Etiket arşivi: mesnevi

ELEST ÜLKESİ

Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü ise diriliktir; görünüşte bir tükenmedir, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden doğması bir göçmedir; fakat cihanda ona yeni bir hayat vardır.

Hayru’l-beşer Efendimiz: “Dünyadan göçüp giden kişinin ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur. Elindekini kaçırdığından dolayıdır yüzlerce acıya düşüşü” buyurdu.

“Neden her devletin, her nimetin mahzeni olan ölüme gereken değeri vermedim? Şaşkınlığımdan bütün ömrümce, hayallerimi kıble/gâye edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler” diye kendi kendine söylenip acınırlar.

Hiçbir ölü, öldüğüne yanmaz, azığın azlığına hayıflanır. Yoksa ölen, bir kuyudan kurtulmuş; ovaya, devlete ve ferahlığa kavuşmuştur. Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçmüştür.

Hâsılı “Elest Ülkesi”nin kadrini bilesin diye dünya önce gelmiştir. Buradan kurtulup oraya vardın mı, ebed şeker hanesinde şükreder durursun. Dersin ki: “Sanki orada toprak elemişim. Bu tertemiz âlemden kaçıp duruyormuşum. Keşke bundan önce ölseydim de o balçıkta çektiklerim daha az olsaydı.”

Bu sebeptendir ki, o her şeye vakıf Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’:

“Her kim ölür de, ruhu bedenini bırakıp giderse, öldüğünden, göçtüğünden hayıflanmaz, hasrete düşmez. Ancak taksiratından (günahlarından), fırsatı kaçırdığından (ömrünü boşa geçirdiğinden) hasrete düşer.

Ölen, keşke bundan önce ölseydim de kurtulsaydım, der. Kötüyse, kötülüğü az olurdu; iyiyse, iyilik yurduna daha önce gelirdi…” buyurmuştur.

***

Herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır ölüm, dosta dost.

Ey (ölümden kaçan) can, aklını başına devşir! Ölümden korkup kaçarsın ya… Doğrucası sen kendinden korkmaktasın. Gördüğün ölümün yüzü değil, (ölüm aynasında) kendi çirkin (manevi) yüzündür.

Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse “Kendinizi tehlikeye atmayın!” emri onadır.

Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa, ona: “Haydin, çabuk olun!” hitabı gelir.

***

Ey gördüğü ölüm olanlar, uzaklaşın…

Ey gördüğü dirilme olanlar, çabuk olun!

Ey lütuf görenler, ferahlanın, sevinin…

Ey kahır görenler, bu bir belâdır, gamlanın!

Mesnevi-i Şerif

KALPTEN HABER VAR

Hz. Mûsâ aleyhi’s-selâm yolda, “Ey Allah’ım, Ey Rabbim!” diye yakaran bir çoban gördü. (Diyordu ki): “Neredesin, gelip hizmetkârın olayım! Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayıp, bitlerini kırayım. Ey Yüce Rabbim, Sana süt ikrâm edeyim! Elceğizini öpeyim, ayağını ovayım. Uyku vakti gelince yerceğizini silip süpüreyim. Sana feda olsun bütün keçilerim. Seni anmak içindir bütün nağmelerim, heyheylerim.”

O çoban, bu çeşit saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu.

Mûsâ: “Kiminle konuşuyorsun?” dedi.

Çoban: “Bizi yaratan, bu yeri göğü var edenle.” dedi.

Mûsâ dedi: Çok âsi oldun sen. Müslüman olmadan kâfir oldun.

Bu ne zırva, bu ne küfür ve saçmalama? Ağzına pamuk tıka! Küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Din ipeğini küfrün paçavraya çevirdi.

Çarık, dolak, ancak sana yaraşır. Böyle şeyler bir güneşe nasıl uygun olur? Bu tür sözlerden ağzını kapamazsan, bir ateş gelip insanları yakar. 

ALLAH’ın her şeye kadir ve her hususta âdil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun? Nasıl oluyor da bu çeşit saçmalamak ve çizmeyi aşmak senin inancın haline geliyor?

Akılsız dostluk düşmanlığın ta kendisidir. ALLAH bu çeşit hizmetlerden müstağnidir.

Bu çeşit sözleri ancak amcana dayına söylersin. Cisim ve ihtiyaç, Celâl Sahibi’nin sıfatlarından mıdır? Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağı muhtaç olan çarık giyer.

Senin bu sözlerin, (ALLAH): “Hastalandım, ziyaretime gelmedin”, “Benimle duyup Benimle görür” buyurduğu kullar için de anlamsızdır.

Hakk’ın seçkin kulları ile edepsizce konuşmak kalbi öldürür, gönlü karartır; amel defterini kapkara bir hale koyar. Erkekle kadın aynı cinsten olsa da, bir erkeğe “Fatma” desen, halîm ve mülâyim biri bile olsa, imkânı olsa senin canına kasteder. Kadınlar için Fatma bir övgüdür. Fakat erkeğe söylersen kılıç yarası gibi olur. El ve ayak bizim için övünç vesilesidir; oysa Hakk’ın müstağniliğine nispetle kusur.

(Çoban): Ey Mûsâ, ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın.” dedi. Üstünü başını yırtarak yana yana bir âh çekti. Başını alıp çöle doğru yola düştü.

Mûsâ’ya şu vahiy geldi: Kulumuzu bizden ayırdın. Sen kavuşturmaya mı geldin yoksa ayırmaya mı? Gücün yettiğince ayrılığa ayak basma. Ben’im katımda en çirkin şey boşanmaktır (ayrılıktır). Herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim. Ona metih olan söz, sana zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir. Biz, temizlikten de beriyiz, kirliden de. Hantallıktan da ariyiz (müstağniyiz), çeviklik ve titizlikten de. Kendime bir yarar sağlamak için değil, kullarıma ikramda bulunmak içindir emirlerim. Hintlilere, Hintlilerin sözleri metihtir; Sintlilere, Sintlilerin… Onların teşbihleri ile münezzeh ve mukaddes olmam. Bu teşbih incilerini söylemekle kendileri temizlenir, pâk olurlar. Biz; dile ve söze bakmayız; gönle ve hale bakarız.

Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve boyun eğicilik olmasın. Çünkü kalp cevherdir, söz söylemekse a’raz. A’raz eklentidir, cevher maksat. Mânâsı gizli ve kapalı yahut başka olan bu çeşit sözler ne vakte kadar sürecek? Yanış isterim, yanış… O ateşe düş; yoldaş ol o yanışa… Canda sevgiden bir ateş tutuştur; aşktan bir ateş yak canında. Düşünceyi, sözü baştanbaşa yakıver. Yol yordam bilenler başkadır; canı, rûhu yanmış aşıklar başka, ey Mûsâ! Âşıklara her nefeste bir yanış vardır. Harap köye haraç ve öşür olmaz. Yanlış söylese de ona hatalı deme. Kanına bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma. Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış söz de, yüzlerce doğrudan yeğ! Kâbe’nin içinde kıbleden (kıbleye dönme zorunluluğundan) eser yoktur. Âşıkların dini, mezhebi ALLAH’tır.

Yakut’un üstünde (yakut olduğuna dair) damga olmasa ne çıkar?

Ondan sonra Hakk, Mûsâ’nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi. Mûsâ’nın kalbine sözler döküldü. Görmek ve söylemek birbirine karıştı. Defalarca kendinden geçip defalarca kendine geldi. Kaç defa ezelden ebede kanatlandı.

Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum. Çünkü bunu açmak, bunu anlatmak, anlayışın ötesindedir. Söylesem, akıllar uçup gider; yazmaya kalksam, kalemler kırılır.

Mûsâ, Hakk’tan bu azarlamayı duyunca çöle düşüp çobanın ardınca koşmaya başladı. O hayran âşığın ayak izini sürdü, çölün altını üstüne getirdi. Nihayet onu buldu.

Dedi ki: “Müjdemi ver! Sana izin çıktı. Hiçbir adap ve tertip yolu arama; daralan gönlün ne isterse onu söyle! Senin küfrün (o halin), din; dinin de can nuru… Sen emniyete erişmişsin; dünya da seninle emniyette. Ey “Allah dilediğini yapar” sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi; korkusuzca yürü, dilini serbest bırak.”

Dedi: “Ey Mûsâ, ben o halden (o cezbe halinden), o sözlerden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanlarına bulandım. Ben Sidretü’l-Müntehâ’dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öteye gitmişim. Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, gökleri aştı. Şimdi benim halime söz sığmaz.”

Şimdi, ey ALLAH’a yalvaran kişi! Kendine gel kendine! Hamd etsen de şükretsen de bil ki senin yaptığın da çobanın lâyık olmayan yakarışı gibidir. Senin hamdın ona nispetle daha iyi olsa da Hakk’a nispetle değeri yok, sonsuz eksiktir. Ne vakte dek hamd ve şükrü yerine getiriyorum deyip duracaksın. Perde kaldırılınca oldu sanılan nice şeylerin olmamış bulunduğu meydana çıkar. Senin zikrinin kabulü rahmettendir. Âdeta kanı durmayan birinin namaz kılması gibi bir ruhsattandır. Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa, senin zikrine de benzetme ve zannetmeler bulaşır. Kan pistir ama bir parça su ile temizlenir. Fakat içte öyle pislikler var ki… ALLAH’ın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksik olmaz.

Keşke secdeye kapandığında: Sübhane Rabbiyel A’la’nın manasına: Secdem de varlığım gibi Sana lâyık değil. Sen kötülüğe karşılık iyilik ihsan eyle! hissiyatına ereydin.

Mesnevi-i Şerif

HER ŞEY AŞİKÂR

Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz bir sabah Zeyd’e: “Ey sâfalı refik, bugün nasılsın, nasıl sabahladın?” dedi.

“Ya Resûlellah, Mümin bir kul olarak” deyince “İman bağın yeşermiş, çiçekler açmışsa nişanesi nerede?” dedi.

Zeyd dedi ki: “Gündüzleri susuz geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım. Mızrak ucu kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim.

O tarafta bütün milletler bir olduğu gibi yüz binlerce yılla bir saat aynı… Ezelle ebedin birliği vardır orada. Fakat akıl için o tarafa yol yoktur.”

Buyurdu ki: “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışına uygun hediyen nerede? Getir bakalım!”

Dedi: “Halk, gökyüzünü nasıl görüyorsa ben de arşı, arştakilerle birlikte öyle görüyorum. Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem apaçık ve meydanda.

Değirmende buğdayı arpadan ayırt eder gibi insanları teker teker tanıyor, ayırt ediyorum. Kimin cennetlik (said) kimin  cehennemlik (şakî) olduğu bana yılanla balık gibi aşikâr.

“O gün (Kıyamet günü), bazı yüzler ak olur, bazıları kara…” sırrı, şimdiden meydana çıktı.

Can, bundan önce de ayıplarla dolu idi lâkin ana rahminde idi, halâikden (yaratılmışlardan) gizli idi. 

Doğmadıkça anlamak, âlemdeki müşkül işlerdendir. Çünkü henüz doğmamış çocuğun nasıl olduğunu bilen azdır; ALLAH’ın nuruyla bakıp gören hariç. Böyle olan zat, bâtına da nüfuz edebilir.

Ya Resûlellah, halkın ahvâli bana aşikârdır, gizli değildir. Kadın erkek hepsini, kıyamet günündeki gibi apaçık görüyorum. Şimdi söyleyeyim mi, yoksa soluğumu tutup susayım mı?”

Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yeter diye dudağını ısırdı.

“Ya Resûlellah, yeniden dirilişin sırrını söyleyeyim de bugün âlemde neşri izhar edeyim mi? Müsaade buyur da, halkın gözündeki gaflet perdelerini yırtayım. Nûr-i irfanım güneş gibi parlasın; ta ki o nurdan güneşe kusûf gelsin.  Hurma ağacı (gibi meyveliler) ile söğüt ağacını (meyvesizleri) göstereyim.

Kıyametin sırrını açayım; halis altın para ile ayarı bozuk parayı izhar edeyim.

Elleri kesilmiş olduğu halde Eshab-ı Şimal-ı (sol yandakileri), küfür ve nifak renklerini meydana koyayım… Tutulmayan ve nuru eksilmeyen bir kâmerin ziyasında yedi nifak deliğini göstereyim… Şakîlerin ahirette giydiği pırtıl elbiselerini (paçavraları) göstereyim. Peygamberlerin haşmetlerini, davetlerindeki hakikati duyurayım.

Ortada olan cehennemi, cennetleri, ikisinin arasındaki berzah ile a’raf’ı kâfirlerin gözleri önüne sereyim.

Kevser Havuzu’nun coşmakta olduğunu; suyunun, cennetliklerin yüzlerine vurmakta, “iç, iç!” diye seslenmekte ve bu sesin de kulaklarına gelmekte olduğunu göstereyim… Susuzluk içinde onun çevresinde dönüp duranları da…

Omuzları omuzuma sürtünmekte, haykırışları kulağıma gelmekte…

İşte gözümün önünde… Cennet ehli, şevkle birbirlerini kucaklamışlar; birbirlerinin ellerini ziyaret edip musafahada bulunuyor, dudaklarından buseler yağdırıyorlar.

Şu kulağım, aşağılık kimselerin hasret naralarından, “ah, ah” diye bağrışmalarından sağır oldu.

Bu söylediklerim ancak işaretlerdir. Daha derin söylerim ama Resül’ü incitmekten, azarlamasından korkuyorum.”

Zeyd böylece kendisinden geçmiş (manevî sarhoş) bir vaziyette söyleyip duruyordu. Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yakasını büktü. Buyurdu ki: “Kendine gel, yuları çek, atın pek hararetlendi!. “Lâ-yestahyî / ALLAH haya etmez” hükmünün aksi vurdu, utanma ortadan kalktı. 

Aynan kılıftan çıktı.

Ayna ile terazi yalan söyler mi? Ayna ile terazi, kimse incinmesin, utanmasın diye sözünü saklar mı? Ayna ile teraziye (sırrı saklasın ya da fazla göstersin diye) yüzlerce yıl hizmet etsen bile onlar yine doğrucu ve kadri yüce mihenkler, ölçütlerdir.

Onlar sana “Kendini maskara etme; ayna ile terazi nerede, hile, düzen nerede? ALLAH, hakikatlerin bizim vasıtamızla anlaşılması için kadrimizi yüceltti. Eğer bu doğruluğumuz olmasaydı, hakikati olduğu gibi göstermeseydik ne değerimiz olurdu?” derler. 

Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki tecelli gibi tecelli vurduysa bile yine de aynayı koynuna koy!”

Ya Resûlellah, “ALLAH güneşi, ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı? Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.

Resûlellah buyurdu ki: “Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu, dünyayı güneşsiz görürsün. Bir parmak bile, aya perde oluyor. İste bu Padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.

Bu sözün sonu yok!

Zeyd, kalk da söz söyleme Burak’ına gem vur! Söz söylemek kabiliyeti, ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar.

ALLAH, bir süre gaybı dilemiştir. Sen de davulcu yolunu kapa; atını hızlı sürme, yuları çek. Sırların gizli kalması, herkesin kendi zannınca mesrur olması daha iyi… 

Cenab-ı Hakk, rahmetinden ümitsiz olanların da ibadetinden yüz çevirmemelerini ister. Onların da ibadetiyle şereflenmelerini, o ümidin peşinde koşup durmalarını ister… Merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki, o rahmet, herkesin üzerinde parlasın. İster ki, her bey, her esir, ümit ve korkuyla Kendisinden çekinsin. Herkes bu perdenin ardında beslenip yetişsin. Ümit ve korku perdesini yırttın mı, gayb, bütün şâşâasıyla ortaya çıkar.”

Mesnevi-i Şerif