Etiket arşivi: evliya

AKLAŞAN SAÇLAR

Hâdise, Muğla’nın Milas ilçesinde geçmektedir.

Orta yaşlı bir adam, bir gece, hayatının akışını değiştiren bir rüya görür.

Gördüğü, kendi ölümüdür: Ölmüş, teneşirde yıkanmış, kefenlenmiş ve mezara defnedilmiştir. Yapılan dualar ve okunan tilavet ile birlikte üzeri toprakla kapatılmış; kapkaranlık ve yapayalnız kalmıştır.

Bir müddet sonra bulunduğu kabrin sağ tarafından bir menfez açılır ve içeriye iki kişi girer. Kendilerinin “Münker ve Nekir” olduklarını söylerler.

Adamı alırlar; aynı menfezden geçirerek başka bir yere götürürler. Götürdükleri yerde, önüne bir terazi ve yanına da bir miktar üzüm koyarlar.

O sırada karşıdan bir adam gelmektedir.

Münker Nekir, Milaslı bu çiftçiden, karşıdan gelen adama üzüm satmasını söylerler ve sağ ve solunda muhafız gibi durarak satışa nezaret ederler.

“Bu dünyada âmâ olan
ahirette de âmâ’dır”
(Meal / 17-72) 

Tartıda çok az bir haksızlık yaptığını gören Melekler, onu hemen tezgâhın başından aldıkları gibi çok büyük bir kapının yanına getirirler. Kapı, kale kapısı gibi çok büyüktür.

Kapının yanına gelir gelmez kapı kendiliğinden açılır.

Manzara çok korkunçtur.

Müthiş bir yangın ve alevlerin içerisinde insanlar yanmakta ve bir taraftan da yanan vücutları yenilenmektedir. Feryatlar ise yürek dayanacak gibi değildir.

Dehşet içinde bir müddet seyrettirdikten sonra, Münker Nekir, adamı alırlar ve başka bir meydana getirirler. Kendisine: “Biraz önce alışveriş sırasında işlediğin suçun cezasının gördüğün gibi yanarak mı, yoksa başka  bir şekilde mi verilmesini istersin?” derler.

Adam, gördüğünden daha büyük bir cezanın olamayacağı düşüncesiyle başka bir cezayı istediğini söyler söylemez vücudunda yüzlerce derecede bir sıcaklığın başgösterdiğini bütün dehşetiyle hisseder.

Dayanılmaz bir ıstırap, çekilmesi mümkün olmayan acı ve azap…

Avazı çıktığı kadar feryad ve figan…

***

Normal hayatta da aynı şekilde avazı çıktığı kadar bağırmakta, ortalığı ayağa kaldırmaktadır.

Vakit gece yarısıdır.

Karısı ve iki oğlu, korkunç çığlıklara uyanır.

Sesler mahalleyi de inlettiğinden konu-komşu adamın evinde toplanır.

Adam ise hâlâ feryat ve çığlığa devam etmekte; ne kadar uğraştılarsa da bir türlü uyanmamaktadır.

Tahammül sınırının çok ötesinde bir acı çektiği ise her halinden bellidir.

Bir müddet sonra…

***

Ceza sona erdirilir ve Münker Nekir adama şunları söyler:

“İşte gördün; dünyada yapılan küçük bir haksızlık ve adaletsizliğin ahiretteki cezasının ne olduğunu…

Şimdi seni dünyaya iade ediyoruz.

Hayatını ona göre tanzim eyle!”

***

Adamcağız gözleri yerinden fırlamış, beti benzi atmış, kan ter içinde uyanır ama yüzünde, etrafındakileri hayretler içerisinde baktıran bir görüntü ile…

Saçları ve kıllarının tamamı bembeyaz olmuştur.

***

Hadiseyi nakledenlerin ifadesine göre, şimdi o, ak saçlarıyla, hayatını kılı kırk yararcasına; dünya ve ahirette kendisine fayda sağlayacak salih amellerin, hayırlı işlerin peşinden koşar bir şekilde yaşamaktadır.

***

Fe men ya’mel
miskâle zerretin hayren yereh.
Ve men ya’mel
miskâle zerretin şerren yereh.
(99/7-8) 

Alıntıdır

SÛFİLER DERLER Kİ

Tasavvuf ehline göre sülûk, kötü sözlerden iyi sözlere, kötü fiillerden iyi fiillere, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kendi varlığından Hakk Teâlâ’nın varlığına gitmekten ibarettir. Sâlik de, bu yolda gidene denir.

Eğer bir sâlik iyi sözleri, fiilleri ve ahlâkı devamlı hale getirirse mârifetlerin yüzü ona görünmeye; eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar. 

“Allahumme erini hakaikel eşyâ-i kemâhiye: Allah’ım, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster” hadis-i şerifindeki mâna ortaya çıktıkça irfanda kemâl zûhur etmeye başlar.

Her kim bu dört haslette kemâle erişirse, insanî kemâlâtı tahsil etmiş olur. Zira insanî kemâlât tamamiyle bu dörde münhasırdır.

Sufiler derler ki: Eğer yüz bin sâlik bu yola sülûk etse, ancak birisi bu dört mertebenin kemâline erişir. Diğerleri noksan kalır. Zira insanın her meselede kemâle erişmesi nâdir vuku’ bulur; hususiyle tarik-i Hakk’ta…

*****

Kazanılması ve üzerinde sebat edilmesi gereken şeylere makam; bertaraf edilmesi lâzım gelen ve sülûke mâni olan şeylere de hicap denir.

Sülûkte hicap ve engeller gayet fazladır. Ancak hicap ve engellerin temeli dörttür: Mal sevgisi, makam sevgisi, taklid ve isyandır. Makamların ve hallerin asılları da dörttür: Güzel sözler, güzel fiiller, güzel ahlâk ve maârif-i cemile (güzel marifetler)dir.

Ey ârif!

Dört makamın tahsilinin kolaylaşması için ilk önce bu dört hicabı terk etmek gerek. Zira dört hicabı terk, abdest mesabesinde; dört makamın tahsili ise namaz mesabesindedir.

Her bir hicap, yıkanması farz olan abdest uzuvlarından biri gibi, dört makamın her biri de vacip olan namazın dört rek’atından biri gibidir. Önce abdest, sonra namaz… Önce tahliye (boşaltma), sonra tehliye (yerleşme)… Önce parlatma, sonra aydınlatma… Önce fasl (ayırma), sonra vasl (kavuşturma)…

Yine demişlerdir ki:

İnsan bir nesneden ölmedikçe, onun karşılığında olan şeyden dirilmez. Kötü ahlâktan bir sıfatı terk edene, güzel ahlâktan onun karşılığında olan sıfat verilir. (Cimrilikten ölenin cömertlikle dirilmesi gibi…)

Dört hicabın terki ve dört makamda ilerleme, dört şeye riayetle husule gelir: Birincisi uzlet, ikincisi az konuşmak, üçüncüsü az yemek, dördüncüsü ise az uyumaktır. Fakat bu zikredilenlerin arif ve irşâda izinli bir mürşidin sohbetinde olup onun emir ve işaretiyle olması gerekir.

Her mürşide gönül verme ki
Yolunu sarpa uğratır.
Mürşidi kâmil olanın
Gittiği yol âsân imiş.

Ey sâlik!

Sülûkta, riyazet ve mücahedeler yapmakta niyet, Hakk Teâlâ’yı talep olmamalıdır. Zira Hakk Teâlâ herkesle beraber mevcuttur; ayrıca talep etmeye hacet yoktur. Her şeyin varlığı O’ndandır. Âlemler O’nunla kâimdir. Her şey yine O’na rücû edecektir.

Keza niyet, temizlik ve güzel ahlâkı tahsil etmek; ilim, marifet, sırların keşfi ve nurları iktibas da olmamalıdır. Zira bunların her biri, manevi mertebelerden bir mertebeye mahsustur. Sâlik o mertebeye eriştiği vakit, istese de istemese de, o mertebeye mahsus olan haller kendi üzerinde zâhir olur. O mertebeye erişmemiş ise talep etmekle de ele bir şey geçmez… Bulunduğu mertebeye mahsus olmayan vasıflar onda açığa çıkmaz. Vakti geldiğinde dişlerin çıkması; vakti gelmeden de talep edilse dahi çıkmaması gibi…

Ey ârif!

İnsan için olan mertebeler tıpkı ağaç için olan mertebeler gibidir… Şöyle ki; bahçıvan, ağacın mertebesine göre, toprağın bakımını yaparak ağaç için uygun halde saklarsa; diken ve yabani otlardan temizleyerek vaktinde suyunu verirse vakti (mertebesi) geldiğinde o ağaç yaprak, çiçek açmaya başlar ve vakti geldiğinde de meyve vermeye durur.

Sâliklerin terbiyesi de buna benzer… Vakti (mertebesi) geldiğinde bulunduğu mertebeye has nitelikler kendisinde zûhur eder.

O vakit ister talep etsin, ister istemesin, temizlik, güzel ahlak, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların zuhurundan her biri zâhir olur. Nice nice leziz haller, acayip keyfiyetler baş gösterir.

(Vakti gelmeden görünenlerin durumu, izahı başkadır.)

Ağacın bütün mertebelerinin tohumunda mevcut olup bahçıvanın bakımlı terbiyesiyle ağaç husule geldiğinde mertebeler ve nitelikleri ortaya çıkması gibi insanın zatında / özünde de temizlik, güzel ahlâk, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların ortaya çıkması gibi vasıflar vardır. Ancak insanın zatında gizli olan bu vasıflar bir kâmil mürşidin sohbetinde bulunmak ve terbiyesinden geçmekle zûhur eder ve husûle gelir.

Eğer öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini istersen, bu kendi özünde gizlidir; zatına yerleştirilmiştir. Bu sebeple “Her ne ararsan kendinde ara” demişlerdir! Çünkü bütün kemâlât özünde gizlidir; derûnunda mevcuttur.

Zannedersin özünü âlem-i asgarsın sen!
Gafil olma, gözünü aç, âlem-i ekbersin sen!
Hz. Ali (kerremellahû vechehû) 

*****

Yine demişlerdir ki: “Hiç kimse dışarda Hakk’ı arayacağı bir yol bulamaz” “Ne kadar Hakk’ı bulan varsa, kendi derûnunda bulmuştur.”

Herkesin derûnunda manevi bir kuyu vardır. Eğer mürşid mârifetiyle sa’y-ü gayret gösterip özünde gizli olan kuyuyu kazarsa âb-ı hayat, ilahî füyûzât gelmeye başlar. Başkalarından feyz almak, başkalarının kuyusundan kendi kuyusuna su boşaltmak gibidir ki ömrü uzun olmaz.

Eğer bir sâlik, kendi derûnundaki kuyuyu açabilirse, ondan Rabbani feyzler fışkırır. İnsanî hakîkat olan kalbin ortasında, sonsuz ehadiyet denizinden cetvel gibi bir kanal ortaya çıkıp akmaya başlar. Bu su eksilmez, kesilmez, kokuşmaz. Bilakis an be an artar ve sefası çoğalır. Kendisine ve ondan içenlere şifa olur.

Her kim onunla sohbet ve muaşeret ederse ondan fayda görür ve istifade eder.

Eğer bir kimsenin kendi derûnunda ilahî feyz kendini gösterirse, o kimse herkesten daha fazla mütevâzi ve mûtedil olur.

Ey sâlik!

Eğer kendi nefsini insanlık mertebelerinin sonuna eriştirip her gün kendi sıfat ve makamlarını temaşa ederek vuslat sarayının has bahçelerinde nimetler içinde yüzemiyor, Hakk Teâlâ’ya yakınlık içindeki kulluk makamına kavuşamıyorsan ve dahi mukarreblere has derecede sürekli Hakk Teâlâ’nın cemâlini temaşa ile nimetlenmeye gücün yetmiyorsa, bâri gayret et de nefsini cehennem ateşinden kurtarıp cennet ehlinden olasın!

Ey sâlik!

Bunun için farzlardan başka çok namaz kılmanın tasasında, farzın dışında çok Hac etmenin derdinde olma! Gereğinden fazla fıkıh ezberlemenin sevdasında da olma. Zaruretleri defedecek kadarını bilmek kâfidir.

Ancak doğru sözlü ve iyi nefisli olmaya gayret et ve ihtimam göster. Böylelikle cehennem azabından kurtulmuş olabilesin. Zira cehennem ehlinin ekseri azabı, istikamet yokluğu ve kötü nefisli olmak yüzündendir.

Halk ile muamelede halka menfaatli olup mazarratının olmaması, cennet ehlinin alametlerindendir.

İstikamet ve nefis temizliğin, zati sıfatın ve melekên olması lazımdır ki cehennem azabından kurtulabilesin. Eğer içten olmayarak veya gösteriş (veya çıkar) için olursa o kimse yine cennet ehlinden değildir.

Şöyle olmak gerekir: “Bütün vakitlerde iyilik yapmak ve halka faydalı olmak -ihtiyârsız- âdet ve tabiat haline gelsin.

Hakikatlerin Özü

HİKMET EHLİNDEN

Cömertliği ile tanınmış bir şeyh vardı. O yüzden de daima borçlu idi. Büyüklerden (zenginlerden) on binlerce borç alır, fakirlere, yoksullara dağıtırdı.

Borç para ile bir de tekke yaptırmış; malını da, canını da, tekkesini de Allah yolunda harcıyordu.

Cenab-ı Hakk, Halil’ine kumu nasıl un yapmışsa, onun borcunu da her taraftan öderdi.

Hazreti Peygamber der ki: “Pazarlarda iki melek daima şöyle duâ eder: Allah’ım! Sen infâk edenlere fazlasıyla ver! Cimrilerin mallarını da telef et. Hele canını veren, kendisini İsmail gibi kurban edene fazlasıyla ihsan et!”

“Hiç o boyna bıçak işler mi?”

Şehitler de bu yüzden diridirler, hoşturlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara ebedi gamdan, sıkıntıdan, mutsuzluktan emin bir can vermiştir.

Ey sadece zahiri gören; sen de mecûsiler gibi yalnızca kalıba bakma; bedene takılıp kalma!

Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu; vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi. Ecel gününde büyük bir zat olarak gitmek için vadesi dolana kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.

Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetleri görününce, alacaklılar etrafına toplanıp oturdular. Şeyh ise mum gibi yanıp eriyordu.

Alacaklılar para almaktan umutlarını yitirip yüz ekşitmiş; gönüllerindeki acıya ciğer yarası da ilave edilmişti.

Şeyh, ”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! ALLAH’ın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.

***

O esnada…

Dışarıda bir çocuk, üç beş kuruş ümidiyle “Helva” diye sesleniyordu.

Şeyh, hizmetçiye, git helvanın hepsini al, diye başıyla işaret etti. Tâ ki alacaklılar o helvayı yesinler de, bir müddet de olsa bana acı acı bakmasınlar.

Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere dışarı çıktı. Helvacıya, “Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.

Hizmetçi, ”Yoo, sofilerden çok isteme. Yarım dinar vereyim, başka bir şey söyleme!” dedi. Helvayı bir tabağa koydurdu ve getirip Şeyh’in önüne koydu.

Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!

Alacaklılara, ”Buyurun, şu mübarek helva teberrük içindir; helâlinden yiyin” diye işaret etti.

Tabak boşalınca, çocuk tabağı aldı, ”Ey kâmil kişi, paramı ver” dedi.

Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Zaten borçluyum, ahirete göçüyorum!”

Çocuk üzüntüden tabağı yere çaldı, ağlayıp sızlamaya başladı.

Eleminden, çaresizlikten hıçkıra hıçkıra ağlarken, ”Keşke iki ayağım kırılaydı da tekkenin önünden geçmez olaydım” diyor; “Obur, lokmaya haris, köpek gönüllü, kedi gibi yalanan sofiler” söğüntüsünü de ilave ediyordu.

“Bre acımasız Şeyh, emin ol, ustam beni öldürür! Yanına boş gidersem beni keser; razı mısın?” diyordu.

Çocuğun feryadından iyilerden kötülerden birçok kişi başına toplandı.

Alacaklılar da itiraz yolu ile Şeyh’e: “Bu yaptığın da nedir?” diye çıkıştılar. Malımızı yedin, borçlu gidiyorsun; böyle olduğu halde neden yeni bir zulüm işliyorsun?

Çocuk, bir sonraki namaz vaktine kadar ağlamayı sürdürdü. Şeyh ise, gözlerini yummuş, ona bile bakmıyordu.

Bu cefadan, bu olumsuzluktan arınmış olarak, ay gibi yüzünü yorganın içine çekmiş; ezelle hoş, ecelle sevinçli, havas ve avamın kınamasından, dedikodusundan el ayak çekmişti!

Can, bir adamın yüzüne gülmüş ise, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar gelir.

Mehtaplı gecede ay, köpeklerden ve havlamasından ne diye korksun?

Köpek kendi vazifesini yerine getirir, ay da ışığını yere döşeyip durur.

Herkes kendi işceğizini görür.

Su, bir çöp için berraklığını terk etmez.

Çöp, suyun yüzünde çöp olarak giderken, berrak su da bulanmadan yoluna devam eder.

Hazreti Mustafa, gece yarısı ayı ikiye bölerken; Ebu Lehep, kininden saçma sapan söylenip durur!

Mesih ölüyü diriltirken; Yahudi, hiddetinden saçını sakalını yolar.

Köpeğin sesi ayın kulağına nerden gidecek? Hele o ay, ALLAH hası olursa…

***

Çocuğun alacağı kısa sürede toplanırdı lâkin Şeyh’in himmeti bu kadarcık cömertliği bile bağlamış, kimsenin çocuğa bir şey vermesine izin vermiyordu.

Aslında Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.

***

İkindi vakti olunca başka bir hizmetçi, elinde cömert birince gönderilmiş bir tabakla çıkageldi.

Şeyhi tanıyan mal ve hâl sahibi biri, ona hediye göndermişti.

Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar vardı.

Şeyh’e hürmetlerini sunduktan sonra tabağı yanına bıraktı. 

Tabağın üstündeki örtüyü kaldırınca, halk da alacaklılar da onun kerametini gördüler.

Hepsinden de ahlar vahlar yükselmeye başladı: “Ey şeyhlerin de reisi, şahların da; bu da neyin nesi? Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ey sır sahiplerinin efendisi!

Biz bilemedik, affet; saçma sapan, ulu orta hayli söylendik. Körcesine sopa sallamaktayız; elbette kandilleri kırarız. Sağırlar gibi sözü duymadan kendi anlayışımızca izah etmeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk. Biz Hızır’ın yaptıklarına i’tirâz eden Mûsâ Aleyhisselâm’dan da ibret almadık. O da Hızır’ın yaptıklarına itiraz etti de sonra mahçup oldu.  Hem de gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere nüfus ettiği halde!

Ey zamanın Mûsâ’sı, değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı” dediler.

Şeyh; Bütün o sözleri size helâl ettim.

Bunun sırrı şuydu: Borcumun ödenmesini Hakk’tan diledim; O’da bana böylece yol gösterdi (ilham etti): O dinar gerçi az bir paraydı fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı, dedi.

Mesnevi-i Şerif

KIYAS

Bir bakkalla onun bir dudusu (papağanı) vardı. Güzel sesli, yeşil renkli, konuşkan bir duduydu. Dükkânda, oraya bekçilik eder, bütün tacirlerle şakalaşırdı. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu.

Efendisi bir gün evine gitmiş; dudu, dükkânı gözetliyordu. Fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişelerini de döktü. Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzur-u kalple dükkâna geçti, oturdu. Baktı ki dükkân yağ içinde, elbisesi de yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman elim kırılsaydı; nasıl oldu da o güzel sözlümün başına vurdum?

Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekte; olur da dile gelir diye, o kuşa her çeşit olmadık şeyler göstermekteydi.

Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda oturmuş, bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlakî geçiyordu.

Dudu hemen dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı: “Ey kel! Neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.

Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma! Aslan manasındaki ‘şîr’ süt manasındaki ‘şîr’e benzer (görünüşleri aynıdır ama manaları çok farklı). Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. ALLAH abdallarından az kişi âgâh (haberdar) oldu.

Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler, biz de onlar gibiyiz dediler; velileri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş, öbürü şekerle dopdolu. Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarındaki yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar; o, yer; kâmilen ALLAH nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder… o, yer; ondan tamamı ile Tek ALLAH’ın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir, o şeytan ve canavar!

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da tatlı su da berraktır. Manevî haz (zevk) sahibinden başka kim anlayabilir? Tatlı suyu acı sudan o ayırır.

Mesnevi-i Şerif