KABİR AZABI

Kabir azabı iki kısımdır: Rûhanî ve cismanî.

Cismanî olanı herkesçe malumdur; kitaplarda kayıtlıdır.

Burada, kabir azabının ruhanî olanından bahsedeceğiz; onu da ‘kendini bilen’ anlar ancak.

‘Kendini bilen’ kimse, ruhun kendi zâtı ile var olduğunu ve kıyamı için bedene muhtaç olmadığını, ölümün onu yok etmeyeceğini ve ölümden sonra yaşamaya devam edeceğini de bilir. Yine bilir ki, ölüm, gözün, elin, ayağın, kulağın ve bütün hislerin ortadan kaldırılmasıdır; hisler (duyular) kendisinden alınınca, hanım, evlât, mal, mülk, makam, ev, hizmetçi, binek, akraba ve yakınlar; hatta yer, gök ve his ile anlaşılanların hepsi ondan alınmış olur.

Kişi eğer sevgisini onlara tahsis etmiş ve varlığını onlara adamış ise bu âlemden ayrılırken zaruri olarak azapta kalır.

Onlara tutulmayıp esir olmadan ALLAH sevgisi ile yaşamış, zikrine ünsiyet kazanmış ve dünya meşguliyetini zaruret ve mecbur olduğu kadar kabul etmişse, ölünce maşukuna kavuşur, üzücü ve kuruntu verici şeyler aradan kalkar, mesut ve mesrur olur.

Hal böyle iken, bütün arzu ve sevgisini dünyaya tahsis eden bir kimsenin dünyadan ayrılırken içine düşeceği azap ve elemi düşün! Bir de, mahbubu ve matlubu ALLAH olan, dünya ve içindekileri dost edinmeyip ancak kendine yetecek kadarını alan kimsenin, dünyadan ayrılırken kavuşacağı rahatlığı düşün!

O hâlde bu hakikati (ayrılık azabını) idrâk eden kimsenin kabir azabının dünya ehline muhakkak olacağı, kalbi ALLAH sevgisi ile dolu yaşayanların ondan azat olacağı hususunda şüphesi kalmaz.

Böyle olduğu «Dünya, müminin zindanı, kâfirin Cennetidir» hadîs-i şerifinden de anlaşılır. Çünkü mümin ölürken zindandan kurtuluyor, kâfir ise cennetinden çıkartılıyor…

***

Kabir azabının aslının dünya sevgisinden zuhur ettiği bilindiğine göre bu azabın mâsiva sevgisi ölçüsünde kimine az, kimine fazla olmakla iki türlü olduğu da bilinmiş olur. Dünyayı isteme ve sevme derecesine göre kimine çok, kimine az olur. Meselâ kalbi bu dünyaya yalnız bir cihetten bağlı olan kimsenin azabı; mal, mülk, hizmetçi, hayvan, mevki, makam, üstünlük ve bütün dünya nimetlerine sahip ve kalbi bunların hepsine bağlı olan kişininki gibi değildir. Şöyle ki, bir kimseye atlarından birinin çalındığını söyleseler, on atının çalınmasından daha az üzülür. Eğer bütün malını alsalar, malının yarısının alınmasından daha çok üzülür ve azap çeker. Bütün malının alınmasına da hanımının ve çocuklarının hırsızlar ve yağmacılar tarafından kaçırılmasından daha az üzülür.

Ölüm de malını, evlâdını, hanımını ve dünyada olan her şeyini yağma edip kendisini yalnız bırakandır.

Şu hâlde herkesin kabirdeki azabı ve rahatı dünyaya bağlılığı ve ondan kesilmesi miktarıncadır.

Bununla alâkalı olarak Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; «Muhakkak ki, dar maişet onun içindir» âyet-i kerîmesinin ne mânâya geldiğini bilir misiniz? Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân), «Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Buyurdu ki: «Kâfirin kabirdeki azabıyla ilgilidir; doksan dokuz ejderhayı ona musallat ederler. O ejderhaların ne olduğunu bilir misiniz? Onlar, doksan dokuz yılandır. Her yılanın dokuz başı vardır! Onu sokarlar, yalarlar ve üzerine üflerler. Bu, kıyamete kadar devam eder.»

Dalalette olanlar ise “Biz onun mezarına baktık, bunlardan hiçbirini görmedik. Eğer mezarda böyle şeyler olsaydı, gözümüz sağlamdır, biz de görür, hallerine vakıf olurduk” derler.

Onlar, ejderhaların, ölenin ruhunda olduğunu bilemediler; bilemezler de… Hatta bu ejderhalar, ölümden önce bile onun ruhunda idi; nefs-i emarenin sıfatlarından meydana gelmekte idi; başlarının sayısı da, kötü ahlakının dalları sayısı kadar idi… Lâkin bazı kişiler, bundan gâfil ve habersizdir.

O ejderhaların yaratıldığı şeyin aslı ise dünya sevgisidir. Başlarının sayısı da dünya sevgisi sebebi ile zuhur eden kin, haset, kibir, hırs, aldatma, hile, düşmanlık, makam sevgisi, şan, şöhret hayranlığı ve bunun gibi fena ahlâklar sayısıncadır.

Eğer sanıldığı gibi, bu ejderhalar ruhun dışında olsaydı, iş daha kolay olurdu. Zira bir an ondan ayrılmanın imkânı olabilirdi. Fakat ruhta yerleşmiş olduğundan ve kendi sıfatı haline geldiğinden ondan nasıl kaçabilir?

Bir kimsenin cariyesini sattığı sırada ona âşık olduğunu hissetmesinin verdiği ıstırap gibi ruhta bulunan ve ölüm sonrasında onu ısıran ejderhalar da dünya sevgisi ve ona hırs ile bağlanma tutkusudur. Ancak bütün bunlar gizli ve örtülüdür.

Doksan dokuz ejderha, ölümden önce de kendinde olup acısını duymaması onlardan haberi olmadığı için değil maşukla beraber olunca, aşkın kendisi rahata sebep olduğu içindir; ayrılık vaktinde ise ıstırap ve azap başlar.

Rahata sebep olan dünya sevgisi aynı zamanda azaba da sebeptir. Makam sevgisi ejderha gibi, mal sevgisi yılan gibi, saray ve ev sevgisi akrep gibi kalbini sokar ve kemirir. Kalanları da bunun gibidir…

Cariyeye âşık olanın, ayrılık zamanında, bu dertten kurtulması için kendini suya, ateşe atmayı veya bir akrep tarafından sokularak derdinden kurtulmayı istemesi gibi kabirde azap çeken de, bu dünyadaki akrep ve yılanlar tarafından ısırılarak kabir azabından kurtulmayı ister. Zira bu acılar bedene olmaktadır ve dışardan gelmektedir. Ruhundaki ejderhaların acısı ise içtedir ve çok daha şiddetlidir.  

Hakikatte herkes, kendi azabını buradan götürmektedir ve bu azap onların ruhları içerisinde müessir olur. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Bu ceza, yaptıklarınızın size iadesinden başka bir şey değildir”.

Ve yine bunun için ALLAH-u Teâlâ buyurur: “Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz.” Ve yine bunun için buyurdu: “Elbette Cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır.” “Cehennem onları ihata edicidir. Onlarla beraberdir” buyurdu da “Onları ihata edecek” buyurmadı.

***

Eğer denirse; “Şeriatın zahirinden anlaşılan, o ejderhaların baş gözü ile görülebileceğidir. Halbuki ruhun içerisinde olan ejderhalar zahir gözle görülür cinsten değildir.”

Bunun cevabı ise şudur: Bu ejderhalar görülebilir ama ölüler tarafından… Bu dünyada olanlar, onları görmeye kâdir değildir.  Çünkü o âleme mahsus şeyler, bu dünya gözü ile görülemez.

Bu ejderhalar, ölülere hayal ve temsili olarak da görünmezler. Bu dünyadakiler bu dünyadakileri gördüğü gibi, o âlemdekiler de oradakileri görür.

Hususen çok kimseler uykuda yılanın kendini soktuğunu görür, (korkunç bir rüyadan sonra bazıları, saçlarını ağartacak kadar dehşeti yaşar ama) yanında oturanın bundan haberi bile olmaz. Çünkü bu yılan uyuyan içindir; acısı da ona mahsustur; uyanık olan için değildir. Uyanık olanın bu yılanı görmemesi, diğerinin acısından, azabından bir şey eksiltmez.

Bir kimseyi rüyada yılan sokarsa, bir düşmandan sıkıntı göreceğine, düşmanı ona karşı zafer bulacağına işaret eder. Gerçekte ise onu yılan ısırmamıştır.  Buna rağmen acı ve ıstırap duymaktadır. İşte o ıstırap, ruhta olmakta, kalpte yaşanmaktadır. Fakat bu, dünya hayatından (bu âlemden) bir şeyle temsil edilecekse, işte o yılandır, akreptir.

Düşmanı kendisine galip gelince “Zaten rüyasını görmüştüm” der. Sonra da, “Keşke beni gerçekten yılan soksaydı da, düşmanım arzusuna kavuşmasaydı” der. Çünkü bu azap ve ıstırap onun kalbine, yılanın bedenine verdiğinden daha fazla acı vermektedir. Şu hâlde “Bu yılan yoktur; onun yarası ve eziyeti de hayalîdir” dersen, büyük hata etmiş olursun.

Şu da var ki, ona hayal veya rüya denmesinin bir sebebi de çabuk uyanıp ondan kurtulduğu içindir. O halde devamlı kalsa, kimse ona hayal veya rüya demezdi. İşte azap çeken ölü de bunun gibidir. Azapta çok uzun müddet kalıyor; sonu bir türlü gelmiyor.

Şer’i bilgilerde ifade edilen yılan ve ejderhalar kabirde beklemiyor ki, baş gözü ile herkes onları görsün ve baş gözü ile şahit olunan şeyler olsunlar. (Öyle olsa idi imtihan diye bir şey kalmazdı.) Ancak, bazı kimselere, uyku halinde bu âlemden uzaklaştırılarak yılan ve akrepler arasında azap içindeki ölüyü gösterdikleri de olmuştur,

Başkalarına uykuda, rüya âleminde vâki olan bu gibi haller, Peygamber ve velilere uyanık iken de vâki olur. Çünkü onların bu dünya ile meşguliyetleri, o âlemi müşahede etmelerine mani olmaz.

Bu kadar uzun anlatmaktan maksadımız, baş gözü ile mezara bakıp da bir şey göremeyenlerin, kabir azabını inkâr ettikleri içindir. Bu da, öbür dünyanın işlerini anlamamalarından; o âlemi bu âlem gibi zannedip ikisini birbiriyle kıyaslamalarındandır.

***

Eğer kabir azabı, kalbin bu dünyaya bağlanması sebebiyle ise, hiç kimse ondan kurtulamaz. Çünkü kadın, evlât, mal ve mevkii olup ta bunlara meyil ve sevgi bağlamayan yoktur. O hâlde kabir azabı herkese olması ve hiçbir ferdin bundan kurtulmaması gerekir, denirse; cevabında deriz ki: Durum anlatıldığı gibi değildir. Öyle insanlar vardır ki, dünyadan geçmiş, dünyada lezzet alacakları ve rahat bulacakları yerleri kalmamıştır; ölümü arzularlar. Derviş meşrep [fakîr] müslümanların çoğu böyledir.

Zengin insanlar ise ikiye ayrılır: Bir kısmı, bu şeyleri severler ama Allah-u Teâlâ’ya olan sevgileri daha fazladır. Onlar için de kabir azabı yoktur. Bunlar şu kimseye benzer ki, sevdiği bir şehir vardır; o şehirde de sevdiği bir sarayı vardır. Ancak reis olmayı, saltanatı, köşk ve bağları onlardan daha çok sever. Padişahın emri ile ona başka bir şehrin reisliği verilse, bulunduğu yer ve saraydan ayrılmak ona zor gelmez. Zira sarayının ve şehrinin sevgisinden daha çok olan reislik sevgisi, diğer sevgileri siler, onlardan eser bırakmaz.

O hâlde, Peygamberler, veliler ve zâhidlerin kalbi, kadına, evlâda, şehre ve vatana yakınlık duysa, iltifat etseler de, ALLAH’a olan sevgileri onlardan daha çoktur ve O’na kavuşmanın lezzeti, diğerlerini siler, yok eder. Bu lezzet ise ölüm ile tam hâsıl olur ve kabir azabından emin kılar.

Dünya arzularına bağlanıp kendini dünyaya tamamı ile kaptıranlar, bu azaptan kurtulamaz. Böyle olanların çokluğu o kadar fazladır ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sizden gideceği yer o [Cehennem] olmayan kimse yoktur. Bu öyle bir iştir ki, hükmü Rabbinin katında kesinleşmiştir. Sonra, müttakî olanları ondan kurtarırız. Zalimleri ise dizleri üzerine çökmüş olarak terk ederiz».

***

Îman üzere ölen ama kalbinde dünyevi sevgi ve bağlantılar baskın olan kimseler, bir müddet azap çekerler. Dünyadan uzun zaman (yıllarca) ayrı kaldıkları için, dünya lezzetini unutmaya; kalpte olan ALLAH sevgisi tekrar zuhur etmeye başlar. Bu kimsenin durumu bir sarayı diğerinden yahut bir şehri diğer bir şehirden veya bir kadını diğer bir kadından daha çok seven fakat ötekini de seven kimseye benzer. Onu en çok sevdiğinden ayırıp diğer sevdiğine mecbur bırakırlarsa, ayrılık ıstırabını çeker; bir zaman sonra buna alışır, diğerini unutur. İşte kalpte var olan sevginin aslı, uzun zamandan sonra tekrar zuhur etmeye, coşmaya başlar.

Fakat ALLAH-u Teâlâ’yı sevmeyen, o azapta ebedi kalır. Zira onların bütün sevgisi, ayrıldıkları nesneye idi ve daima O’ndan uzak kalmayı istiyor ve yaşıyorlardı. Onları azaptan kurtaracak olan sebebin zerresi dahi içlerinde yoktu. Artık hangi bahane ile kurtulabilirler? Kâfirlerin ebedi azapta kalmalarının sebeplerinden biri de budur.

İnsanlardan bazıları da sadece dilleriyle, «Ben ALLAH-u Teâlâ’yı severim yahut dünyadan daha çok severim» derler. Belki dünyadaki bütün insanların görüşü de budur. Fakat bunun bir mihenk taşı ve miyarı [ölçüsü, sağlaması] vardır ki, durum onunla anlaşılabilir ancak. Bu da şöyledir: Bir kimseye nefsi veya çok sevdiği biri, ALLAH-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına aykırı bir şey emretse, eğer kendini Dinî ölçülere uymaya meyletmiş ve istekli görür ve onu yerine getirirse, onun ALLAH-u Teâlâ’ya olan sevgisi nefsinden de, dünyadan da, sevdiklerinden de daha fazla demektir. Nitekim iki kimseyi seven ama birini diğerinden daha çok seven kimse, aralarında bir ihtilâf/zıtlık çıktığı zaman kendini daha çok sevdiğinin tarafında bulur ve onu daha çok sevdiğini bununla da anlar. Hal böyle olmayınca, sadece dil ile söylemekte fayda yoktur. Çünkü yalan olur.

Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “La ilahe illallah diyen kimse, kendisini ALLAH-u Teâlâ’nın azabından korumuş olur. Bu, dünya işlerini, din işlerine tercih etmelerine kadar devam eder. Dünyayı dine tercih edip de, La ilahe illallah dedikleri vakit, ALLAH-u Teâlâ onlara: Yalan söylüyorsunuz. Bundan sonra La ilahe illallah demeniz yalan olur, der.”

O hâlde, buradan, (velâyet nuru ile bakan) basiret sahiplerinin batınî müşahede ile kabir azabından kimlerin kurtulacağını nasıl gördükleri anlaşılmış olur. Ve yine insanların çoğunun kurtulamayacağını, fakat tıpkı dünyaya bağlılıklarının farklı olması nispetinde azaplarının da müddet ve şiddet bakımından farklı olduğu anlaşılmış olur.

***

Aldanmış ve nefsine mağrur olmuşlardan bir grup vardır ki: «Eğer kabir azabı bu ise biz bundan eminiz. Çünkü bizim dünya ile alâkamız yoktur. Onun varlığıyla yokluğu bize göre aynıdır» derler.  

Bu iddia boştur ve gerçek dışı bir iddiadır. Tecrübe etmeyince anlaşılamaz. Eğer her şeyini hırsız alır götürür yahut kendisi için kıymetli olan itibarı ve makamı arkadaşına geçer yahut kendi yanındaki sevenleri ondan yüz çevirir ve onu zemmederler de kalbine bunlardan hiç tesir gelmezse ve başkasının malı çalınmış yahut başkasının sevdiği şey elinden çıkmış gibi kabul ederse, işte o zaman bu iddia doğru olur.

Malı çalınmayınca ve sevenleri ondan yüz çevirmeyince, işin hakikati anlaşılmaz. Ya da nefsinin itibar düşkünü olmadığını iddia edip de düşük işlerde çalışmaktan kaçanın nefsindeki üstünlük davası o zaman kendini göstermeye başlar.

O hâlde kabir azabından kurtulmak isteyen, dünyadan hiçbir şeyle zaruret miktarından fazla alâkalanmamalı; ihtiyaç ve mecburiyet kadar istek ve irtibatı kalmalıdır.

Demek ki, mideye yemek doldurmak isteği onu boşaltmak isteği kadar/gibi olmalıdır. Çünkü her ikisi de lâzımdır, ihtiyaçtır, mecburidir. Diğer hususlar/arzular da bu minval üzere olmalı ve zaruret miktarını aşmamalıdır.

Kalp bu bağlardan, arzu ve şehvetlere esaretten kurtulamazsa, ibâdetlere ve ALLAH-u Teâlâ’yı zikre devamla kalpte zikri hâkim kılmaya çalışmalıdır. Böylece zikir, dünya sevgisini bastırsın, silsin.

Bununla birlikte Şer’i şerife uymak ve Hakk’ın emirlerini nefsin havâsı üzerinde tutmaya çalışmakla bu mananın hâsıl olmasına gayret etmeli ve kendinden delilini görmelidir. Eğer nefsi ona itaat eder duruma geliyor ve Din’in emirlerini her şeyin üzerinde tutuyorsa, o zaman kabir azabından kurtulduğuna inanabilir. Eğer hâl, anlatıldığı gibi olmazsa, kabir azabı kendi bedenine muhakkak değer; ALLAH’ın inayeti erişip azabını af etmesi hariç.

Kimya-yı Saadet