BİR KISSA BİN HİSSE

Yahudiler arasında, Îsâ düşmanı ve hıristiyanları yakıp yandıran zâlim bir padişah vardı. Hz. Mûsâ’nın devri geçmiş, nöbet sırası Îsâ’ya gelmişti. Buna rağmen Mûsâ dininin dayanağı ve sığınağıyım diye yüz binlerce mazlûm hıristiyan (mü’min) öldürttü.

Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki, hile ile suyu bile düğümlerdi. Dedi ki: “Padişahım! Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini gizlerler. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok. Din, misk ve öd ağacı değil ki kokusu çıksın. Sır, yüzlerce kılıf içinde gizlidir. Dışı, sana malûmdur ama içi aksine.”

Padişah: “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tedbirde bulunalım, çaresi ne? Ne yapalım ki dünyada hem açık hem de gizli din tutar bir hıristiyan kalmasın” dedi.

Vezir dedi ki: “Bana gazap ederek hüküm ver; kulağımı, elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır! Sonra beni darağacına gönder. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin ve beni kurtarsın. Bunu (herkesin görmesi ve işitmesi için) dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır. Ondan sonra da beni, Hristiyanların çok olduğu uzak bir şehre sür ki, onların arasına türlü türlü fitne salayım.”

“Onlara diyeyim ki: Ben gizli hıristiyanım. Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kastetti. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim ama benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü. Dedi ki: “Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere var. Ben, o pencereden halini gördüm; artık lâfını dinleyemem.”

Onun yahudicesine beni parça parça etmesinden kurtaran Îsâ’nın ruhaniyetinin imdat etmesidir.

Îsâ uğruna başımı veririm ve bunu canıma yüz binlerce minnet sayarım lakin Onun din bilgisine iyiden iyiye vâkıf olduğum için o pâk dinin cahiller arasında mahvolmasına hayıflanmaktayım sadece…

ALLAH’a, İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dinde yol gösterici olmuşuz. Belimize zünnar bağladığımızdan beri yahudiden de yahudilikten de kurtulmuşuz. Ey halk! Devir, Îsâ’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”

Vezir bu hileyi sayıp dökünce, padişahın gönlündeki endişe tamamiyle gidiverdi ve vezire, vezir ne dediyse aynısını yaptı. Onu hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü. Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.

Yüz binlerce hıristiyan, azar azar onun etrafına toplanmaya başladı.

O da onlara, İncil’in, zünnarın ve namazın sırlarını anlatmaktaydı. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için (kuşu tuzağa çekmek isteyen avcının yaptığı ötme taklidi gibi) ıslık ve tuzaktı.

Bu sebeple bazı Eshab, Hazreti Peygamber’den, azgın nefsin hilelerini sorarlar; “İbadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden neler karıştırır?” derlerdi. Kendilerini dindar göstererek aldatacaklara karşı nasıl korunacaklarını öğrenmek isterlerdi.

Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını sormazlar; “Apaçık ayıp hangisidir?” diye kötü huyları sorarlar ve aldıkları cevaplara mest ve hayran kalırlardı. Gülü kerevizden fark edercesine de nefsin hilelerini bilir, inceden inceye ayırt ederlerdi.

Hıristiyanlar o vezire adamakıllı gönül verdiler. Zaten câhil kişileri bir şeye inandırmak/onları aldatmak zor değildir ki… Kalplerine onun muhabbetini ektiler, onu Îsâ’nın halifesi bildiler. O ise hakikatte tek gözlü mel’ûn deccâldi.

Evet, hıristiyanlar vezire aldandılar aldanmasına amma bu aldanış beyhude değildi. Aldanmaya elverişli ve ham idiler. İyi ile kötüyü, gerçek ile sahteyi ayırt edecek bir olgunluğa sahip değil idiler.

Gerçi vezir, aldatmak için gereken her hileyi yapmış, onlara dört başı mamur bir mü’min gibi görünmüştü. Böylelerinin hilesinden ise bizleri ancak ALLAH’ın hidayet nuru kurtarır.

Bizler, çok kere ambara buğday biriktirmiş fakat buğdayları fareler tarafından aşırılmış ve bunun farkında olmayan kimseler gibiyiz. Bu sebeple insan, önce içine fare giremeyecek bir gönül inşa etmeli ve ambarı farelerden temizlemelidir.

Burada buğday da ambar da fare de padişah da birer misaldir. 

O vezirciğin yaratılışı hasettendi; onun için kulağını, burnunu kestirdi! O ümitle ki, haset iğnesinden akan zehirle mahzunları ve mazlumları tâ can evlerinden zehirleyebilsin…

O kâfir vezir, etrafına toplanan çok sayıda hıristiyanı “sûret-i hak’tan görünerek aldatmaya muvaffak oldu; “riya”nın “zülum”den bile kuvvetli tesire sahip olduğunu gösterdi.

Lâtif sözler söylemekte idi ama dinleyenlerin içine garez işlemekte idi. Gül sulu şerbeti zehirle içirmekte idi. Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, demekte; iç yüzü (özü) cana gevşeklik vermekteydi.

Manevi zevk ve anlayış sahibi olanlar,  o tatlı sözler içindeki acıyı hissetmiş/işin iç yüzünü anlamışlardı. Fakat aynı sözler, görünüşe aldananların boyunlarına birer halka olmuş, ona esir ve tabi olmalarına sebep olmuştu.

Vezir, padişahtan senelerce ayrı kalmış; bu müddet zarfında Hz. Îsâ’ya uyanların sığınak ve dayanağı olmuştu. Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarlamıştı. Onun emir ve hükmü önünde herkes can feda ediyordu.

O devirde, Îsâ kavminin on iki emîri vardı ve her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine, tamah yüzünden köle olmuştu. Bu on iki emîr ve kavimleri, o kötü sıfatlı vezire bağlanmışlardı. Hepsi, onun sözüne güvenmiş, onun gidişine uymuşlardı. O, ‘öl’ der demez her emîr hemen o anda ölüme atılırdı.

Padişahla vezir arasında haber gidip geliyor, ona gizliden gizliye güvence veriyor ve daha çok teşvik için diyordu ki: “Ey devletli vezirim, vakit geldi, içimi gamdan tez kurtar, işini tamamla.” Vezir de “Padişahım; işte şimdi Îsâ dinine fitne ve fesatlar salma demindeyim” diyordu.

Vezir, her emîrin adına birer tomar hazırladı. Her tomarın yazısı, başka bir meşrebe uygun yazılıydı. Her birinin hükmü başka bir çeşitti; baştan aşağıya kadar birbirlerinden farklı idiler.

Birinde riyazet ve açlık yolunu tövbenin rüknü, rücûnun şartı yapmış. Diğerinde “Riyazet faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti. Birinde demişti ki; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir. Tâ ki onlarla âczimizi görelim de Allah kudretini bilelim, anlayalım” demişti. Öbüründe, “Kendi âczini görme! Uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir. Kendi kudretini gör ki bu kudret O’ndandır.” demişti.

O Îsâ dinine düşman olan vezir bu tarzda, bu çeşitte on iki tomar hazırlamıştı.

[Hilede suya düğüm vuracak kadar usta olan bu vezirin tomarlara yazdığı sözler ve hükümler, tek hakikatin yalnız kendi tomarında yazılı olduğunu sandıracak kuvvette idi. Hakikati yalnız kendi tomarında sanan her emir, öteki tomarların gerçek olduğuna inanmayacak ve onlarla tam bir ihtilafa düşecekti. Maksadı da bu idi.]

Vezir de padişah gibi bilgisiz ve gafildi. İsa’nın dinini örselemekle hakikatte o dinin sahibi olan ALLAH ile savaşıyordu; bir anda bu âlem gibi yüz binler âlemi var eden kudret sahibi ile…

Dünya senin yanında uçsuz bucaksız olsa da, O’nun kudreti önünde yok bir zerre bil! Ona varmanın yolu, anlayışı ve düşünceyi keskinleştirmek, kurnazlıkta ustalaşmak değildir. Padişahın fazlı, düşkün olan, aczini ve haddini bilenden başkasını kabul etmez.

O vezir kendince başka bir hile daha kurdu. Vaaz ve nasihati bırakıp halvete girdi. Tabi’lerini yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı. Halk onun özlemiyle, halinden, sözünden ve sohbetinden uzak düştükleri için deliye döndüler. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazetten iki büklüm olmuştu. Hepsi birden ”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma! Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın…” demişlerdi. Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok…”

Emirler rica ve şefaate, tabi’ler ise (kendilerini) kınamaya başladılar: “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışız, dinden de. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz. Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma! Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar? Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık! Ey zamanede nazîri olmayan zat! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”

Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri öğütlerin peşinde olanlar! Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu bağını çözün! O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır; bu kulak sağır olmadıkça o can/gönül kulağı sağırdır. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olun ki “İrciî/Geri dön” hitabını işitesiniz!…”

Hepsi dediler ki: “Ey bahane arayan hakîm, bu cefayı bize reva görme! Hayvana takati derecesinde yük yükle. Zayıflara iktidarları nispetinde iş havale et! Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri (bütün olarak) yutabilir? Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil! Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister. Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur. Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar. Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehim verir. Söyleyen sen olunca, kulağımız, tamamiyle akıldan ibarettir. Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz.”

Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi, can ve gönülden dinleyiniz. Emin isem, emin adam ittiham edilmez/suçlanmaz; göğe yer desem bile! Eğer ben sırf kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor? Ben bu halvetten çıkmayacağım, çünkü kalp ahvali ile meşgulüm.”

Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, ayrılığından gözyaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu vahlar coşmakta! Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi… Fakat boyuna ağlar durur! Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden ey huyları güzel! Ey bizim canımıza can olan!”

Vezir içerden seslendi: “Ey tabi’ler, benden size şu malûm olsun ki Îsâ bana “Yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol; yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye haber verdi. Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok. Dostlar, elveda! Ben ölüyorum, yükümü dördüncü göğe iletiyorum ki, dünyanın ateşle dolu derinliklerinde bir odun gibi zahmetler ve meşakkatler içinde yanmayayım. Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, Îsâ’nın yanında oturacağım.”

Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi. Her birine “Îsâ dininde Allah vekili ve benim halifem sensin; öbür emîrler senin tâbilerindir. Îsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti. Hangi emîr baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvasına kalkışma. İste şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete fasih bir tarzda oku!” dedi.

O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Allah dininde senden başka naib yoktur!” Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi. Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırı idi. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı.

Ondan sonra kırk gün daha kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu. Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü. Halk onun yası içinde saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne öyle bir yığıldı ki, Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını ancak Allah bilir. Mezarın toprağını başlarına serptiler. Ayrılık derdini, dertlerine derman gördüler. Ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara bir ay yol verdiler.

Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey emirler! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir. Ki biz o zatı, vezirin yerine imam tanıyalım ve ona uyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim. Mademki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz yok. Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigâr kalması gerekir. Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan!

O emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti. Dedi ki: “İşte o zatın vekili; zamanede Îsâ halifesi benim. İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.” Öbür emîr de pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun dâvası da bunun dâvası gibiydi. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de yahudi kızgınlığı başladı. Diğer emîrler de birbirlerinin ardınca dâvaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler. Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler. Yüz binlerce hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepeler oldu. Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı.

O vezirin ektiği fitne tohumları/cazibeli sözlerle örmüş olduğu tuzak, o câhil ve görünüşe aldanan/manevi zevk ve anlayıştan yoksun tamahkârlara âfet kesilmişti.

***

Ey görünüşe aldanan!

Git de mânayı elde etmeye çalış! Çünkü mâna, sûretin kanadı gibidir!

Mâna ehli ile beraber bulun ki, hem âta/ihsan bulasın, hem de merd-i manevi olasın. Onları görmek bile kimyadır/şifadır. Bunun için âlimler: “Varis-i Resûl olan âlim, âlemlere rahmettir.” demişlerdir. Kaya ve mermer taşı bile olsan bir gönül ehline kavuşursan cevher haline gelirsin. Aklını başına al da bir gönül ehlinin sohbetiyle kalbine gıda ver.

***

İncil’de Hazret-i Mustafa’nın, seyyid’ül mürselin olan o bahr-i safanın adı ve vasıfları vardı. Şekli, şemâili, gazâları, oruç tutuşu ve yemek yiyişi yazılı idi. Nasara/hıristiyan taifesi, o nam ve hitaba gelince sevap olsun diye o mübarek ismi öperler; lâtif vasfa yüz sürerlerdi. Bahsettiğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan emin kaldılar. Ahmed ism-i şerifinin sığınağına sığındıkları için o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emin ve mahfuz olmuşlardı. Onların nesilleri de çoğaldı, Nûr-u Ahmedî yâr ve yâverleri oldu.

Hıristiyanlardan nâm-ı Ahmedî’yi gayr-ı muhterem tutan diğer bir gürûh, görüşü de, ilmi de uğursuz olan vezirin fitnesi yüzünden hor ve hakir oldular. Mânaları ters ve sözleri aykırı tomarların tesiriyle dinleri de fesâda uğradı, hükümleri de…