Etiket arşivi: tasavvuf

ELEST ÜLKESİ

Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü ise diriliktir; görünüşte bir tükenmedir, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden doğması bir göçmedir; fakat cihanda ona yeni bir hayat vardır.

Hayru’l-beşer Efendimiz: “Dünyadan göçüp giden kişinin ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur. Elindekini kaçırdığından dolayıdır yüzlerce acıya düşüşü” buyurdu.

“Neden her devletin, her nimetin mahzeni olan ölüme gereken değeri vermedim? Şaşkınlığımdan bütün ömrümce, hayallerimi kıble/gâye edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler” diye kendi kendine söylenip acınırlar.

Hiçbir ölü, öldüğüne yanmaz, azığın azlığına hayıflanır. Yoksa ölen, bir kuyudan kurtulmuş; ovaya, devlete ve ferahlığa kavuşmuştur. Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçmüştür.

Hâsılı “Elest Ülkesi”nin kadrini bilesin diye dünya önce gelmiştir. Buradan kurtulup oraya vardın mı, ebed şeker hanesinde şükreder durursun. Dersin ki: “Sanki orada toprak elemişim. Bu tertemiz âlemden kaçıp duruyormuşum. Keşke bundan önce ölseydim de o balçıkta çektiklerim daha az olsaydı.”

Bu sebeptendir ki, o her şeye vakıf Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’:

“Her kim ölür de, ruhu bedenini bırakıp giderse, öldüğünden, göçtüğünden hayıflanmaz, hasrete düşmez. Ancak taksiratından (günahlarından), fırsatı kaçırdığından (ömrünü boşa geçirdiğinden) hasrete düşer.

Ölen, keşke bundan önce ölseydim de kurtulsaydım, der. Kötüyse, kötülüğü az olurdu; iyiyse, iyilik yurduna daha önce gelirdi…” buyurmuştur.

***

Herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır ölüm, dosta dost.

Ey (ölümden kaçan) can, aklını başına devşir! Ölümden korkup kaçarsın ya… Doğrucası sen kendinden korkmaktasın. Gördüğün ölümün yüzü değil, (ölüm aynasında) kendi çirkin (manevi) yüzündür.

Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse “Kendinizi tehlikeye atmayın!” emri onadır.

Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa, ona: “Haydin, çabuk olun!” hitabı gelir.

***

Ey gördüğü ölüm olanlar, uzaklaşın…

Ey gördüğü dirilme olanlar, çabuk olun!

Ey lütuf görenler, ferahlanın, sevinin…

Ey kahır görenler, bu bir belâdır, gamlanın!

Mesnevi-i Şerif

GENEL ve ÖZEL TERBİYE

Her türlü benzerlik ve eksiklikten münezzeh olan Allah-u Teâlâ, kullarının terbiye ve ıslah olmalarını dilemiş ve emretmiştir.

Allah-u Teâlâ’nın bu manadaki ’emr’i iki çeşittir. Birincisi, Nebîler ve Resûller aracılığıyla gerçekleşir ve özeldir. Gayesi, kulları, kendi tercihleriyle imtihan etmek ve kurtuluşa davet edip götürmektir.

Eğer insanlar kendi tercihleriyle ve gönüllü olarak bu ’emr’e tabi olup gereğini yerine getirirlerse yani maddi ve manevi hükümlere uyarlarsa, istenen yerine gelir ve gaye hasıl olmuş olur.

Şayet uymazlar ve gereğini yerine getirmezlerse, ikinci tür Emr, onları bu hükümlere uymaya zorlar veya uymamanın cezasına…

Bu ikinci ’emr’in uygulanmamasının ihtimali yoktur. Evrende ve insanlarda yürürlükte olan hadiseler, bu ’emr’in gereğidir.

“Başınıza gelenler, kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır; pek çoğunu da affeder.” ayeti bu manayadır.

Allah-u Teâlâ’nın ’emr’inin herhangi bir zaman ve mekânda geçerli ve yürürlükte olmamasına da ihtimal yoktur.

“Bir şeyi irade ettiğinde O’nun emri ancak ona “Kün/Ol” demesidir. O da olur. Her şeyin melekutu/hükümranlığı yed’inde olan Subhan’dır. O’na rücu’ ettirileceksiniz.” (36/82-83)

Şu kadarı var ki, Resûllere tabi olmak ve (Varis-i Resûl olan) Evliya’yı izlemek, hem nefsin kemale ermesini ve hem de ilahi hükümlere uyulmasını kolaylaştırdığı / sağladığı için Allah-u Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak Enbiya göndermiş ve Evliya’yı da vesile kılmıştır.

Eğer bu yolla yani özele hitap eden hükümlere uymakla davete icabet edilir ve gereği yerine getirilirse ne âlâ!

Zaten istenen de budur.

Bunu seçip seçmemek ve gereğini yapıp yapmamak kulların tercihlerine ve serbest iradelerine bırakılmıştır.

Kabul etmeyip isyan ederler veya kabul edip ihmal ederlerse ikinci ’emr’ devreye girer ve iki dünyada da gereğini yerine getirmekten geri durmaz.

Hakikât derecesine erişenler yani ilahi hükümlere riayet edip isyan etmeyenler ise hem beden kafesinde rahat ederler; hem de beden kafesinden kurtulduktan sonra yüceler âlemine yükselerek Enbiyâ ve Velîlerin ruhlarıyla birlikte bitimsiz zevk ve safaya kavuşurlar.

Aşağı âlemde kalan akraba ve yakınları ve bütün ehl-i iman için dua ederler ve imkân oldukça da yardım yapmaktan geri durmazlar.

***

Melekler tümüyle hakikât mertebesindedirler çünkü hem tabiat zindanında tutuklu değillerdir hem de unsurlar giysisini giymemişlerdir. “Emrolundukları işte ALLAH’a isyan etmezler ve kendilerine emredileni yerine getirirler” ayet-i kerimesinde buyrulduğu üzere, ALLAH’ın emirlerini zorlanmaksızın yerine getirmeleri ve isyan etmemeleri, tertemiz olduklarının en açık kanıtıdır.

Aynı şekilde Resuller, Nebiler, Kutuplar, Evtadlar, Abdallar, Nakipler ve Necipler gibi batınî âlemde tasarrufta bulunan büyük zatların tümü hakikât mertebesindedir.

Bunların dışında her memleket ve her beldede, istidat ve kapasitesi ayarında hakikat mertebesine erişen kimseler bulunur. Ancak bunlar da pek nadir olurlar.

Zübdetü’l-Hakaik

AKLAŞAN SAÇLAR

Hâdise, Muğla’nın Milas ilçesinde geçmektedir.

Orta yaşlı bir adam, bir gece, hayatının akışını değiştiren bir rüya görür.

Gördüğü, kendi ölümüdür: Ölmüş, teneşirde yıkanmış, kefenlenmiş ve mezara defnedilmiştir. Yapılan dualar ve okunan tilavet ile birlikte üzeri toprakla kapatılmış; kapkaranlık ve yapayalnız kalmıştır.

Bir müddet sonra bulunduğu kabrin sağ tarafından bir menfez açılır ve içeriye iki kişi girer. Kendilerinin “Münker ve Nekir” olduklarını söylerler.

Adamı alırlar; aynı menfezden geçirerek başka bir yere götürürler. Götürdükleri yerde, önüne bir terazi ve yanına da bir miktar üzüm koyarlar.

O sırada karşıdan bir adam gelmektedir.

Münker Nekir, Milaslı bu çiftçiden, karşıdan gelen adama üzüm satmasını söylerler ve sağ ve solunda muhafız gibi durarak satışa nezaret ederler.

“Bu dünyada âmâ olan
ahirette de âmâ’dır”
(Meal / 17-72) 

Tartıda çok az bir haksızlık yaptığını gören Melekler, onu hemen tezgâhın başından aldıkları gibi çok büyük bir kapının yanına getirirler. Kapı, kale kapısı gibi çok büyüktür.

Kapının yanına gelir gelmez kapı kendiliğinden açılır.

Manzara çok korkunçtur.

Müthiş bir yangın ve alevlerin içerisinde insanlar yanmakta ve bir taraftan da yanan vücutları yenilenmektedir. Feryatlar ise yürek dayanacak gibi değildir.

Dehşet içinde bir müddet seyrettirdikten sonra, Münker Nekir, adamı alırlar ve başka bir meydana getirirler. Kendisine: “Biraz önce alışveriş sırasında işlediğin suçun cezasının gördüğün gibi yanarak mı, yoksa başka  bir şekilde mi verilmesini istersin?” derler.

Adam, gördüğünden daha büyük bir cezanın olamayacağı düşüncesiyle başka bir cezayı istediğini söyler söylemez vücudunda yüzlerce derecede bir sıcaklığın başgösterdiğini bütün dehşetiyle hisseder.

Dayanılmaz bir ıstırap, çekilmesi mümkün olmayan acı ve azap…

Avazı çıktığı kadar feryad ve figan…

***

Normal hayatta da aynı şekilde avazı çıktığı kadar bağırmakta, ortalığı ayağa kaldırmaktadır.

Vakit gece yarısıdır.

Karısı ve iki oğlu, korkunç çığlıklara uyanır.

Sesler mahalleyi de inlettiğinden konu-komşu adamın evinde toplanır.

Adam ise hâlâ feryat ve çığlığa devam etmekte; ne kadar uğraştılarsa da bir türlü uyanmamaktadır.

Tahammül sınırının çok ötesinde bir acı çektiği ise her halinden bellidir.

Bir müddet sonra…

***

Ceza sona erdirilir ve Münker Nekir adama şunları söyler:

“İşte gördün; dünyada yapılan küçük bir haksızlık ve adaletsizliğin ahiretteki cezasının ne olduğunu…

Şimdi seni dünyaya iade ediyoruz.

Hayatını ona göre tanzim eyle!”

***

Adamcağız gözleri yerinden fırlamış, beti benzi atmış, kan ter içinde uyanır ama yüzünde, etrafındakileri hayretler içerisinde baktıran bir görüntü ile…

Saçları ve kıllarının tamamı bembeyaz olmuştur.

***

Hadiseyi nakledenlerin ifadesine göre, şimdi o, ak saçlarıyla, hayatını kılı kırk yararcasına; dünya ve ahirette kendisine fayda sağlayacak salih amellerin, hayırlı işlerin peşinden koşar bir şekilde yaşamaktadır.

***

Fe men ya’mel
miskâle zerretin hayren yereh.
Ve men ya’mel
miskâle zerretin şerren yereh.
(99/7-8) 

Alıntıdır

TAKLİD-İ ÎMÂN

“Kul imanın tamamına (hakikatına) eremez; şaka da olsa yalanı, haklı da olsa çekişmeyi terk edinceye kadar.”

“Haklı olduğu halde mücadeleyi terk edene cennetin ortasında bir köşk inşa edilir; haksız olduğu halde mücadeleyi terk eden için ise cennetin kenarında bir ev bina edilir.”

“ALLAH’ın hidayetinden sonra hiçbir kavim sapıtmamıştır. Ancak sapıtanlar mücadele edenlerdir.”

“Put ve içkiden nehyettikten sonra Rabbimin beni ilk nehyettiği ve benden aldığı ilk muâhede, dedi-kodu ve mücadeleden kaçınmaktır.”

Hadis-i Şerifler

***

Rivayet edildiğine göre Bahaeddin Buharî Hazretlerinin çok iltifat ettiği bir dervişi vardı. Bu derviş, ecnebi bir dervişle İman ve İslam hususunda tartışmaya girişti. Dedi ki: “İman, ikrar ile tasdikten; İslâm ise iman üzre ziyade yapılan amellerden ibarettir.” Bununla ilgili bir takım misâl ve deliller gösteren dervişin söyledikleri Hazretin mübarek kulağına vasıl olduğunda, orada bulunan dervişlere buyurdular ki: “Yapılan tartışma ile ilgilendiniz (o tartışmaya ülfet ettiniz; hoşunuza giderek dinlediniz); size lâzım olan ise o ilişkiyi bırakmak ve iman-ı taklitten geçip kendinizi kurtarmaktır.  

Dervişlerin cümlesi, Hazret’in bu nasihatı ile iman-ı taklitten geçtiler; o derviş hariç… Îman-ı taklitten çıkmak kendisi için mümkün olmadı. Hatta (o mübarek sözlerden) hayret içinde kaldı.

Hazret ona dedi ki: “Bundan sonra dervişlerin sohbetinden çık, git!”

Israrla affını istedi ise de, Hazret, o adamı dervişler meclisine koymadı.

Ne zaman ki ALLAH’ın inayeti erişti de taklit bataklığından kurtuldu. Hâli gayet hoş oldu ve Hazret’in izni ile meclise yeniden dâhil edildi.

***

Çoğu zaman kişiyi böyle bir mücadeleye sevk eden, kendi ilim ve faziletini ortaya koymakla üstünlük (büyüklük) kazanmak, başkasının yanlışını açığa çıkarmak maksadıyla da onu kusurlu göstermektir ki, bunların ikisi de nefsin gizli ve kuvvetli şehvetlerindendir. Halbuki kibriya ve ululuk, rububiyyet vasıflarındandır. Nefis bu arzusunu (hevâsını), hakkı ortaya çıkarma perdesi ardına gizlenerek de yapabilir… 

Bundan kurtuluş ise susmasında günah olmayan her mes’elede sükût etmekle mümkün olabilir.

İmâm-ı A’zam Ebu Hanife hazretleri, sohbetine devam eden Dâvud-i Tâi’ye, inzivayı ne için tercih ettiğini sormuş; Dâvud-i Tâi de: “Mücadeleyi terk etmek hususunda nefis mücahedesi yapmak için…” cevabını vermişti.

İmâm-ı A’zam hazretleri kendisine: “Giriştiğin bu mücadeleyi kazanmak için tenhalara kaçmak değil, meclislere katılmak lâzım! Meclislere katıl, söylenenleri dinle, lâkin kendin konuşma! Ancak bu şekilde mücahedeyi kazanabilirsin” demiş.

Dâvud-i Tâi bu hususta: “Ben de öyle yaptım ve en şiddetli mücahadeyi burada buldum” demiş. Çünkü düzeltmesine muktedir olduğu halde yanlış sözü duyan kimsenin buna susması kadar nefse zor gelen bir şey olamaz.

Bu sebeple Resul-i Ekrem Efendimiz: “Haklı olduğu halde mücadeleyi (edelleşmeyi) terk eden kimseye cennetin ortasında bir köşk inşa edilir…” buyurmuştur.

***

[Şayet mücadele, üstünlük veya kendine boyun büktürme gibi nefsin arzu ve hevâsından kaynaklanıyorsa bahanesi (konusu) ne olursa olsun ve kimler arasında yapılırsa yapılsın neticenin her iki taraf için de mahrumiyet olduğu; hiddete, kîne ve adavete sebep olduğu; uzun zamanlar devam etse de neticenin değişmediği sayısız tecrübeyle sabittir.

Şöyle de denebilir; neticesi mahrumiyet olan mücadelenin (cedel ve münakaşanın) asıl sebebi zarf değil mazruftur (konu değil konunun arkasına veya içine gizlenen nefistir). 

Öyle tohumdan (nefisten) böyle meyve (hiddet, kin, adavet)…

Nefsin arzu ve hevâsının karışmadığı bütün gayret ve çalışmalardan ise hürmet, muhabbet, itminan ve marifet gibi güzel meyveler zuhur eder…

Böyle tohumdan öyle meyve…]

***

Mücadelenin en şiddetlisi îtikad ve mezhep mevzûlarındaki münakaşa ve cedelde görülür. Zira mücadele fıtri bir haldir; bir de bunda sevap olduğu sanılırsa, mücadele hırsı daha da artar. Hem tabiatı, hem de sevap itikadı bu mücadelede kendisini tahrik eder. Bu ise sırf hatadır. İnsana yaraşan, kıble ehlinden dilini çekmektir.

Yapılması gereken ise mücadele yolu ile değil, gizli nasihat yolu ile îkaza çalışmaktır. Nasihatın fayda vermeyeceğini anlayınca da onu terk edip nefsi ile meşgul olmalıdır.

“Dilini ehl-i kıbleden çekip, onları ancak gücünün yettiği en güzel şekilde ikaza çalışan kimseye ALLAH rahmet etsin” hadis-i şerifini rivayet eden Hişam bin Urve (r.a.), Resul-i Ekrem Efendimizin bu sözü yedi defa tekrarladığını söylemiştir.

Derleme

SÛFİLER DERLER Kİ

Tasavvuf ehline göre sülûk, kötü sözlerden iyi sözlere, kötü fiillerden iyi fiillere, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kendi varlığından Hakk Teâlâ’nın varlığına gitmekten ibarettir. Sâlik de, bu yolda gidene denir.

Eğer bir sâlik iyi sözleri, fiilleri ve ahlâkı devamlı hale getirirse mârifetlerin yüzü ona görünmeye; eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar. 

“Allahumme erini hakaikel eşyâ-i kemâhiye: Allah’ım, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster” hadis-i şerifindeki mâna ortaya çıktıkça irfanda kemâl zûhur etmeye başlar.

Her kim bu dört haslette kemâle erişirse, insanî kemâlâtı tahsil etmiş olur. Zira insanî kemâlât tamamiyle bu dörde münhasırdır.

Sufiler derler ki: Eğer yüz bin sâlik bu yola sülûk etse, ancak birisi bu dört mertebenin kemâline erişir. Diğerleri noksan kalır. Zira insanın her meselede kemâle erişmesi nâdir vuku’ bulur; hususiyle tarik-i Hakk’ta…

*****

Kazanılması ve üzerinde sebat edilmesi gereken şeylere makam; bertaraf edilmesi lâzım gelen ve sülûke mâni olan şeylere de hicap denir.

Sülûkte hicap ve engeller gayet fazladır. Ancak hicap ve engellerin temeli dörttür: Mal sevgisi, makam sevgisi, taklid ve isyandır. Makamların ve hallerin asılları da dörttür: Güzel sözler, güzel fiiller, güzel ahlâk ve maârif-i cemile (güzel marifetler)dir.

Ey ârif!

Dört makamın tahsilinin kolaylaşması için ilk önce bu dört hicabı terk etmek gerek. Zira dört hicabı terk, abdest mesabesinde; dört makamın tahsili ise namaz mesabesindedir.

Her bir hicap, yıkanması farz olan abdest uzuvlarından biri gibi, dört makamın her biri de vacip olan namazın dört rek’atından biri gibidir. Önce abdest, sonra namaz… Önce tahliye (boşaltma), sonra tehliye (yerleşme)… Önce parlatma, sonra aydınlatma… Önce fasl (ayırma), sonra vasl (kavuşturma)…

Yine demişlerdir ki:

İnsan bir nesneden ölmedikçe, onun karşılığında olan şeyden dirilmez. Kötü ahlâktan bir sıfatı terk edene, güzel ahlâktan onun karşılığında olan sıfat verilir. (Cimrilikten ölenin cömertlikle dirilmesi gibi…)

Dört hicabın terki ve dört makamda ilerleme, dört şeye riayetle husule gelir: Birincisi uzlet, ikincisi az konuşmak, üçüncüsü az yemek, dördüncüsü ise az uyumaktır. Fakat bu zikredilenlerin arif ve irşâda izinli bir mürşidin sohbetinde olup onun emir ve işaretiyle olması gerekir.

Her mürşide gönül verme ki
Yolunu sarpa uğratır.
Mürşidi kâmil olanın
Gittiği yol âsân imiş.

Ey sâlik!

Sülûkta, riyazet ve mücahedeler yapmakta niyet, Hakk Teâlâ’yı talep olmamalıdır. Zira Hakk Teâlâ herkesle beraber mevcuttur; ayrıca talep etmeye hacet yoktur. Her şeyin varlığı O’ndandır. Âlemler O’nunla kâimdir. Her şey yine O’na rücû edecektir.

Keza niyet, temizlik ve güzel ahlâkı tahsil etmek; ilim, marifet, sırların keşfi ve nurları iktibas da olmamalıdır. Zira bunların her biri, manevi mertebelerden bir mertebeye mahsustur. Sâlik o mertebeye eriştiği vakit, istese de istemese de, o mertebeye mahsus olan haller kendi üzerinde zâhir olur. O mertebeye erişmemiş ise talep etmekle de ele bir şey geçmez… Bulunduğu mertebeye mahsus olmayan vasıflar onda açığa çıkmaz. Vakti geldiğinde dişlerin çıkması; vakti gelmeden de talep edilse dahi çıkmaması gibi…

Ey ârif!

İnsan için olan mertebeler tıpkı ağaç için olan mertebeler gibidir… Şöyle ki; bahçıvan, ağacın mertebesine göre, toprağın bakımını yaparak ağaç için uygun halde saklarsa; diken ve yabani otlardan temizleyerek vaktinde suyunu verirse vakti (mertebesi) geldiğinde o ağaç yaprak, çiçek açmaya başlar ve vakti geldiğinde de meyve vermeye durur.

Sâliklerin terbiyesi de buna benzer… Vakti (mertebesi) geldiğinde bulunduğu mertebeye has nitelikler kendisinde zûhur eder.

O vakit ister talep etsin, ister istemesin, temizlik, güzel ahlak, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların zuhurundan her biri zâhir olur. Nice nice leziz haller, acayip keyfiyetler baş gösterir.

(Vakti gelmeden görünenlerin durumu, izahı başkadır.)

Ağacın bütün mertebelerinin tohumunda mevcut olup bahçıvanın bakımlı terbiyesiyle ağaç husule geldiğinde mertebeler ve nitelikleri ortaya çıkması gibi insanın zatında / özünde de temizlik, güzel ahlâk, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların ortaya çıkması gibi vasıflar vardır. Ancak insanın zatında gizli olan bu vasıflar bir kâmil mürşidin sohbetinde bulunmak ve terbiyesinden geçmekle zûhur eder ve husûle gelir.

Eğer öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini istersen, bu kendi özünde gizlidir; zatına yerleştirilmiştir. Bu sebeple “Her ne ararsan kendinde ara” demişlerdir! Çünkü bütün kemâlât özünde gizlidir; derûnunda mevcuttur.

Zannedersin özünü âlem-i asgarsın sen!
Gafil olma, gözünü aç, âlem-i ekbersin sen!
Hz. Ali (kerremellahû vechehû) 

*****

Yine demişlerdir ki: “Hiç kimse dışarda Hakk’ı arayacağı bir yol bulamaz” “Ne kadar Hakk’ı bulan varsa, kendi derûnunda bulmuştur.”

Herkesin derûnunda manevi bir kuyu vardır. Eğer mürşid mârifetiyle sa’y-ü gayret gösterip özünde gizli olan kuyuyu kazarsa âb-ı hayat, ilahî füyûzât gelmeye başlar. Başkalarından feyz almak, başkalarının kuyusundan kendi kuyusuna su boşaltmak gibidir ki ömrü uzun olmaz.

Eğer bir sâlik, kendi derûnundaki kuyuyu açabilirse, ondan Rabbani feyzler fışkırır. İnsanî hakîkat olan kalbin ortasında, sonsuz ehadiyet denizinden cetvel gibi bir kanal ortaya çıkıp akmaya başlar. Bu su eksilmez, kesilmez, kokuşmaz. Bilakis an be an artar ve sefası çoğalır. Kendisine ve ondan içenlere şifa olur.

Her kim onunla sohbet ve muaşeret ederse ondan fayda görür ve istifade eder.

Eğer bir kimsenin kendi derûnunda ilahî feyz kendini gösterirse, o kimse herkesten daha fazla mütevâzi ve mûtedil olur.

Ey sâlik!

Eğer kendi nefsini insanlık mertebelerinin sonuna eriştirip her gün kendi sıfat ve makamlarını temaşa ederek vuslat sarayının has bahçelerinde nimetler içinde yüzemiyor, Hakk Teâlâ’ya yakınlık içindeki kulluk makamına kavuşamıyorsan ve dahi mukarreblere has derecede sürekli Hakk Teâlâ’nın cemâlini temaşa ile nimetlenmeye gücün yetmiyorsa, bâri gayret et de nefsini cehennem ateşinden kurtarıp cennet ehlinden olasın!

Ey sâlik!

Bunun için farzlardan başka çok namaz kılmanın tasasında, farzın dışında çok Hac etmenin derdinde olma! Gereğinden fazla fıkıh ezberlemenin sevdasında da olma. Zaruretleri defedecek kadarını bilmek kâfidir.

Ancak doğru sözlü ve iyi nefisli olmaya gayret et ve ihtimam göster. Böylelikle cehennem azabından kurtulmuş olabilesin. Zira cehennem ehlinin ekseri azabı, istikamet yokluğu ve kötü nefisli olmak yüzündendir.

Halk ile muamelede halka menfaatli olup mazarratının olmaması, cennet ehlinin alametlerindendir.

İstikamet ve nefis temizliğin, zati sıfatın ve melekên olması lazımdır ki cehennem azabından kurtulabilesin. Eğer içten olmayarak veya gösteriş (veya çıkar) için olursa o kimse yine cennet ehlinden değildir.

Şöyle olmak gerekir: “Bütün vakitlerde iyilik yapmak ve halka faydalı olmak -ihtiyârsız- âdet ve tabiat haline gelsin.

Hakikatlerin Özü

HİKMET EHLİNDEN

Cömertliği ile tanınmış bir şeyh vardı. O yüzden de daima borçlu idi. Büyüklerden (zenginlerden) on binlerce borç alır, fakirlere, yoksullara dağıtırdı.

Borç para ile bir de tekke yaptırmış; malını da, canını da, tekkesini de Allah yolunda harcıyordu.

Cenab-ı Hakk, Halil’ine kumu nasıl un yapmışsa, onun borcunu da her taraftan öderdi.

Hazreti Peygamber der ki: “Pazarlarda iki melek daima şöyle duâ eder: Allah’ım! Sen infâk edenlere fazlasıyla ver! Cimrilerin mallarını da telef et. Hele canını veren, kendisini İsmail gibi kurban edene fazlasıyla ihsan et!”

“Hiç o boyna bıçak işler mi?”

Şehitler de bu yüzden diridirler, hoşturlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara ebedi gamdan, sıkıntıdan, mutsuzluktan emin bir can vermiştir.

Ey sadece zahiri gören; sen de mecûsiler gibi yalnızca kalıba bakma; bedene takılıp kalma!

Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu; vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi. Ecel gününde büyük bir zat olarak gitmek için vadesi dolana kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.

Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetleri görününce, alacaklılar etrafına toplanıp oturdular. Şeyh ise mum gibi yanıp eriyordu.

Alacaklılar para almaktan umutlarını yitirip yüz ekşitmiş; gönüllerindeki acıya ciğer yarası da ilave edilmişti.

Şeyh, ”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! ALLAH’ın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.

***

O esnada…

Dışarıda bir çocuk, üç beş kuruş ümidiyle “Helva” diye sesleniyordu.

Şeyh, hizmetçiye, git helvanın hepsini al, diye başıyla işaret etti. Tâ ki alacaklılar o helvayı yesinler de, bir müddet de olsa bana acı acı bakmasınlar.

Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere dışarı çıktı. Helvacıya, “Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.

Hizmetçi, ”Yoo, sofilerden çok isteme. Yarım dinar vereyim, başka bir şey söyleme!” dedi. Helvayı bir tabağa koydurdu ve getirip Şeyh’in önüne koydu.

Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!

Alacaklılara, ”Buyurun, şu mübarek helva teberrük içindir; helâlinden yiyin” diye işaret etti.

Tabak boşalınca, çocuk tabağı aldı, ”Ey kâmil kişi, paramı ver” dedi.

Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Zaten borçluyum, ahirete göçüyorum!”

Çocuk üzüntüden tabağı yere çaldı, ağlayıp sızlamaya başladı.

Eleminden, çaresizlikten hıçkıra hıçkıra ağlarken, ”Keşke iki ayağım kırılaydı da tekkenin önünden geçmez olaydım” diyor; “Obur, lokmaya haris, köpek gönüllü, kedi gibi yalanan sofiler” söğüntüsünü de ilave ediyordu.

“Bre acımasız Şeyh, emin ol, ustam beni öldürür! Yanına boş gidersem beni keser; razı mısın?” diyordu.

Çocuğun feryadından iyilerden kötülerden birçok kişi başına toplandı.

Alacaklılar da itiraz yolu ile Şeyh’e: “Bu yaptığın da nedir?” diye çıkıştılar. Malımızı yedin, borçlu gidiyorsun; böyle olduğu halde neden yeni bir zulüm işliyorsun?

Çocuk, bir sonraki namaz vaktine kadar ağlamayı sürdürdü. Şeyh ise, gözlerini yummuş, ona bile bakmıyordu.

Bu cefadan, bu olumsuzluktan arınmış olarak, ay gibi yüzünü yorganın içine çekmiş; ezelle hoş, ecelle sevinçli, havas ve avamın kınamasından, dedikodusundan el ayak çekmişti!

Can, bir adamın yüzüne gülmüş ise, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar gelir.

Mehtaplı gecede ay, köpeklerden ve havlamasından ne diye korksun?

Köpek kendi vazifesini yerine getirir, ay da ışığını yere döşeyip durur.

Herkes kendi işceğizini görür.

Su, bir çöp için berraklığını terk etmez.

Çöp, suyun yüzünde çöp olarak giderken, berrak su da bulanmadan yoluna devam eder.

Hazreti Mustafa, gece yarısı ayı ikiye bölerken; Ebu Lehep, kininden saçma sapan söylenip durur!

Mesih ölüyü diriltirken; Yahudi, hiddetinden saçını sakalını yolar.

Köpeğin sesi ayın kulağına nerden gidecek? Hele o ay, ALLAH hası olursa…

***

Çocuğun alacağı kısa sürede toplanırdı lâkin Şeyh’in himmeti bu kadarcık cömertliği bile bağlamış, kimsenin çocuğa bir şey vermesine izin vermiyordu.

Aslında Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.

***

İkindi vakti olunca başka bir hizmetçi, elinde cömert birince gönderilmiş bir tabakla çıkageldi.

Şeyhi tanıyan mal ve hâl sahibi biri, ona hediye göndermişti.

Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar vardı.

Şeyh’e hürmetlerini sunduktan sonra tabağı yanına bıraktı. 

Tabağın üstündeki örtüyü kaldırınca, halk da alacaklılar da onun kerametini gördüler.

Hepsinden de ahlar vahlar yükselmeye başladı: “Ey şeyhlerin de reisi, şahların da; bu da neyin nesi? Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ey sır sahiplerinin efendisi!

Biz bilemedik, affet; saçma sapan, ulu orta hayli söylendik. Körcesine sopa sallamaktayız; elbette kandilleri kırarız. Sağırlar gibi sözü duymadan kendi anlayışımızca izah etmeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk. Biz Hızır’ın yaptıklarına i’tirâz eden Mûsâ Aleyhisselâm’dan da ibret almadık. O da Hızır’ın yaptıklarına itiraz etti de sonra mahçup oldu.  Hem de gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere nüfus ettiği halde!

Ey zamanın Mûsâ’sı, değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı” dediler.

Şeyh; Bütün o sözleri size helâl ettim.

Bunun sırrı şuydu: Borcumun ödenmesini Hakk’tan diledim; O’da bana böylece yol gösterdi (ilham etti): O dinar gerçi az bir paraydı fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı, dedi.

Mesnevi-i Şerif

KIYAS

Bir bakkalla onun bir dudusu (papağanı) vardı. Güzel sesli, yeşil renkli, konuşkan bir duduydu. Dükkânda, oraya bekçilik eder, bütün tacirlerle şakalaşırdı. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu.

Efendisi bir gün evine gitmiş; dudu, dükkânı gözetliyordu. Fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişelerini de döktü. Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzur-u kalple dükkâna geçti, oturdu. Baktı ki dükkân yağ içinde, elbisesi de yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman elim kırılsaydı; nasıl oldu da o güzel sözlümün başına vurdum?

Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekte; olur da dile gelir diye, o kuşa her çeşit olmadık şeyler göstermekteydi.

Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda oturmuş, bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlakî geçiyordu.

Dudu hemen dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı: “Ey kel! Neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.

Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma! Aslan manasındaki ‘şîr’ süt manasındaki ‘şîr’e benzer (görünüşleri aynıdır ama manaları çok farklı). Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. ALLAH abdallarından az kişi âgâh (haberdar) oldu.

Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler, biz de onlar gibiyiz dediler; velileri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş, öbürü şekerle dopdolu. Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarındaki yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar; o, yer; kâmilen ALLAH nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder… o, yer; ondan tamamı ile Tek ALLAH’ın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir, o şeytan ve canavar!

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da tatlı su da berraktır. Manevî haz (zevk) sahibinden başka kim anlayabilir? Tatlı suyu acı sudan o ayırır.

Mesnevi-i Şerif

FARKLI NAZAR (GÖRÜŞ)

Râcî, uzun bir müddet görmediği Aynalı Baba’yı ziyarete gider. Aynalı Baba, kısa bir sohbetten sonra, ona mûtâdı olduğu üzere bir kahve ikram eder. Râcî, yine hayal âleminin derinliklerine dalıp gider.

“Kendimi karıncalar arasında ve binlerce sokağı bulunan bir karınca yuvasında, karınca şeklinde buldum. Etrafa hayran hayran bakmaya ve tetkik etmeye başladım. Karıncalar da muhtelif içtimaî sınırlardaki insanlar gibi kısımlara ayrılmıştı. Şu kadarını söyleyebilirim ki oradaki sınıflar, insanlar arasındaki sınıflara benzemiyordu. Bu sınıflar arasında mevki farkı yoktu. En yüksek ve en alçak gibi farklar görünmüyordu. Yuvadaki karıncalar en az birkaç yüz bin kadar olsa gerek. Bunlar, beyler ve amele sınıflarına taksim edilmişlerdi. En tuhafı, maddi ve manevi her türlü ihtiyacı anlatabilecek mükemmel bir dile sahip olmalarıydı.

Yuvamızda mükemmel mektepler, zahire ambarları, yatakhane, hapishane, teneffüs ve yemek salonları, toplantı yerleri, hülasa pek mütekâmil bir toplantı yeri için iktiza eden bir binanın, bir şehrin bütün debdebe ve alayişi mevcuttu. Daha garibi şurası ki karıncaların içtimai durumu beşere nispetle daha çok terakki etmişti.

İlk önce karıncalardaki geçim düzeni ve çalışma tarzı, beşerdekilere nispetle daha mütekâmildi. İktisat ve ekonomi hususunda ise beşeriyete nazaran tavsif edilmesi kabil olmayan bir tekâmül farkı vardı. Karıncaların insanlığa en üstün oldukları taraf ise terbiye meselesidir. Karıncalar bu işte insanları çok geride bırakmışlardı. Adaleti eşitçe dağıtmakta da aynı mütalaa tereddüt göstermeden yürütülebilir. Bu sebeplere dayanarak karınca yuvalarında mektep yapılan daireler yuvanın en mutena ve en büyük kısmını işgal ettiği halde, hapishaneler sihhate uygun olmakla beraber pek küçüktü. Çünkü burada hapis cezasına uğrayanlar hemen hemen yok gibidir.

Bir karıncada en birinci haslet, vazife hissidir. Ve bu his her hisse galiptir. Nefsani ihtiras ve ihtiyaçlar uğrunda vazifesini feda değil tembellik eden karınca hemen hemen hiç bulunmaz.

Ben, karınca beylerinden birinin oğlu imişim. Eğitim ve öğretimim için amele sınıfından yedi yaşlı adam, yedi meşhur âlim babam tarafından -müşavere suretiyle- seçilmişmiş. Bu yedi âlim yalnız yuvamız halkı arasında değil, belki etraftaki yuvaların halkı arasında da ilim ve fazilet yönünden en üstünleri idiler. Hayat merdivenlerinin son kademelerine gelmiş olan bu ihtiyarlar, beni karınca nesline faydalı bir eleman olmak, en son olarak da hayırlı bir talebe yetiştirmek emeliyle çalışmaktaydılar. İyi bir eğitim usulü ile bana kısa bir zaman içinde karınca cinsine bahşedilen ilmin hemen hepsini öğretmiş bulunuyorlardı. Şimdi sık sık seyahatler yapıyor, okuduğum ve bildiklerimin tatbikatı ile uğraşıyorduk…

Uykudan uyandığım hizmetçilerim tarafından hissedildiğinde semiz bir böcek budu ile yarım buğdaydan ibaret sabah kahvaltısı getirdiler. Henüz yemeği bitirmiştim ki hocalarımdan biri yanıma geldi. Ve şu şekilde söze başladı: “Ey Şehzadem! Senenin hemen yarısında şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide ne kadar tuhaf tabiat olayları zuhur etmekte olduğunu bilirsiniz. İki numaralı lise talebesine bu sene yaptırdığımız ilmi gezintilere dair aldığımız son raporlarda şimdiye kadar âlimleri ihtilaflara düşüren hava durumunun yine başlamış, her gün muntazaman meydana gelmekte olduğu bildiriliyor. Malumunuz olmak lazım gelir ki günün bir kısmında güneş hayat nuru bahşeden kaynağını kuvvetle neşre başladığı zamanlarda parlak gökyüzünün birçok tarafları birden bire bir takım kalın ve sıra sıra bulutlarla örtülüyor. Bu bulut parçaları muhtelif zamanlarda yine yok oluyor. Acaba bu hava boşluğu durumunun sebebi nedir? Bildiğiniz gibidir ki bu gibi tabiat olayları mantıkla, akli denklemlerle bilinemez ve bulunamaz. Her durumda tecrübe ve tetkike muhtaçtır. Uzun müddetten beri birçok mesele hakkında sayısız tecrübeler ve ileri görüşler yapıldığını bilirsiniz. Nice bilinmez tabiat olayları hal olundu. Böyle bir durumda bugün onlara yüzde seksen, doksan hakikat nazarı ile bakılması mümkündür. Yalnız bu acayip hava boşluğuna ait durumu henüz doğru bir şekilde çözen olmadı. Öğretmenlerinizden bir zat bu meselede derinlemesine tetkiklerini açıklayan konferansını verecektir.

Uygun görürseniz buyurunuz bizde gidelim. Konferans arazi üzerinde verilecektir. Ve burada bütün orta ve yüksek mekteplerin talebeleri bulunacaktır.”

Büyük bir kalabalıkla acayip yapılışta olan araziye doğru seyahate başladık. İşin garip ve tuhafı şu ki ben hem insan duygu ve bilgisi ve hem de karınca anlayışı ile süslenmiştim. Nihayet acayip araziye girmiştik. Bu yerlere karınca gözleri ile baktığımda hakikaten düşünülecek ve konferanslar verilecek kadar acayip ve garip teşkilata sahip olduğunu anlıyordum. Halbuki insan gözüyle baktığım zaman iki tarafı muntazam mağazalar, süslü ve düz taşlar ile döşenmiş geniş bir caddede bulunduğumuzu görüyordum.

Bu iki his arasında büyük farkı büyük bir hayretle muhakemeye koyulduğum zaman tabiatçı hocalardan biri bu garip arazi hakkında konferans vermeğe başladı: “Efendiler!” diyordu. “En fazla dikkati çeken şu büyük hücrelerin şekliyle aralarındaki kanalların intizamıdır. Hücreler takriben düz, çatlaklar ise hemen hepsi mükemmel denilecek intizamda düzgün çizgilerle doludur. Bu intizamın sebebini ulemamız bir türlü keşfedemiyor. Halbuki böyle sun’i şeylere benzer şeyler tabiatta yoktur ve olamaz.”

Konferansın en tatlı bir yerine gelinmişti ki birdenbire yüzbinleri geçen dinleyiciler arasında bir çığlıktır koptu. Gökyüzü açık olduğu halde, yağmur düşmesi ile kıyası mümkün olmayan müthiş bir seylap ve sıcak bir tufan o anda binlerce karıncayı sürüklüyor ve boğuyordu. Bu semavi tufandan hâsıl olan deli cereyanlı nehir veya nehirler binlerce karıncayı perişan edip götürüyordu.

Herkes bir tarafa kaçıyordu. Ben bir dakika korku ve dehşete mağlup olduktan sonra bu garip tufanın sebebini anlamak hevesine düştüm. Yukarıdan hala fasılalı sağanaklarla seller akmaktaydı. Bu müthiş hadiseye insan nazarı ile baktığım zaman hayretten ve gülmekten kendimi alamadım. Garip arazi adı verilen caddede bir kaldırım kenarında yerimizi almıştım. Bulunduğumuz yerde bir kira arabası durmuş, arabacı mutlulukla uyumakta ve hayvanlar ise başlarına asılan torbalardan yem yemekteydi. Hayvanların her ikisi ittifak etmişler gibi pislemeğe koyulmuşlardı. İşte zavallı karıncaları yok eden sıcak tufan bu hayvanların pisliğinden başka bir şey değildi.

Yuvalarda bütün ahali üzüntü ve ızdırap içinde ölümümle meşguldüler. Zira ben de orada vefat edenler arasındaydım. Ulema ise acayip arazide vukua gelen tufanın sebeplerini araştırmakla meşgul oluyorlardı.

Nihayet en büyük tabiat hocalarından biri kütüphanesinde bulunan meşhur bir eserde bu sebebi keşfetti. Bu eserde deniliyordu ki: “Garip arazide öyle kuvvetli bir mıknatıslık ve elektriklik vardır ki ara sıra birdenbire şiddetlenerek havayı bulandırıyor. En küçük bir arıza ile o bulutlardan tufan üstü seller boşanıyor.”

Ben bu beyanatı işittiğim zaman gözümün önüne yemini yiyen yorgun beygirlerin pislemesi geldi de uzun bir kahkaha salıverdim. Ve arkasından uyandım. Aynalı hem gülüyor ve hem de görülmemiş garip bir oyun oynuyordu.

Âmak-ı Hayal

KENDİNİ GÖRME

Âdem aleyhisselâm’ın gözü, bir an, şâki olan iblis’e istihfaf ile baktı.

Kendisini gördü ki, şeytanın yaptığına güldü.

ALLAH’ın gayreti ona: Ey Safiyullah! Sen gizli sırları bilmiyorsun, dedi.

ALLAH, beklenilmeyen bir iş murad etse de lutfu yerine kahrı tecellî etse, dağı bile kökünden söker, atar. Yüzlerce âdemin perdesini yırtar, yüzlerce yeni müslüman olmuş suçsuz, günahsız iblis yaratır!

Âdem aleyhisselâm: “Bu bakıştan tövbe ettim. Bir daha böyle düşünmem” dedi. Kullarını kınamak ancak Sana yakışır. Çünkü kusursuz olan yalnız Sen’sin. Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet et. Bilgilerle, zenginliklerle övünmeye imkân yok. Kereminle hidayet ettiğin kalbi saptırma; takdir kaleminin yazdığı belaları bizden def et! Kötü kazaları üstümüzden savuştur; bizi temiz kardeşlerden ayırma!

Hepimiz “Nefsim, nefsim” deyip durmakta, hepimiz yalnız kendimizi düşünmekteyiz. Şayet lütufta bulunmaz, nezdine çağırmazsan cümlemiz şeytan oluruz.

Bizim canımızı körlükten kurtardığından, gözümüzü açtığından dolayı şeytandan halâs olduk, kurtulduk. Kim hayattaysa değnekçisi (yol göstereni ve götüreni) Sensin. Değneği, değnekçisi olmadıkça kör nedir ki?

Hoş olsun nahoş olsun Senden ve razı olduklarından gayrı her şey ateş gibi (iki dünyada da) insanı yakar!..

Mesnevi-i Şerif