de duyguların muattal/atıl kaldığı bir demde… Kaldı ki o uyku zamanı, şüphe ve iltibas mahallidir; diğer insanların görüşü olmadan, tek görüşlü kalmak vardır.

Şöyle bir cevap dahi verebiliriz: Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, bu amelden razıdır. Nitekim medhedilen dahi medhedenlerden de razı olur. Bu mana, kaside okuyanların ve dinleyenlerin zihnine yerleşip hayallerine nakşedilince, o görülen suretin, kendi hayallerine nakşedilen suret olması da caiz olur; o görülen rüya hakikat olmaksızın ve şeytanın şekillendirmesi dahi karışmaksızın.

Bazen de rüya ve vakıaların, görülen manaları alınmaz, yorum ve tabire gidilir. Mesela, rüyasında Zeyd’i görmüş bir kişinin bu rüyası, aralarındaki münasebetten dolayı Amr’ı görecek diye yorumlanabilir. Öyleyse sözünü ettiğiniz rüyanın/vakıanın zahirine göre yorumlanacağı, başka manalara alınmayacağı nereden/nasıl bilinecek? Şeytanın suret değiştirmesi bir kenara; bu görülen vakıaların tabire muhtaç ve başka bir işten kinaye olması niçin mümkün olmasın?

Hülâsa: Îtibar dayanağı rüyalar olmamalı/bir mevzu ile ilgili hükümde rüyalar ölçü alınmamalıdır. Çünkü her şey, hariçte (dış dünyada) mevcuttur ve her şeyi dış dünyada görmek için çalışmak lâzımdır. Zira itimada lâyık olan da budur ve bunda tabire (yoruma) dahi yer yoktur. Hayal âleminde görülen ise rüyadır ve hayaldir.

***

Uzun bir süredir, arkadaşlarımız orada, kendi durumlarına ve görüşlerine göre davranmaktadırlar. Tercih hakkı da ellerindedir. Mir Muhammed Nu’man’a gelince; onun için, inkıyaddan (boyun büküp itaat etmekten) başka kurtuluş yolu yoktur. Bir men edilme kendilerine iletildikten sonra, yapılmaması gereken işten bir göz açıp kapayıncaya kadar imtina edip duraklama olursa, Sübhan Allah’a sığınmak gerek.

Gözetiyoruz: Kime kaçacaklar ve kime sığınacaklar?

***

Fakir’in bu işte mübalâğa ile durması, ancak tarikatına muhalefet (aykırı olması) sebebi iledir. Amma bu muhalefet, ister semâ olsun; isterse raks… İster mevlid okumak olsun; isterse kaside sıralamak…

Her tarikat için, kavuşmak istediğine bir vusul yolu vardır. Bu orta yola mahsus olan matluba kavuşmak ise, bu işleri terk etmeye bağlıdır.

Her kim de ki, bu yolun matlubuna kavuşmaya bir taleb vardır; ona düşer ki: Bu tarikata muhalefetten sakınsın.. Başka tarikatların matlabları onun görüşünde yer tutmasın. Bu manada Hace Bahaeddin Nakşıbend (Allah sırrının kudsiyetini artırsın) şöyle dedi: “Ne bir işi yapıyoruz; ne de inkâr ediyoruz.” Bunun açık manası şudur: “Biz bu işi yapmıyoruz; çünkü bize has olan tarikata muhaliftir. Amma onu inkâr da etmiyoruz; çünkü başka meşayihlerce o iş yapılmıştır.”

Bu manada bir âyet-i kerime meâli: «Herkesin Ona çevirdiği bir yüz ciheti vardır.» (2/148)

***

Fakirin maksadı bildirmektir; ister kabul ediniz, ister kabul etmeyiniz. Bu işten dolayı, bizden yana ne bir sıkıştırma olur; ne de münakaşa. Eğer mahdumlar ve orada bulunan arkadaşlar, bu vaziyeti devam ettirip dururlarsa, onların sohbetinden bizim için, mahrumiyetten başka bir şey olmaz.

Bundan daha fazla ne yazayım?

Evvel âhir selâm.

Mektubat-ı Rabbani