Etiket arşivi: vehmi varlık

ÂLEMLER HAYAL MİDİR
AYNA MIDIR

Mektubunuzda sormuşsunuz ki: “Âlimler şöyle dediler: Hakk Sübhanehû ve Teâlâ âleme ne dâhildir (âlemin ne içindedir), ne hariçtir (ne dışındadır); ne âleme bitişiktir, ne de ayrıdır. Bu bahsin tahkiki / açıklaması nedir?

Bunun cevabı şudur: İçinde, dışında olmak; bitişik ve ayrı olmak gibi mefhumlar var olan iki şey arasında söz konusu olur. Zira iki varlıktan biri diğer varlığa göre bu hallerden uzak kalamaz. Hâlbuki sualimizle ilgili bahiste iki mevcut yoktur ki bu haller tasavvur edilsin / söz konusu olsun. Çünkü Allah-u Teâlâ vardır ve O’ndan gayrı olan şu âlem vehim ve hayaldir. Sübhan Hakkın yaratması ve sanatıyla âlem için, vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmayacak derecede sabitlik ve sağlamlık hâsıl olmuş; ebedî azabın ve nimetin muamelesi dahi ona bağlanmıştır. Ne var ki âlemin sabitliği (sübutu) his ve vehim mertebesindedir. Hissin ve vehmin dışında âlemin bir karar kılacağı bir mahal yoktur. Yüce Hakk’ın kudretinin kemâlindendir ki: Vehim mertebesinde olan bu âleme sabit kalması hususunda gerçek varlık hükmünü / vasfını vermiştir. Fakat biri mevcuttur (gerçekten vardır) diğeri ise vehimdir (vehim düzeyinde bir varlığa sahiptir ve o halde sabit kılınmıştır.)

Bakışların noksanlığından, onun görünüşteki sabitliğine aldanarak (sürekli var olduğunu görerek) ona var demek / var olduğuna hükmetmek bu hakikati değiştirmez.

Şu halde mevcut ile vehimden ibaret olan bu âlem arasında yukarıdaki nisbetlerden hiçbiri kalmamış olur. Bu husus da, “Gerçek varlık sahibi olan, vehmi varlığa sahip olanın ne içindedir, ne de dışındadır; ne ona bitişik, ne de ondan ayrıdır” şeklinde ifade edilmiştir. Zira orada sadece mevcut vardır; mevhum olanın ne ismi vardır ne de resmi…

Evet, böyle bir şey yoktur ki, onun için bir nisbet tasavvur edilsin.

Üstte anlatılan manayı bir misalle izaha çalışalım.

Bir nokta-i cevvaleyi (sürekli dönen bir noktayı) ele alalım. O, sür’atli çevrilişinden dolayı, daire suretinde / şeklinde vehmedilir. Hâlbuki orada, yalnız nokta mevcuttur. Daire şeklinin varlığı ise vehmin dışında söz konusu değildir.

Noktanın olduğu yerde, dairenin ne ismi ne de resmi (kendisi) vardır. Burada noktanın, dairenin içinde veya dışında olduğu söylenemez. Aynı şekilde aralarında bitişmek ve ayrı olmak ta tasavvur edilemez. Zira ortada (gerçek) bir daire yoktur (veya noktanın bulunduğu yerde daire söz konusu değildir) ki onun noktaya bitişik veya ayrı olduğundan söz edilebilsin.

Önce duvarı yapalım,
Sonra boyasını, nakşını…

Burada şöyle bir şey sorulabilir: “Sübhan Hakk, (Kur’an-ı Kerîm’de) âleme kurbiyetini (yakın olduğunu) ve onu ihâta ettiğini (kuşattığını) buyurdu. Bu durumda mevcudun mevhuma kurbiyet ve ihâtası nasıl olmaktadır? Zira mevcudun bulunduğu yerde mevhumun ismi ve resmi yoktur ki orada ihata eden ve ihata edilen tasavvur edilsin…

Bunun için şu cevabı verebiliriz: “Burada yakınlık ve ihata, bir cismin diğer cisme yakınlığı ve bir cismin diğer cismi ihatası gibi değildir. Elbet bunlar, keyfiyeti (nasıl olduğu) bilinmeyen ama var olduğu malum / kesin olan nisbetlerdendir. Yakınlığı ve ihatayı, o Sübhan Zat için sabit görüp her ikisine de inanırız. Lâkin onun keyfiyetini / nasıl olduğunu bilemeyiz.

Amma daha önce nefyettiğimiz dört durum böyle değildir. Onların keyfiyeti meçhul olduğu gibi varlığı hakkında da bir bilgimiz yoktur. Zira şeriat bunların sübutunu getirmedi (var olduklarını bildirmedi) ki, “onlar vardır ama keyfiyeti meçhuldür” diyelim.

Her ne kadar Hakk Sübhanehû ve Teâlâ hakkında keyfiyeti olmayan ihata ve yakınlık manası gibi keyfiyeti bilinmeyen bir şekilde bitişiklik isnadında bulunmaya cevaz vermek mümkün olsa bile, bitişmek (ittisal) lafzı, yakınlık ve ihata lafzı gibi şeriatte gelmeyince, ‘âleme bitişiktir’ dememiz uygun olmaz.

Şöyle demek caiz olur: “Kariptir ve muhittir.”

Ayrıdır, içindedir, dışındar lafızları da aynı şekilde bitişik olmak lafzı gibi varid olmadı / şeriat onları bildirmedi.

Üstte anlatılan misalde, nokta-i cevvale mevhum daireye yakındır, onu ihata etmiştir ve onunla beraberdir diyebilir olsak da; bütün bunların keyfiyeti meçhul olarak kalır. Zira nisbet (iki şey arasındaki durum) için iki şeyin var olması gerekir. Hâlbuki ortada nokta-i cevvaleden başka bir mevcut yoktur.

Aynı şekilde; bitişik olma, ayrı olma, içinde ya da dışında olma da keyfiyyeti meçhul bir şekilde tasavvur / kabul edilebilir; her ne kadar birbirine nisbet edilen iki şey yoksa da… Çünkü iki taraf arasındaki nisbetlerin belirlenebilmesi; mevcud olmaları ile mümkündür ve bu durumda söz konusu manalar, bilgimizin sınırları dâhilinde olmuş olur. Keyfiyeti / nasıllığı meçhul olan şey ise akıl sahasının haricindedir.

Burada iki şeyin var olduğuna hükmetmek, vehme dayalı bir hüküm olduğu için hakikati ifade etmez. Bu gibi hükümler, keyfiyeti bilinmeyen şeyleri bilinen şeylere kıyaslamaya dayandığı için geçerli olmaz.  Başka bir sözle “Gayb olanı, şahid olunana kıyas etmek, bâtıldır”.

Tenbih

“Âlem, vehim ve hayaldir” sözümüz; “âlem, vehim ve hayal mertebesinde vardır” anlamındadır (yok olduğu anlamında değil). Yani, kemâl sıfatlarla muttasıf olan Kadir Zat, kâmil san’atı ile vehim mertebesinde yarattığı bu âlemi,  vehim ve hayalin ortadan kalkmasıyla kaybolmayacak ve varlığını devam ettirmesine mani olmayacak biçimde / vasfı ile muhkem kıldığı için, vehim mertebesinde olması, onun varlıkta kalmasına bir kusur teşkil etmez.

Sofestaîler (felsefeciler) ise, akılları yetmediğinden, âlemin, harici gerçeklikten yoksun sırf vehim ve hayal olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre âlemin sabitliği / devamlı var görünmesi vehim ve hayale bağlıdır ve vehim ve hayalin değişmesiyle âlem de değişmektedir. Meselâ, vehim, bir şeyi tatlı tasavvur ettiği zaman, o şey tatlıdır; aynı şeyi, bir başka zaman acı tasavvur ettiği zaman da, o şey acı olur.

Ancak bu hizlana / dalalete düşenler, Sübhan Hakk’ın yaratmasından ve san’atından yana gafil bulunmaktadırlar; hatta inkârdadırlar. Onlar âlemin haricî bir vücuda dayandığını ve haricî bir mevcuda bağlı bulunduğunu bilmemektedirler. Bu ahmaklıkla da, eşyanın muhkem kılınması ile alakalı olan haricî hükümleri reddetmek ve uhrevî ve daimî azabı ve sevabı dahi def etmek isterler. Hâlbuki Muhbir-i Sadık Resûlullah ‘sallalahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, onların hepsini haber vermiştir.

Bir âyet-i kerîme meali: «Bunlar şeytan fırkasıdır. Dikkat edin; şeytan fırkası, hüsrana düşenlerin ta kendileridir.» (58/19)

Burada şöyle bir soru çıkabilir: “Madem ki vehim ve hayal mertebesinde de olsa âlem için sebat ve istikrar sabit kılınmış; onun hakkında ebedî olan nimet ve azap dahi sabit olmuş olunca, kendisi için mevcut / varlık lafzının kullanılması neden caiz olmuyor? Nitekim kelâm âlimlerine göre sübut ve mevcut lafızları aynı anlama gelmektedir.

Bunun için su cevabı veririm: “Bu taife-i aliyye katında, şeylerin en şereflisi, en keremlisi ve en azizi vücuddur / varlıktır. Bilirler ki: Her hayrın mebdei (başlangıcı) ve her kemâlin menşei (kaynağı) o vücuddur. Böyle nefis bir cevheri, Sübhan Hakkın gayrısına / masivasına caiz görmezler. O masiva ki, baştan ayağa, şer ve noksandır. Dolayısı ile en şerefli şeyin, en düşük şeye verilmesine razı olmazlar.

* * *

Mevhum daireye dönersek, her ne kadar hariçte sabit bir gerçekliği olmasa ve hariçte mevcut olan yalnızca nokta-i cevvale olsa da, varlığı hariçte var olan noktaya dayandığı için, onun için de -vehmi de olsa- harici bir vücud var kabul edilmektedir.

Bu durumda, daire için, “Noktanın peçesidir” demek yerinde olur. “Noktanın müşahedesine bir aynadır” da denilebilir. Noktaya delil olup ona ulaştırır…” sözü de doğru olur.

Peçe tabiri avam insanlara göredir. Şuhud ve zuhur aynası tabiri, velayet makamına münasiptir; şuhudî imana uygundur. Delil ve hidayet edici tabiri ise nübüvvet kemâlatı mertebesine münasiptir ve şuhûdi imandan üstün olan gaybi imana uygundur.

* * *

Bu itibarla bütün âlemler, şanı yüce olan ilahi isimlerin ve sıfatların zuhur (görünme) yeri olmuşlardır. O’nun şuunatının ve kemâlatının görülme yerleridir, yani: Aynaları…

O Sübhan Zat, kemâlatını (“gizli hazineyi”) saklı durumdan açığa çıkarmak, onları icmalden tafsile dökmek diledi de mahlukatı yarattı. Kendisine alâmet, isimlerine ve sıfatlarına ayna olmak üzere… Yani âlemlerin ve mahlukların her biri, O’nun varlık ve bir’liğini gösteren birer âlamet; isimlerinin ve sıfatlarının yüceliğine birer ayna gibidir.

Âlemlerin isimlere ve sıfatlara görünme yeri yani ayna olması demek, isimlerin ve sıfatların sûretlerine, gölgelerine ayna olması demektir. Âlem, isimlerin ve sıfatların kendilerine ayna değildir. Çünkü isim de, ismin sâhibi gibi; sıfat da, sıfatın sâhibi gibi hiçbir aynada görülemez.

Zât-ı ilâhînin ise bu âlemle hiçbir bağlılığı, benzerliği yoktur.

Bu bahsin de tahkiki ve daha iyi anlaşılması için bir misal:

Derin bilgili mütefennin bir kimse, saklı kemalâtını, kıymetli bilgilerini meydana çıkarmak ve onları zuhur meydanında göstermek, sergilemek ister. Bunun üzerine harfler ve sesler keşfeder. Ta ki; bu harf ve ses perdesinde kemalâtı cevelân etsin, dönüp dursun.

Bu harflerin ve seslerin, anlatılan bilgi ve manalarla hiçbir benzerliği ve beraberliği yoktur. Yalnız onların aynası gibidirler. O kıymetli bilgiler, bunlarla meydana çıkmaktadır. Bu harfler ve sesler, bu manaların kendileridir demek yanlıştır. Manalar, saflıkları üzere kalmış, hiç değişikliğe uğramamıştır. Fakat bu manalar ile harf ve sesler arasında, göstermek ve gösterilmek, anlatmak ve anlatılmak bakımından bir bağlılık vardır. Hakîkatte ise hiçbir benzerlik yoktur.

***

Âlemler (yaratılmış olan her şey), yaratılmadan önce suretler halinde ilm-i ilahide mevcud idi. Her bir varlığın veya herhangi bir şeyin ilm-i ilahideki bu haline âyân-ı sabite denir: Sâbit âynler.

Âyân, bir şeyin özü, esası, mahiyeti, hakikati, zatı manalarına gelen âyn kelimesinin çoğuludur. Sâbit âynler ise sabit hakikatler, ilm-i ilahideki sabit, değişmez hakikatler manasına gelir.

Bilâ teşbih velâ temsil (Cenab-ı Hakk’ın Zatını hiçbir şeye benzetmemekle bereber), sanki, marangoz tarafından yapılacak olan bir masanın, zihnindeki hali… Masanın zihindeki hali, onun mahiyeti, özü, ayn’ı demek olur…

Bu itibarla, var olan veya henüz var edilmemiş bir şeyin ilm-i ilahideki aslına veya vücud-u ilmisine o şeyin âyân-ı sabitesi denir.

Mahlûkların hakikatleri olan bu âyân-ı sâbiteler, vücûd kemâllerinin zılleri (esmâ ve sıfat tecellilerinin suretleri, gölgeleri)  ile bütün kötülük ve kusurların kaynağı olan yokluklardır (yokluk aynalarıdır). Yani mahlûkların hakikatleri, bütün şerler ve noksanlıkların başlangıcı, kaynağı olan yokluklardır ki, onlara o kemâlatlar aksetmiştir.

(Esmâ ve sıfat tecellilerinin gölgelerine ayna olan ‘yokluk’, zatî sıfatlardan olan Vücud yani ‘varlık’ın ilm-i ilâhîdeki zıttıdır. Bütün şerler ve noksanlıkların çıkış yeridir; kaynağıdır. Yokluk nasıl ki her kötülüğün, şerrin, fesadın kaynağı ise varlık da her hayrın, iyilik ve güzelliğin kaynağıdır.)

Her dilediğine gücü yeten Allah-u Teâlâ, bu yoklukları (ademleri), bütün lüzûmlu şeyleri ile ve ilm-i ilâhîde, bu ademlere yansıyan vücûd kemâllerinin gölgeleri ile birlikte mahlukların asılları, ayn’ları yapmıştır.

İlm-i ilâhîde, şerrin ve fesadın her biri diğerinden ayrıdır. İlm-i ilâhîde, her bir kemâl ve her bir hayr  da ayrı ayrıdır. Birbirlerinden ayrılmış olan her bir kemâl ve her bir hayr karşılarında bulunan herbir şerrin (yokluk aynasının) üzerine aks etmiş (yansımış), birbirleri ile kaynaşmıştır. Böylece, her biri şer ve fesat olan ademler, kendileri ile birleşmiş olan kemâller ile birlikte, mahlûkların asılları olmuşturlar. Böyle olmakla beraber, ademler asıl ve öz gibidir; kemâller ise, onlara giydirilmiş suretler gibidir.

Mahlûkların hakikatleri, özleri, ademler olduğu ve vücûd kemâllerinin gölgeleri bu ademleri aks yoluyla süslemiş bulunduğu için, mümkinlerin hakikatleri her kötülüğün, bozukluğun kaynağı; her çirkinliğin, kusûrun, inadın yeri olmuş; mümkinlerde yerleşmiş olan her iyilik, her kemâl ise asıl vücûddan ödünç olarak gelmiştir.

Mümkinatın eksik ve kötü sıfatları, yoklukların gereği olup Allah-u Teâlâ’nın yaratması ile var olmuşlardır. Bunlarda bulunan kemâl sıfatları dahi Hazret-i Vücud’un kemalât gölgelerinden gelen emanetlerdir ki aksetme yolu ile zahir olmuşlar ve her şeye kâdir olan Cenâb-ı Hakk’ın icadı ile var olmuşlardır.

Hayırdan sana ne isabet ederse Allah’tandır;
şerden sana ne isabet ederse, nefsindendir.
Nisa Suresi: 79

ayet-i kerimesi bu manaya şahittir.

***

Her şey zıddı ile açığa çıkar. (Siyah nokta beyaz üzerinde belli olur.) Doğal olarak, varlığın en mükemmel biçimde ortaya çıkışı sırf yokluk aynasındadır. Yokluk varlığa ayna olur; tam yokluk da tam varlığa ayna olur.

Sübhânallah!

Her kötülüğün, eksikliğin yuvası olan yokluk, vücûd hazretinin kendisinde görülmesiyle bir güzellik kazanmış, kimsenin elde edemediğine nail olmuş; bizatihi çirkin olan, dolaylı güzellik vasıtası ile güzelleşmiştir.

Bizzat şerre meyilli olan insanın kötülüğe yatkın nefsi bütün bunlar içinde yokluğa en uygun olandır. Ademe/yokluğa her şeyden daha çok yakındır. Bunun için, (manevi yolculuk ile) tam tecelliye her şeyden daha çok kavuşmaktadır. Bu nedenle de özel tecellide hepsinin üstüne çıkmış, yükseliş ve hususiyette hepsini geçmiştir.

Mektubat-ı Rabbani