Etiket arşivi: hikmet

ELEST ÜLKESİ

Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü ise diriliktir; görünüşte bir tükenmedir, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden doğması bir göçmedir; fakat cihanda ona yeni bir hayat vardır.

Hayru’l-beşer Efendimiz: “Dünyadan göçüp giden kişinin ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur. Elindekini kaçırdığından dolayıdır yüzlerce acıya düşüşü” buyurdu.

“Neden her devletin, her nimetin mahzeni olan ölüme gereken değeri vermedim? Şaşkınlığımdan bütün ömrümce, hayallerimi kıble/gâye edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler” diye kendi kendine söylenip acınırlar.

Hiçbir ölü, öldüğüne yanmaz, azığın azlığına hayıflanır. Yoksa ölen, bir kuyudan kurtulmuş; ovaya, devlete ve ferahlığa kavuşmuştur. Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçmüştür.

Hâsılı “Elest Ülkesi”nin kadrini bilesin diye dünya önce gelmiştir. Buradan kurtulup oraya vardın mı, ebed şeker hanesinde şükreder durursun. Dersin ki: “Sanki orada toprak elemişim. Bu tertemiz âlemden kaçıp duruyormuşum. Keşke bundan önce ölseydim de o balçıkta çektiklerim daha az olsaydı.”

Bu sebeptendir ki, o her şeye vakıf Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’:

“Her kim ölür de, ruhu bedenini bırakıp giderse, öldüğünden, göçtüğünden hayıflanmaz, hasrete düşmez. Ancak taksiratından (günahlarından), fırsatı kaçırdığından (ömrünü boşa geçirdiğinden) hasrete düşer.

Ölen, keşke bundan önce ölseydim de kurtulsaydım, der. Kötüyse, kötülüğü az olurdu; iyiyse, iyilik yurduna daha önce gelirdi…” buyurmuştur.

***

Herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır ölüm, dosta dost.

Ey (ölümden kaçan) can, aklını başına devşir! Ölümden korkup kaçarsın ya… Doğrucası sen kendinden korkmaktasın. Gördüğün ölümün yüzü değil, (ölüm aynasında) kendi çirkin (manevi) yüzündür.

Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse “Kendinizi tehlikeye atmayın!” emri onadır.

Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa, ona: “Haydin, çabuk olun!” hitabı gelir.

***

Ey gördüğü ölüm olanlar, uzaklaşın…

Ey gördüğü dirilme olanlar, çabuk olun!

Ey lütuf görenler, ferahlanın, sevinin…

Ey kahır görenler, bu bir belâdır, gamlanın!

Mesnevi-i Şerif

HİKMET EHLİNDEN

Cömertliği ile tanınmış bir şeyh vardı. O yüzden de daima borçlu idi. Büyüklerden (zenginlerden) on binlerce borç alır, fakirlere, yoksullara dağıtırdı.

Borç para ile bir de tekke yaptırmış; malını da, canını da, tekkesini de Allah yolunda harcıyordu.

Cenab-ı Hakk, Halil’ine kumu nasıl un yapmışsa, onun borcunu da her taraftan öderdi.

Hazreti Peygamber der ki: “Pazarlarda iki melek daima şöyle duâ eder: Allah’ım! Sen infâk edenlere fazlasıyla ver! Cimrilerin mallarını da telef et. Hele canını veren, kendisini İsmail gibi kurban edene fazlasıyla ihsan et!”

“Hiç o boyna bıçak işler mi?”

Şehitler de bu yüzden diridirler, hoşturlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara ebedi gamdan, sıkıntıdan, mutsuzluktan emin bir can vermiştir.

Ey sadece zahiri gören; sen de mecûsiler gibi yalnızca kalıba bakma; bedene takılıp kalma!

Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu; vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi. Ecel gününde büyük bir zat olarak gitmek için vadesi dolana kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.

Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetleri görününce, alacaklılar etrafına toplanıp oturdular. Şeyh ise mum gibi yanıp eriyordu.

Alacaklılar para almaktan umutlarını yitirip yüz ekşitmiş; gönüllerindeki acıya ciğer yarası da ilave edilmişti.

Şeyh, ”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! ALLAH’ın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.

***

O esnada…

Dışarıda bir çocuk, üç beş kuruş ümidiyle “Helva” diye sesleniyordu.

Şeyh, hizmetçiye, git helvanın hepsini al, diye başıyla işaret etti. Tâ ki alacaklılar o helvayı yesinler de, bir müddet de olsa bana acı acı bakmasınlar.

Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere dışarı çıktı. Helvacıya, “Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.

Hizmetçi, ”Yoo, sofilerden çok isteme. Yarım dinar vereyim, başka bir şey söyleme!” dedi. Helvayı bir tabağa koydurdu ve getirip Şeyh’in önüne koydu.

Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!

Alacaklılara, ”Buyurun, şu mübarek helva teberrük içindir; helâlinden yiyin” diye işaret etti.

Tabak boşalınca, çocuk tabağı aldı, ”Ey kâmil kişi, paramı ver” dedi.

Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Zaten borçluyum, ahirete göçüyorum!”

Çocuk üzüntüden tabağı yere çaldı, ağlayıp sızlamaya başladı.

Eleminden, çaresizlikten hıçkıra hıçkıra ağlarken, ”Keşke iki ayağım kırılaydı da tekkenin önünden geçmez olaydım” diyor; “Obur, lokmaya haris, köpek gönüllü, kedi gibi yalanan sofiler” söğüntüsünü de ilave ediyordu.

“Bre acımasız Şeyh, emin ol, ustam beni öldürür! Yanına boş gidersem beni keser; razı mısın?” diyordu.

Çocuğun feryadından iyilerden kötülerden birçok kişi başına toplandı.

Alacaklılar da itiraz yolu ile Şeyh’e: “Bu yaptığın da nedir?” diye çıkıştılar. Malımızı yedin, borçlu gidiyorsun; böyle olduğu halde neden yeni bir zulüm işliyorsun?

Çocuk, bir sonraki namaz vaktine kadar ağlamayı sürdürdü. Şeyh ise, gözlerini yummuş, ona bile bakmıyordu.

Bu cefadan, bu olumsuzluktan arınmış olarak, ay gibi yüzünü yorganın içine çekmiş; ezelle hoş, ecelle sevinçli, havas ve avamın kınamasından, dedikodusundan el ayak çekmişti!

Can, bir adamın yüzüne gülmüş ise, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar gelir.

Mehtaplı gecede ay, köpeklerden ve havlamasından ne diye korksun?

Köpek kendi vazifesini yerine getirir, ay da ışığını yere döşeyip durur.

Herkes kendi işceğizini görür.

Su, bir çöp için berraklığını terk etmez.

Çöp, suyun yüzünde çöp olarak giderken, berrak su da bulanmadan yoluna devam eder.

Hazreti Mustafa, gece yarısı ayı ikiye bölerken; Ebu Lehep, kininden saçma sapan söylenip durur!

Mesih ölüyü diriltirken; Yahudi, hiddetinden saçını sakalını yolar.

Köpeğin sesi ayın kulağına nerden gidecek? Hele o ay, ALLAH hası olursa…

***

Çocuğun alacağı kısa sürede toplanırdı lâkin Şeyh’in himmeti bu kadarcık cömertliği bile bağlamış, kimsenin çocuğa bir şey vermesine izin vermiyordu.

Aslında Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.

***

İkindi vakti olunca başka bir hizmetçi, elinde cömert birince gönderilmiş bir tabakla çıkageldi.

Şeyhi tanıyan mal ve hâl sahibi biri, ona hediye göndermişti.

Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar vardı.

Şeyh’e hürmetlerini sunduktan sonra tabağı yanına bıraktı. 

Tabağın üstündeki örtüyü kaldırınca, halk da alacaklılar da onun kerametini gördüler.

Hepsinden de ahlar vahlar yükselmeye başladı: “Ey şeyhlerin de reisi, şahların da; bu da neyin nesi? Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ey sır sahiplerinin efendisi!

Biz bilemedik, affet; saçma sapan, ulu orta hayli söylendik. Körcesine sopa sallamaktayız; elbette kandilleri kırarız. Sağırlar gibi sözü duymadan kendi anlayışımızca izah etmeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk. Biz Hızır’ın yaptıklarına i’tirâz eden Mûsâ Aleyhisselâm’dan da ibret almadık. O da Hızır’ın yaptıklarına itiraz etti de sonra mahçup oldu.  Hem de gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere nüfus ettiği halde!

Ey zamanın Mûsâ’sı, değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı” dediler.

Şeyh; Bütün o sözleri size helâl ettim.

Bunun sırrı şuydu: Borcumun ödenmesini Hakk’tan diledim; O’da bana böylece yol gösterdi (ilham etti): O dinar gerçi az bir paraydı fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı, dedi.

Mesnevi-i Şerif

HURMA

Hatem’ür-risalet “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: “Sizden biriniz iftar ettiği vakit, hurma ile iftar etsin; zira o berekettir.”

Hurmanın bereket oluşu, onun ağacı olan Nahle, câmiiyyet (cem edici) vasfı ve mu’tedil sıfatlar üzere yaratılmış olmasındandır; tıpkı insan gibi… Bu sebeple, Nebi “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, hurma ağacına, “Âdemoğlunun ammesi” (amcası veya halası) ismini verdi. Buyurdu ki: “Ammeniz olan hurma ağacına kerem ediniz. Zira o, Âdem’in çamurunun bakiyesinden (arta kalanından) yaratıldı.”

Nahle ağacının meyvesi olan hurma ile iftar eden, kendisinden (ve kendisi gibi çok çeşitleri câmi) bir parça ile iftar etmiş, hurmanın câmiyyet hakikati de iftar edenin hakikatinden bir cüz/parça olmuş olur. Onu yiyen, câmiyyet vasfı olan hurmanın hakikatına derc’edilmiş olan gayri mütenahi kemâlatı cem etmiş olur.

Anlatılan mana, onun diğer zamanlarda yenmesi ile hâsıl olur ise de; iftar vaktinde, fani lezzetler ve mani şehvetlerden yana boş olunduğu için tesiri daha ziyade, bu mananın zuhuru daha tam ve kâmil olur.

Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin, «İnsanın hurma ile sahur yapması ne güzeldir» buyurmasındaki mana ise hurmanın, sadece gıda yönü ile değil yiyen kişinin hakikatini de tamamlayıcı olması yönüyle olup ne zaman ki bu faide iftar vaktinde ele geçmezse; telafisi için hurma ile sahur yapmaya teşvik içindir.

Hurmanın yenmesindeki bir başka faide de, diğer bütün gıdaların (özünün) onun özünde bulunması ve bu camiiyyeti itibarı ile bereketinin taa iftar vaktine kadar devam etmesidir.

Bu mezkür gıdanın (zahiri) faidesi, ancak, şer’î (helal ve doğal) yoldan temin edilip ve şer’î sınırlar kıl kadar aşılmazsa hâsıl olur.

Aynı şekilde bu faidenin hakikati, yiyen kimsenin sureti aşıp manaya ve hakikata ulaşması, zahirden geçip batınla mutmain olması ile müyesser olur. Durum böyle olunca, yenen şeyin zahiri o kimsenin zahirine yardımcı; batını ise yiyen kimsenin batınını kemale erdirici olur. Aksi halde onun faidesi zahiri yardımla sınırlı (kısıtlı) kalır. Yiyen dahi aynı kısıklık (hakikattan mahrumiyet) içinde (kusurun ta ortasında) kalır.

Bir şiir:

Gayret et, cevher yapmaya yediğini,
Sonra ye, dilediğini…

İftarı acele yapmak, sahuru tehir etmekteki incelik de, gıdanın, yiyeni (zahir ve batın) tekmil etmesi içindir.

Ve’s-selâm.

Mektubat-ı Rabbani

FARKLI NAZAR (GÖRÜŞ)

Râcî, uzun bir müddet görmediği Aynalı Baba’yı ziyarete gider. Aynalı Baba, kısa bir sohbetten sonra, ona mûtâdı olduğu üzere bir kahve ikram eder. Râcî, yine hayal âleminin derinliklerine dalıp gider.

“Kendimi karıncalar arasında ve binlerce sokağı bulunan bir karınca yuvasında, karınca şeklinde buldum. Etrafa hayran hayran bakmaya ve tetkik etmeye başladım. Karıncalar da muhtelif içtimaî sınırlardaki insanlar gibi kısımlara ayrılmıştı. Şu kadarını söyleyebilirim ki oradaki sınıflar, insanlar arasındaki sınıflara benzemiyordu. Bu sınıflar arasında mevki farkı yoktu. En yüksek ve en alçak gibi farklar görünmüyordu. Yuvadaki karıncalar en az birkaç yüz bin kadar olsa gerek. Bunlar, beyler ve amele sınıflarına taksim edilmişlerdi. En tuhafı, maddi ve manevi her türlü ihtiyacı anlatabilecek mükemmel bir dile sahip olmalarıydı.

Yuvamızda mükemmel mektepler, zahire ambarları, yatakhane, hapishane, teneffüs ve yemek salonları, toplantı yerleri, hülasa pek mütekâmil bir toplantı yeri için iktiza eden bir binanın, bir şehrin bütün debdebe ve alayişi mevcuttu. Daha garibi şurası ki karıncaların içtimai durumu beşere nispetle daha çok terakki etmişti.

İlk önce karıncalardaki geçim düzeni ve çalışma tarzı, beşerdekilere nispetle daha mütekâmildi. İktisat ve ekonomi hususunda ise beşeriyete nazaran tavsif edilmesi kabil olmayan bir tekâmül farkı vardı. Karıncaların insanlığa en üstün oldukları taraf ise terbiye meselesidir. Karıncalar bu işte insanları çok geride bırakmışlardı. Adaleti eşitçe dağıtmakta da aynı mütalaa tereddüt göstermeden yürütülebilir. Bu sebeplere dayanarak karınca yuvalarında mektep yapılan daireler yuvanın en mutena ve en büyük kısmını işgal ettiği halde, hapishaneler sihhate uygun olmakla beraber pek küçüktü. Çünkü burada hapis cezasına uğrayanlar hemen hemen yok gibidir.

Bir karıncada en birinci haslet, vazife hissidir. Ve bu his her hisse galiptir. Nefsani ihtiras ve ihtiyaçlar uğrunda vazifesini feda değil tembellik eden karınca hemen hemen hiç bulunmaz.

Ben, karınca beylerinden birinin oğlu imişim. Eğitim ve öğretimim için amele sınıfından yedi yaşlı adam, yedi meşhur âlim babam tarafından -müşavere suretiyle- seçilmişmiş. Bu yedi âlim yalnız yuvamız halkı arasında değil, belki etraftaki yuvaların halkı arasında da ilim ve fazilet yönünden en üstünleri idiler. Hayat merdivenlerinin son kademelerine gelmiş olan bu ihtiyarlar, beni karınca nesline faydalı bir eleman olmak, en son olarak da hayırlı bir talebe yetiştirmek emeliyle çalışmaktaydılar. İyi bir eğitim usulü ile bana kısa bir zaman içinde karınca cinsine bahşedilen ilmin hemen hepsini öğretmiş bulunuyorlardı. Şimdi sık sık seyahatler yapıyor, okuduğum ve bildiklerimin tatbikatı ile uğraşıyorduk…

Uykudan uyandığım hizmetçilerim tarafından hissedildiğinde semiz bir böcek budu ile yarım buğdaydan ibaret sabah kahvaltısı getirdiler. Henüz yemeği bitirmiştim ki hocalarımdan biri yanıma geldi. Ve şu şekilde söze başladı: “Ey Şehzadem! Senenin hemen yarısında şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide ne kadar tuhaf tabiat olayları zuhur etmekte olduğunu bilirsiniz. İki numaralı lise talebesine bu sene yaptırdığımız ilmi gezintilere dair aldığımız son raporlarda şimdiye kadar âlimleri ihtilaflara düşüren hava durumunun yine başlamış, her gün muntazaman meydana gelmekte olduğu bildiriliyor. Malumunuz olmak lazım gelir ki günün bir kısmında güneş hayat nuru bahşeden kaynağını kuvvetle neşre başladığı zamanlarda parlak gökyüzünün birçok tarafları birden bire bir takım kalın ve sıra sıra bulutlarla örtülüyor. Bu bulut parçaları muhtelif zamanlarda yine yok oluyor. Acaba bu hava boşluğu durumunun sebebi nedir? Bildiğiniz gibidir ki bu gibi tabiat olayları mantıkla, akli denklemlerle bilinemez ve bulunamaz. Her durumda tecrübe ve tetkike muhtaçtır. Uzun müddetten beri birçok mesele hakkında sayısız tecrübeler ve ileri görüşler yapıldığını bilirsiniz. Nice bilinmez tabiat olayları hal olundu. Böyle bir durumda bugün onlara yüzde seksen, doksan hakikat nazarı ile bakılması mümkündür. Yalnız bu acayip hava boşluğuna ait durumu henüz doğru bir şekilde çözen olmadı. Öğretmenlerinizden bir zat bu meselede derinlemesine tetkiklerini açıklayan konferansını verecektir.

Uygun görürseniz buyurunuz bizde gidelim. Konferans arazi üzerinde verilecektir. Ve burada bütün orta ve yüksek mekteplerin talebeleri bulunacaktır.”

Büyük bir kalabalıkla acayip yapılışta olan araziye doğru seyahate başladık. İşin garip ve tuhafı şu ki ben hem insan duygu ve bilgisi ve hem de karınca anlayışı ile süslenmiştim. Nihayet acayip araziye girmiştik. Bu yerlere karınca gözleri ile baktığımda hakikaten düşünülecek ve konferanslar verilecek kadar acayip ve garip teşkilata sahip olduğunu anlıyordum. Halbuki insan gözüyle baktığım zaman iki tarafı muntazam mağazalar, süslü ve düz taşlar ile döşenmiş geniş bir caddede bulunduğumuzu görüyordum.

Bu iki his arasında büyük farkı büyük bir hayretle muhakemeye koyulduğum zaman tabiatçı hocalardan biri bu garip arazi hakkında konferans vermeğe başladı: “Efendiler!” diyordu. “En fazla dikkati çeken şu büyük hücrelerin şekliyle aralarındaki kanalların intizamıdır. Hücreler takriben düz, çatlaklar ise hemen hepsi mükemmel denilecek intizamda düzgün çizgilerle doludur. Bu intizamın sebebini ulemamız bir türlü keşfedemiyor. Halbuki böyle sun’i şeylere benzer şeyler tabiatta yoktur ve olamaz.”

Konferansın en tatlı bir yerine gelinmişti ki birdenbire yüzbinleri geçen dinleyiciler arasında bir çığlıktır koptu. Gökyüzü açık olduğu halde, yağmur düşmesi ile kıyası mümkün olmayan müthiş bir seylap ve sıcak bir tufan o anda binlerce karıncayı sürüklüyor ve boğuyordu. Bu semavi tufandan hâsıl olan deli cereyanlı nehir veya nehirler binlerce karıncayı perişan edip götürüyordu.

Herkes bir tarafa kaçıyordu. Ben bir dakika korku ve dehşete mağlup olduktan sonra bu garip tufanın sebebini anlamak hevesine düştüm. Yukarıdan hala fasılalı sağanaklarla seller akmaktaydı. Bu müthiş hadiseye insan nazarı ile baktığım zaman hayretten ve gülmekten kendimi alamadım. Garip arazi adı verilen caddede bir kaldırım kenarında yerimizi almıştım. Bulunduğumuz yerde bir kira arabası durmuş, arabacı mutlulukla uyumakta ve hayvanlar ise başlarına asılan torbalardan yem yemekteydi. Hayvanların her ikisi ittifak etmişler gibi pislemeğe koyulmuşlardı. İşte zavallı karıncaları yok eden sıcak tufan bu hayvanların pisliğinden başka bir şey değildi.

Yuvalarda bütün ahali üzüntü ve ızdırap içinde ölümümle meşguldüler. Zira ben de orada vefat edenler arasındaydım. Ulema ise acayip arazide vukua gelen tufanın sebeplerini araştırmakla meşgul oluyorlardı.

Nihayet en büyük tabiat hocalarından biri kütüphanesinde bulunan meşhur bir eserde bu sebebi keşfetti. Bu eserde deniliyordu ki: “Garip arazide öyle kuvvetli bir mıknatıslık ve elektriklik vardır ki ara sıra birdenbire şiddetlenerek havayı bulandırıyor. En küçük bir arıza ile o bulutlardan tufan üstü seller boşanıyor.”

Ben bu beyanatı işittiğim zaman gözümün önüne yemini yiyen yorgun beygirlerin pislemesi geldi de uzun bir kahkaha salıverdim. Ve arkasından uyandım. Aynalı hem gülüyor ve hem de görülmemiş garip bir oyun oynuyordu.

Âmak-ı Hayal

HER ŞEY AŞİKÂR

Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz bir sabah Zeyd’e: “Ey sâfalı refik, bugün nasılsın, nasıl sabahladın?” dedi.

“Ya Resûlellah, Mümin bir kul olarak” deyince “İman bağın yeşermiş, çiçekler açmışsa nişanesi nerede?” dedi.

Zeyd dedi ki: “Gündüzleri susuz geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım. Mızrak ucu kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim.

O tarafta bütün milletler bir olduğu gibi yüz binlerce yılla bir saat aynı… Ezelle ebedin birliği vardır orada. Fakat akıl için o tarafa yol yoktur.”

Buyurdu ki: “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışına uygun hediyen nerede? Getir bakalım!”

Dedi: “Halk, gökyüzünü nasıl görüyorsa ben de arşı, arştakilerle birlikte öyle görüyorum. Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem apaçık ve meydanda.

Değirmende buğdayı arpadan ayırt eder gibi insanları teker teker tanıyor, ayırt ediyorum. Kimin cennetlik (said) kimin  cehennemlik (şakî) olduğu bana yılanla balık gibi aşikâr.

“O gün (Kıyamet günü), bazı yüzler ak olur, bazıları kara…” sırrı, şimdiden meydana çıktı.

Can, bundan önce de ayıplarla dolu idi lâkin ana rahminde idi, halâikden (yaratılmışlardan) gizli idi. 

Doğmadıkça anlamak, âlemdeki müşkül işlerdendir. Çünkü henüz doğmamış çocuğun nasıl olduğunu bilen azdır; ALLAH’ın nuruyla bakıp gören hariç. Böyle olan zat, bâtına da nüfuz edebilir.

Ya Resûlellah, halkın ahvâli bana aşikârdır, gizli değildir. Kadın erkek hepsini, kıyamet günündeki gibi apaçık görüyorum. Şimdi söyleyeyim mi, yoksa soluğumu tutup susayım mı?”

Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yeter diye dudağını ısırdı.

“Ya Resûlellah, yeniden dirilişin sırrını söyleyeyim de bugün âlemde neşri izhar edeyim mi? Müsaade buyur da, halkın gözündeki gaflet perdelerini yırtayım. Nûr-i irfanım güneş gibi parlasın; ta ki o nurdan güneşe kusûf gelsin.  Hurma ağacı (gibi meyveliler) ile söğüt ağacını (meyvesizleri) göstereyim.

Kıyametin sırrını açayım; halis altın para ile ayarı bozuk parayı izhar edeyim.

Elleri kesilmiş olduğu halde Eshab-ı Şimal-ı (sol yandakileri), küfür ve nifak renklerini meydana koyayım… Tutulmayan ve nuru eksilmeyen bir kâmerin ziyasında yedi nifak deliğini göstereyim… Şakîlerin ahirette giydiği pırtıl elbiselerini (paçavraları) göstereyim. Peygamberlerin haşmetlerini, davetlerindeki hakikati duyurayım.

Ortada olan cehennemi, cennetleri, ikisinin arasındaki berzah ile a’raf’ı kâfirlerin gözleri önüne sereyim.

Kevser Havuzu’nun coşmakta olduğunu; suyunun, cennetliklerin yüzlerine vurmakta, “iç, iç!” diye seslenmekte ve bu sesin de kulaklarına gelmekte olduğunu göstereyim… Susuzluk içinde onun çevresinde dönüp duranları da…

Omuzları omuzuma sürtünmekte, haykırışları kulağıma gelmekte…

İşte gözümün önünde… Cennet ehli, şevkle birbirlerini kucaklamışlar; birbirlerinin ellerini ziyaret edip musafahada bulunuyor, dudaklarından buseler yağdırıyorlar.

Şu kulağım, aşağılık kimselerin hasret naralarından, “ah, ah” diye bağrışmalarından sağır oldu.

Bu söylediklerim ancak işaretlerdir. Daha derin söylerim ama Resül’ü incitmekten, azarlamasından korkuyorum.”

Zeyd böylece kendisinden geçmiş (manevî sarhoş) bir vaziyette söyleyip duruyordu. Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yakasını büktü. Buyurdu ki: “Kendine gel, yuları çek, atın pek hararetlendi!. “Lâ-yestahyî / ALLAH haya etmez” hükmünün aksi vurdu, utanma ortadan kalktı. 

Aynan kılıftan çıktı.

Ayna ile terazi yalan söyler mi? Ayna ile terazi, kimse incinmesin, utanmasın diye sözünü saklar mı? Ayna ile teraziye (sırrı saklasın ya da fazla göstersin diye) yüzlerce yıl hizmet etsen bile onlar yine doğrucu ve kadri yüce mihenkler, ölçütlerdir.

Onlar sana “Kendini maskara etme; ayna ile terazi nerede, hile, düzen nerede? ALLAH, hakikatlerin bizim vasıtamızla anlaşılması için kadrimizi yüceltti. Eğer bu doğruluğumuz olmasaydı, hakikati olduğu gibi göstermeseydik ne değerimiz olurdu?” derler. 

Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki tecelli gibi tecelli vurduysa bile yine de aynayı koynuna koy!”

Ya Resûlellah, “ALLAH güneşi, ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı? Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.

Resûlellah buyurdu ki: “Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu, dünyayı güneşsiz görürsün. Bir parmak bile, aya perde oluyor. İste bu Padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.

Bu sözün sonu yok!

Zeyd, kalk da söz söyleme Burak’ına gem vur! Söz söylemek kabiliyeti, ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar.

ALLAH, bir süre gaybı dilemiştir. Sen de davulcu yolunu kapa; atını hızlı sürme, yuları çek. Sırların gizli kalması, herkesin kendi zannınca mesrur olması daha iyi… 

Cenab-ı Hakk, rahmetinden ümitsiz olanların da ibadetinden yüz çevirmemelerini ister. Onların da ibadetiyle şereflenmelerini, o ümidin peşinde koşup durmalarını ister… Merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki, o rahmet, herkesin üzerinde parlasın. İster ki, her bey, her esir, ümit ve korkuyla Kendisinden çekinsin. Herkes bu perdenin ardında beslenip yetişsin. Ümit ve korku perdesini yırttın mı, gayb, bütün şâşâasıyla ortaya çıkar.”

Mesnevi-i Şerif

VELAYET ve NÜBÜVVET

Süâl:

ALLAH-u Teâlâ’ya yakınlık (İlahî kurbiyet), Cezbe ve Sülûk makâmlarını geçmek ve Fenâ ve Bekâ’ya kavuşmakla elde edilir.

Ashâb-ı Kirâm, Mahlûkların En Hayırlısı’nın sohbetinde bir kere bulunmakla, ümmetin bütün velilerinden daha üstün oldular. Acaba bütün bu Seyr ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbette mi hâsıl oldu? Yoksa bu sohbet, seyr ve sülûkun; fenâ ve bekânın hepsinden daha mı üstün idi?

Eshâb-ı Kiram’ın Fenâ ve Bekâ’ları, O Hazret’in teveccühü ve tasarrufu ile mi idi yoksa yalnız İslâm’a girmekle mi idi?

Onlar sülûk ve cezbeyi hâl ve makam olarak biliyorlar mı idi yoksa bilmiyorlar mı idi?

Eğer biliyor idi iseler, bu hâl ve makamlara ne isim vermişlerdi?

Eğer onlarda sülûk ve cezbe yolu yoktu denirse, bu yolun bid’at-i hasene olması lâzım gelmez mi?

Cevap:

Esasen, bu müşkül iş, sohbet ve hizmetle anlaşılır hale gelebilir. Zira kimsenin söz söylemediği bir mevzuyu bir yazı ile anlayabilmek hayli zordur. Lâkin mademki sordunuz; cevap verilmesi zaruri olduğundan, icmalen de olsa halledilmesi gerekir.

ALLAH-u Teâlâ seni irşad eylesin! 

Bilesin ki:

Velâyet, İlâhi yakınlıktan ibarettir. Bu, ister velinin velayeti olsun, ister nebinin velayeti olsun ve isterse de mele-i âlânın velayeti olsun… Aralarındaki fark gölgeler / zıller ve perdeler / hicaplardır.

Evliyanın velâyeti, zıllıyet (gölgesel) damgası ile mühürlüdür. Enbiyanın velâyetinde zıllıyet yoktur; lâkin esma (isim) ve sıfat perdeleri kalkmış değildir. Mele-i âlânın velâyetinde, isim ve sıfatların perdeleri yok ise de, Zatî şuun ve itibarların perdeleri vardır.

Kendisinde zıllıyet / gölgesellik şaibesi olmayan ve isim ve sıfat perdelerinden kurtulmuş olan tek makam ise nübüvvettir. Bu sebeple nübüvvet, her çeşit velayetten kesin bir şekilde üstün ve faziletlidir. Çünkü bu, asla olan gölgesiz ve hicapsız yakınlıktır.

Sorumuza gelirsek:

Sülûk ve Cezbe yolu ile Fenâ ve Bekâ hâsıl olmasıyla olan yakınlık Kurb-i velâyettir; Ümmetin evliyasının şereflendiği…

Hayr’ül-enam Resulûllah s.a. Efendimizin sohbeti ile müyesser olan ise kurb-i nübüvvettir ve bu yakınlıkta fenâ, bekâ, cezbe ve sulük yoktur…

İşbu yakınlık, asla yakınlıktır; o yakınlık ise gölgeler ve perdeler arkasındandır.

Arasındaki farkı buradan anlamalıdır.

Şayet…

Peygamberlik kurbunun kemâllerine, velâyet kurbu yolundan kavuşma olursa, o zaman Cezbe ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ gerekli olur. Zira bunlar, asla yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Fakat seyir bu yoldan olmaz da, tercih, Peygamberlik kurbunun caddesine düşerse, bunlara gerek kalmaz. Eshâb-ı Kirâm’da olduğu gibi; nübüvvet kurbunun caddesinden ilerledikleri ve tam tabi ve varis oldukları için…

Buradan da anlaşılmış oldu ki, nübüvvet kemalâtına ulaştıran yol ikidir: 

Birincisi; Velâyet kemalâtı mufassal olarak aşıldıktan ve tecelliler husule geldikten sonra nübüvvet kemalâtına adım atılmış olur.

İkincisi ise ana yol olan kurb-i nübüvvettir; kurb-i velayet tavassutu yani fenâ, bekâ, cezbe ve sulük olmadan…

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:

Nübüvvet kemalâtının hâsıl olması, sırf mevhibeye kalmış ve ilâhi bir ikrama bırakılmıştır. Onda zorlamanın ve çalışmanın bir dahli yoktur. Amma velâyet kemalâtı böyle değildir. Zira bunun başlangıcı ve mukaddimesi irade ve gayrete dayalıdır. Onun hâsıl olması riyazete ve mücahedeye kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma ve amele girmeden bu devletle müşerref olmaları caiz ise de; velâyetin aslı olan fena ve beka, çalışma sonunda bir fazl ve kerem olarak ihsan olunur. Yani: Bu mevhibeye ermek kimin için murad edilmiş ise…

Anlatılan mevhibe ve ilahi ikramlar, enbiyaya vasıtasız; enbiyanın ashabına ise onların vasıtası ile gelmiştir; tabi ve varis oldukları için…

Enbiya ve ashabı dışında bu devletle müşerref olma caizdir ama nadirdir.

Öyle sanıyorum ki, bu devletin gölgesi, tabiinin büyüklerine ve tebe-i tabiinin ise en büyüklerine düşmüştür. Bundan sonra da gizlenmiştir.* Taa Resulûllah’ın bi’setinden sonra gelen ikinci bine nöbet ulaşıncaya kadar. Ona salât ve selâm olsun. 

Böylece evvel, âhire benzemiş oldu.

***

*[“Siz onları görse idiniz, mecnun derdiniz; onlar sizi görse idi, bunlar müslüman değil, derlerdi” sözü, bu manayı ifade eden sözlerdendir.]

***

Yeniden sorumuza dönersek:

Mevlânâ Câmî, Nefehât’ta, Fenâ ve Bekâ’dan ilk söz eden zatın Ebû Sa’îd el-Harrâz olduğunu yazar. Yani, Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk isimleri sonradan konulmuş olup büyükler tarafından keşfedilmiştir.

***

İlahî yakınlıktan ibaret olan Nübüvvet (Peygamberlik) kurbunda, arada hiç gölgelik / perde bulunmaz. Çünkü asla kavuşma vuku bulmuştur. Aslın gölgeleri olan tecelli ve zuhurlara ihtiyaç hali kalmamıştır.

Velâyet (evliyalık) kurbu da Allah-u Teâlâ’ya yakınlıktır ama bu yakınlık, araya zıl / gölge karışmadan olmaz; zıller / hakikatlerin gölgeleri tecelli eder. Arada perdeler bulunur. Bu makama uygun olan sekr ma’rifetleri hâsıl olur.

Peygamberlerin velâyeti her ne kadar zıllerden kurtulmuş ise de isimlerin ve sıfatların perdeleri araya karışır. Velâyet-i mele-i a’lâ, isimlerin ve sıfatların perdelerinin üstünde ise de, Zât-i ilâhînin i’tibârları ve şü’ûn perdelerinden kurtulamaz.

Kendisine hiç zıll karışmayan ise yalnız Nübüvvet ve Risâlet makamıdır. Bu makâm, sıfatların ve i’tibârların perdesi üstündedir. Nübüvvetin yakınlığı, zâta ve asla olduğu için Peygamberlik, Peygamberlerin kendi velayetlerinden de çok üstündür.

Vüsûl yanî kavuşmak, nübüvvet mertebesindedir. Hüsûl (tecelli ve zuhurların hasıl olması) ise velâyet makâmındadır. Çünkü zıll varsa hüsûl vardır; zıll yoksa hâsıl olmalar bitmiş ve zıller aşılmış yani vasıl olmuş demektir.

Bu sebeple velâyet mertebesinde her zaman sekr (manevi sarhoşluk) bulunur. Nübüvvet makâmında ise hep sahv, şuûr bulunur.

Aslın zılleri, görüntüleri ve gölgeleri olan tecelliler ve zuhuratlar velâyet makâmlarında ve bu makâmların başlangıcında olur.

Nübüvvet mertebesinde ise asla vüsûl nasîb olduğu için tecellî ve zuhûrlar kalmamıştır.

Sözün kısası, tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden olur. Zıllere bağlı olmakdan kurtulmuş olanlar için tecelliler kalmaz. İşte Vennecmi sûresindeki (Gözü hiç şaşmadı ve sınırı aşmadı) âyet-i kerîmesinin sırrı bu makamda aranmalıdır.

Aşk feryâtları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevâcüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîler de, zıllerin görünmesinde hâsıl olur.

Asla kavuştukdan sonra, bunların hiçbiri olmaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Başka zevkli ve şevkli şeyler burada yoktur.

Velâyet makâmında ikiliğin giderilmesi istendiği için, Evliyâ, irâdelerini yok etmeğe uğraşırlar. Bâyezîd-i Bistâmî, “İstemekten kurtulmayı istiyorum” demesi bunun içindir.

Bu yakınlıkta, insanlık sıfatlarının hepsinden kurtulmağa çalışılır.

Nübüvvet kurbunda ise ikiliği yok etmek lâzım olmadığı için sıfatlardan kurtulmak istenilmez; bu sıfatların kötü şeylere bağlanmaması aranılır.

Sıfatların kendileri de kâmil ve makbul sıfatlar olduğu için mesela irâde sıfatının yok edilmesi değil de kötü şeylere bağlanmaması, zararlı ve fuzuli şeylere yönlendirilmemesi istenir.

İlim sıfatının kendisi kâmildir. Buna aşağılık / düşüklük gelmiş ise kötü bir şeye bağlandığı / zararlı ve fuzuli şeyler öğrenildiği içindir.

Diğer bütün sıfatlar da böyledir; kötü şeylere bağlanmaması lâzımdır; kendisini yok etmek değil…

Şu halde, Nübüvvet makâmına Velâyet yolundan gelen kimsenin, yolda iken, sıfatların kendini yok etmesi lâzımdır. Peygamberlik kurbundan gelen kimsenin ise sıfatların kendilerini değil, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmesi lâzımdır.

Sıfatların ilgi sahasına giren kötü şeyler yok edilince peygamberlerin velayeti ortaya çıkmış olur. Bundan sonra gerçekleşen yükselmeler ise nübüvvetin kemalatı ile ilgilidir.

Sıfatların kendilerini yok etmek, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmekten daha güçtür. Bundan dolayı Peygamberlik kemâllerine kavuşmak, velâyet kemâllerine kavuşmaktan daha kolay ve daha çabuk olur. Asla kavuşmakta olan herşeyde de, böyle kolaylık ve çabukluk vardır. Asldan uzaklaştıkça, kolaylık ve çabukluk azalır.

Herkes bilir ki, aslın kimyâsı, ya’nî kıymetli maddesi çok olan filizinden, bu maddeyi elde etmek, kolay şekilde ve çabuk hâsıl olur. Kıymetli maddesi az olan bir filizin işlenmesinde sıkıntılar ve güclükler artar. Kıymetli maddeye kavuşmak için bir ömür elden gitse de yine de kavuşma olmayabilir. Ele geçenlerde ise kıymetli maddeye benzeyiş olabilir ama çoğu zaman bu arızî benzeyiş zemânla yok olarak kendi aslına rücu eder ve aşağılık ve kirli şeylere yönelir. Durum, yalancılık ve aldatmacılık olur.

Asla kavuşan ise böyle değildir. İşin kolay olması ve yolun çabuk olmasının yanında yalancılık ve aldatmak tehlikesi de yokdur.

Güç riyâzetler ve ağır mücâhedeler çekerek zıllerden bir zılle kavuşanlardan pek çoğu, işte bu şekilde aranılana kavuşulur, diyorlar. Daha kısa bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşturduğunu bilmiyorlar.

Allah-u Teâlâ ihsân ve ikrâm ederek seçtiği kulunu bu yolla kavuşturur. Onun için bu yola İctibâ (çekip götürme) yolu denir. Onların seçtikleri ve mücâhede çektikleri yola ise İnâbe (gitme) yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar azdır. İctibâ yolundan kavuşanlar ise çoktur.

Peygamberlerin hepsi “aleyhimüsselatü vesselam”, İçtibâ yolundan gittiler. Peygamberlerin Ashâbı da, onlara uydukları ve vâris oldukları için içtibâ yolu ile vâsıl oldular.

İçtibâ yolunda riyâzet çekmek, kavuşmak (vusül) ni’metine şükür içindir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimize  soruldu: Geçmiş ve gelecek bütün günâhlarınız afv ve magfiret olunmuş iken, niçin bu kadar eziyet çekiyorsunuz? Cevâbında: Şükr eden bir kul olmayayım mı? buyurdu.

İnâbet yolundaki mücâhedeler ise kavuşabilmek (vusulün husulü) içindir.

İkisi arasında o kadar fark var ki…

Velâyet makâmında, dünyâdan ve âhıretden vaz geçmek lâzımdır. Âhırete bağlanmayı, dünyâya bağlanmak gibi bilmelidir. Âhıret için çalışmanın, dünyâ için çalışmak gibi olduğu bilinmelidir. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî buyuruyor ki, “Selâmete kavuşmak istersen, dünyâdan selâmet bul, kurtul! Kıymetlenmek istersen, âhıret için eğilme!” Bir başkası buyuruyor ki, Âl-i İmrân sûresi yüzelliikinci âyetinde, “Dünyâyı istiyenleriniz ve âhıreti istiyenleriniz” manası ile, ikisini isteyenleri de şikâyet etmekdedir. Kısacası, Fenâ, Hakk Teâlâ’dan başka herşeyi unutmak demektir. Dünyâyı da, âhıreti de unutmak icap eder.

Kemâlât-i nübüvvet mertebesinde ise âhırete gönül bağlamak iyidir. Âhıret için çalışmak beğenilir, makbuldür. Hatta bu makâmda yalnız âhıret için çalışılır. Yalnız âhıret düşünülür. Secde sûresi onaltıncı âyetinde, “Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak dua ederler” ve İsrâ sûresi elliyedinci âyetinde, “Rablerinden çekinirler ve azâbından korkarlar” ve Enbiyâ sûresi kırkdokuzuncu âyetinde, “Onlar kıyâmet gününde merhamet umarlar” buyurulmuştur ki, bu makam sâhiplerinin hâlini göstermektedir. Bunlar, âhıret hâllerini düşünerek ağlarlar. Kıyâmet hâllerinin korkusundan sızlarlar. Kabir fitnesinden Allah-u Teâlâ’ya sığınırlar; Cehennem azâbından kurtulmak için yalvarırlar.

Bunlara göre, âhıretten korkmak, Allah-u Teâlâ’dan korkmak demektir. Allah-u Teâlâ’yı istemek ve sevmek, âhıreti istemek ve sevmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ’ya kavuşmak, âhırette vaat edilmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın kulundan rızâsı, âhırette belli olacaktır.

Hakk Teâlâ, dünyâyı sevmez. Âhıreti sever. Sevilmiyen, sevilen ile hiçbir şeyde bir tutulamaz. Çünkü sevilmeyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür. Beğenilenden yüz çevirmek, sekr (manevi sarhoşluktur). Allah-u Teâlâ’nın davet etmesine ve beğenmesine karşı gelmektir. Yûnüs sûresi yirmibeşinci âyetinde, “Allah-u Teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırıyor” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze şâhittir.

Allah-u Teâlâ, ısrarla âhırete çağırmaktadır. Âhıretten yüz çevirmek, Hakk Teâlâ’ya karşı gelmek olur. Onun beğendiği şeyi ortadan kaldırmağa uğraşmak olur. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî, velâyetde ileri gitmiş olduğundan, “Âhıreti istememek kerâmettir” dedi. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin âhıret için çalıştıklarını, âhıret azâbından titrediklerini bilmiyormuş gibi konuştu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” birgün, deve üstünde, bir sokaktan geçiyordu. Birisi Vettûri sûresinin yedinci âyetini okuyordu. (Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önleyecek yoktur) manasını işitince, aklı başından gitti. Deveden aşağı yıkıldı. Kaldırıp evine götürdüler. Günlerce hasta yatdı. Herkes ziyâretine gelirdi.

Evet, sona varmadan önce, Fenâ makâmında iken, dünyâ ve âhıret unutulur. Âhırete bağlılığın, dünyâya bağlılık gibi olduğu sanılır. Fakat Bekâ ile şereflenerek nihâyete kavuşunca ve nübüvvet kemâlâtına adım atınca, her ân âhıret düşüncesi ve Cehennem korkusu vardır. Bundan Allah-u Teâlâ’ya sığınmakdadır. Rabbinden Cenneti istemekdedir. Cennetin ağaçları, nehrleri, hûrî ve gılmânları, dünyâda olanlara hiç benzemez. Bunlarla hiçbir ilgisi yokdur. Hatta bunların zıttı, tersidirler. Kızmak ile beğenmek birbirinin tersi oldukları gibi…

Cennetin ağaçları, nehrleri ve orada olan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyiliklerin meyveleridir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Cennetde ağaç yokdur. Oraya çok ağaç dikiniz!) Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, (Bir kimse, Sübhânallahi ve bi-hamdihi Sübhânallahil’azîm derse, onun için Cennetde bir ağaç fidanı dikilir) buyurdu.

Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyâda harfler ve sesler şeklinde, bu kelimeye yerleşdirilmiş olduğu gibi, Cennette, bu kemâller ağaç şeklinde bulunmakdadır. Bunun gibi, Cennette bulunan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyi işlerin netîceleri, meyveleridir. Allah-u Teâlâ’nın kemâllerinden herhangi biri, bu dünyâda, iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleştirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennetde, lezzetler, ni’metler perdesi altında meydâna çıkar. Bunun içindir ki, oradaki lezzetleri, ni’metleri Allah-u Teâlâ beğenir. Bunları tatmak, Cennette sonsuz kalmağa ve Allah-u Teâlâ’ya kavuşmağa sebep olur. Zavallı Râbia, eğer bu inceliği anlamış olsaydı, Cenneti yakıp yok etmeği düşünmezdi. Ona bağlılığı, Allah-u Teâlâ’ya bağlılıktan başka sanmazdı!

Dünyâ lezzetleri, dünyâ ni’metleri böyle değildir. Bunların başlangıcı hep kötülük ve aşağılıktır. Bunların netîceleri, âhıret ni’metlerinden mahrûmluktur. Allah-u Teâlâ, bizi bundan korusun!

Dünya lezzetleri, eğer İslâmiyyet’in mubâh etdiklerinden ise âhırette bunların hesâbı olacaktır. Allah-u Teâlâ, eğer merhamet etmezse, hesâba çekilenlerin vay hâline!

Eğer mubâh olmıyan lezzetler ise, azâb yapılacaktır. Yâ Rabbî! Kendimize zulüm etdik. Eğer bizi afv ve magfiret etmezsen, ziyân edenlerden oluruz.

Dünyâ lezzetleri zehirdir. Âhıret lezzetleri, fâideli ilâçtır. Âhıreti, yâ mü’minlerin câhilleri düşünür, yâhut da en yüksek olanları… En yüksek olmıyanlar âhıret için üzülmezler. Kerâmet, âhıret için üzülmemektir derler.

Fârisî mısra’ tercemesi:

Onlar onlardır; ben de böyleyim yâ Rab!

***

Süâl 2: O Server “aleyhi ve alâ ekmelüttahiyyat” şaşılacak riyâzetler ve sıkıntılı açlıklar çektiği halde bu yolda riyâzetleri yasak etmişlerdir. Hatta riyâzetler, sûretlerin, görüntülerin keşflerine sebeb olduğu için, zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakta zarar bulunabileceğini düşünmek, şaşılacak birşey değil midir?

Cevâb 2: Riyâzetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede işittiniz? Bu yolda, daima nisbeti korumak ve sünnet-i seniyyeye uymak “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve hâllerini örtmeğe çalışmak ve orta hâlli yaşamak ve yiyecekte, giyecekte ve her şeyde orta hâli gözetmek vardır.

Bunların hepsi, riyâzât-i şâkka ve mücâhedât-i şedîdedir.

Câhiller bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve mücâhede, yalnız açlık çekmektir. Çok aç kalmağı pek kıymetli sanırlar. Çünkü hayvanlar gibi yaşayanlar, yemeğe ve içmeğe çok önem verdikleri için hep bunları düşünürler. Bu sebeple yememek ve içmemek bunlara ağır riyâzet ve sıkı mücâhede görünür. Bu câhiller, nisbetin hep korunmasına ve sünnete uymağa “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve benzerlerine hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamağı çirkin görmezler. Yapmağa çalışmağı da riyâzetten saymazlar.

Görülüyor ki, bu yolda, hâllerini örtmeğe çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyâzetleri yapmamak icap eder.

Böyle riyâzetleri câhiller beğenir. Aralarında yayılarak şöhrete ve âfete sebeb olur ve sonu kötü olur. Resûlullah, (Dinde ve dünyâda parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yeter. Bundan ancak Allah-u Teâlâ‘nın koruduğu kimse kurtulur) buyurdu.

Bu fakîre göre, uzun açlıklar çekmek, yemekte ve içmekde orta dereceyi gözetmekten çok dahâ kolaydır; pek hafîf kalır.

Orta hâli gözetmek riyâzeti, çok aç kalmak riyâzetinden her yönden daha üstündür.

Yüksek babam “kuddise sirruh” buyurdu ki, “Sülûkü anlatan bir kitabta gördüm: Maksada kavuşmak için yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek yeter. Bunu gözetince ayrıca zikir ve fikir lâzım olmaz.”

Sözün doğrusu da budur. Yiyecekte, giyecekte ve her işte orta dereceyi gözetmek en iyisidir.

Fârisî beyt tercümesi:

Ağzından taşacak kadar çok yime,
Açlıktan ölecek kadar az yime!

Hakk Teâlâ, Peygamberimize “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kırk erkek kuvveti ihsân eylemiştir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Eshâb-ı kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehıyye” bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muhârebede düşmana öyle güclü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabr eden yirmi kişi, ikiyüz kâfire gâlib gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı Kirâm’dan başkaları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler.

Gücü yok iken, bu işte Eshâb-ı Kirâm’a benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamıyacak hâle sokmak olur. İşitdiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” O Server gibi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” hergün oruc tutmak istedi. Zayıfladı, tâkati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. O Server “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzûrunda kalırım. Oradan yerim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.

Eshâb-ı kirâm, insanların en iyisi kadar “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” açlığa dayanamadılar ise de, onun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korunmuş değildirler.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Açlığın safâ verdiği, temizlediği meydanda bir şeydir. Çok kimselerin [Sâlih olan mü’minlerin] kalbine safâ verir. Çoğunun da [Kâfirlerin ve dünyaya düşkün olan mü’minlerin] nefsine safâ verir.

Kalbin safâ bulması, insanı doğru yola götürür ve nûrlandırır. [Âlem-i emrdeki nûrlar, feyzler, hidâyet hâsıl olur.] Nefsin safâsı ise dalâlete sürükler ve zulmeti arttırır. [Nefsin safâsı, nefsin güçlenmesi demek olur ki, kalbin ve yakın kalplerin de bozulmasına sebeb olur.]

Ahmak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli birşey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Eflâtun zemânında Peygamber olmuştu. Rûhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. Biz gericilikten kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız yoktur, dedi.

Eğer kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayâlindeki sûretlere aldanmaz, se’âdete kavuşmakdan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı.

Bu karanlık safâyı görerek, kendini nûrlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlıyamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete döndüğünü göremedi.

Kalb böyle değildir. O, yaratılışta temizdir. Nûr ile doludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmiştir. Az bir tasfiye, temizlemek ile üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar.

Nefs ise yaradılışta karanlıktır, pistir. Kalbin emri ve idâresi altına girmedikçe, dahâ doğrusu sünnete uymadıkca, islâmiyyete sarılmadıkca “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”, hattâ ve hattâ, ancak Allah-u Teâlâ’nın ihsânına kavuşmadıkca, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaradılışındaki pislikten kurtulup saadete kavuşamaz.

Eflâtun, aklı ermediği için, nefsinin safâsını, Îsâ aleyhisselâma inanan kalbin safâsı gibi sandı. O îmânlı kalbin sâhibi gibi, kendini de, nûrlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” uymak ni’meti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi. Böyle belâya düşmekten Allah-u Teâlâ’ya sığınırız!

Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tam ortada kalma mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlikesine düşmemek için, fâidelerinden de vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşünerek, zararlarını göremedikleri için açlık çekmeği emr etmişlerdir. Aklı olanlar ise bir zarardan kurtulabilmek için birçok fâidelerin bırakılacağını söylemişlerdir. İslâm âlimlerinin, (Bir işin sünnet veya bid’at olduğu anlaşılamasa; bid’ati yapmamak, sünneti yapmaktan daha iyidir) sözleri de, akıl sâhiplerinin bu sözlerine benzemektedir. Çünkü bu iş, bid’at ise zararlıdır. Sünnet ise fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini önde tutmuşlar; bid’at olabileceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.

Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği şaşılacak bir şey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Eshâb-ı kirâm için olabilir. O zaman için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, mutasavvıfların çoğu bunu anlayamamış; kendileri de böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zaman için olduğunu anlayarak, kendileri yapmamışlardır.

Her şeyin doğrusunu ancak Allah-u Teâlâ bilir.

Mektubat