FELSEFE VE DEİZM

Nimetlerini üzerimizden esirgemeyen, bizleri İslâm’a hidayet eyleyen ve Ümmet-i Muhammed’den kılan ALLAH’a hamd olsun.. 

Peygamberler, âlemlere rahmettir.

Hakk Sübhanehu, onların bi’seti (Peygamber olarak vazifelendirilmeleri) vasıtası ile bizim gibi aklı noksan, idrâki kısa olanları Zatından ve Sıfatlarından haberdar etti; Zatı ve Sıfatları ile ilgili kemalâtlara, fehimlerimizin ölçüsünce bizleri muttali eyledi. Razı olduğu şeylerle, razı olmadığı şeyleri ayırt eyledi. Dünyevî ve uhrevî menfaatlerimizi (yararımıza olanları) mazarratlarımızdan (zararımıza olanlardan) ayırdı. Şayet onların mübarek vücudları olmasaydı; beşer akılları Yüce Yaratıcıyı ispatta aciz kalır; onun kemalâtlarını idrâkten yana da kusurlu olurdu. 

Kendilerini akıl sahiplerinin üstünleri sanan eski felsefeciler ise, Yüce Aziz Yaratıcının yaratmasını inkâr etmiş; akıllarının noksanlığından dolayı, eşyayı (her şeyi) zamana (ve sebeplere) bağlamışlardır. 

Ne zaman ki Nebilerin, yerlerin, semaların ve zamanın yaratanı Yüce ALLAH’a davetleri meşhur olup her tarafa yayılınca, Yaratıcının sübutu (varlığı) hakkında tereddüdü olan o devrin felsefecileri kabahatlarına muttali olup istemeden de olsa Yaratıcı’nın varlığına kâil (ikna) oldular. Eşyayı da (her şeyin var olmasını da), o Yüce Zat’a isnad eylediler.  

Bu nur, peygamberlerin nurlarından iktibas edilmiş bir nurdur. Onların (ilim, sohbet ve manevi) sofralarından istifade yollu alınan bir nimettir. Onlara salât ve selâm olsun! Taa kıyamet gününe kadar… Hatta ebedlerin ebedine kadar… 

Yüce Allah’ın sıfat-ı kâmilesi, enbiyanın gönderilmesi, meleklerin masumiyet durumu, haşir neşir, cennetin ve cehennemin varlığı, daimî olan azap ve nimet gibi diğer dini esaslar da enbiyanın tebliği ile bize ulaşmıştır. Akıl bu gibi şeylerin idrâkinden yana da kısırdır. Onları ispattan yana da noksandır. O büyüklerden, bunları duymadan yollarını bulamaz; kendi başına onların hiç birinde hakikate ulaşamaz. 

Nasıl ki akıl, hislerimizin ötesinde faaliyet gösteriyor ve hislerimizin idrâk edemediğini idrâk edebiliyorsa; aklın idrâk edemediği şeyleri de ancak Nebiler (ve vahiy) vasıtasıyla idrak edebiliriz (edebiliyoruz). 

Bilgi ve marifet için de aklın ötesinde bir yol kabul etmeyen kimse, hakikatte nübüvvet tavrını inkâr etmekte ve bedahetle  (açık ve kesin bir hakikatle) çarpışmaktadır. 

Nimet veren Zat’a şükrün vacip olduğu aklen sabit olsa da, şükrün nasıl yapılacağı ve keyfiyeti ancak Nebiler aracılığıyla bilinebilir. Şu halde Nimet veren Yüce Zat’a hem inanç ve hem de amel olarak nasıl şükredip tâzim edeceğimizi, bi’z-Zat Kendisinden alıp öğreten Nebilerin varlığı zaruridir.  

O tazim ki Sübhan Zat’ın katından gelmemiş-alınmamıştır; o Yüce Zat’ın şükrünü edaya lâyık değildir. Zira beşerî kuvvet, onun idrâkinden âcizdir. Hatta çok kere ona tazim sayılmayan bir şeyi tazim sanır; şükürden hicve geçer. 

Bu sebeple Yüce Mukaddes Hakkın şükrü ve tazimini bilebilmemizin tek yolu vahiydir; o da Peygamberliğe mahsus, Nebilerin tebliğine hastır.  Onlara salât ve selâm olsun… 

Evliya için olan ilhama gelince… bu da nübüvvet nurlarından iktibas edilmiş (alınmış) olup enbiyaya mutabaat (tabi olmanın) bereketleri ve feyizleri olarak akıp gelmektedir. 

Şayet akıl bu işte yeterli olsaydı; akıllarını kendilerine önder eyleyen Yunan felsefecileri, dalâlet çöllerinde kalmazlardı. Sübhan Hakkı bütün insanlardan önce bilirlerdi. Halbuki Sübhan Hakkın zatında ve sıfatlarında insanların cehalet cihetinden en şiddetlisi bunlardır.  

Şunun için ki: Sübhan Hakkı fariğ (işten elini çekmiş) ve muattal sanmışlar ve bir şeyin (‘akl-ı faal’i yaratmanın) dışında, hiç bir şeyi ona isnat etmemişler; o şeyin de mecburî olup ihtiyarî olmadığına kail olmuşlardır.  

Kendiliklerinden ‘faal akıl’ diye bir şey yontup (var sayıp) hadiseleri (olup bitenleri) ona dayandırmışlar; o hadiseleri, yerin ve semaların Yaratıcısı’na isnat etmemişlerdir. Eseri, hakikî müessirden almışlar, hayali olarak yonttukları bir şeye isnat etmişlerdir. 

Onlara göre: Malul (sonuç) illet-i karibenin (yakın sebebin) eseridir; illet-i baidenin (uzak sebebin) bunda tesiri yoktur. 

Cehaletlerinden ötürü, eşyanın (hadiselerin) Sübhan Hakka istinat etmemesini o Sübhan Zat için kemal sanmışlardır. Muattal (hiçbir şeye karışmaz) olmayı, onun için tebcil (övgü) zannetmişlerdir. Halbuki Sübhan Hakk, yeri ve semaları yaratması ile Zatını övmektedir. Bu manada Zatını överek şöyle buyurdu: 

«Meşrikın (doğuların) ve mağribin (batıların) Rabbı..» (73/9) 

Kendi fasit zanlarına göre, Hazret-i Hakk Sübhanehu’ya asla ihtiyaçları yoktur. Katiyen Yüce Hakka ilticaları da yoktur. 

Bu durumda, ıstırar ve ihtiyaç vaktinde onlara gerekli olan akl-ı faale müracaat edip işlerinin bitirilmesini ondan talep etmektir. Ancak akl-ı faalden kaza-i hacet (ihtiyacı giderme) talebi tasavvur edilemez. Çünkü yine onların kanaatlerine göre, o dahi, mecbur ve çaresiz durumda olup ihtiyarı yoktur; dilediğini yapamaz (her şey sebeplerin sonucu olarak meydana gelir).  

Bu durumda şu âyet-i kerimenin hükmü geçerlidir: «Küfür ehline gelince, onların Mevlâsı yoktur.» (47/11) 

Akl-ı faal nedir ki, eşyanın tedbiri ve havadisin (hadiselerin) oluşu ona istinat ettirilsin!. Daha kendi varlığı ve sübutu tartışmalı olup hakkında bin türlü söz olan şeye nasıl olurda eşya ve hadiseler dayandırılabilir?  

Akl-ı faalın varlığı ve gerçekliği gösterilen deliller, vehmi ve felsefî mukaddimelere (açıklamalara) dayanır ki, onlar, İslâmî usullere göre tam değildir; yetersizdir. 

Eşyanın dayanağını Şanı Yüce Kadir Muhtar Zat’tan alıp anlatıldığı gibi mevhum (vehim ürünü) şeye dayandıran kimse ne kadar da ahmaktır. Hatta eşyanın böyle hayali şeylere isnat edilmesi, felsefî yontmalara dayandırılmış olması, her şeyden önce eşyanın kendisine rüsvaylıktır, hakarettir.  

O kadar ki: Eşya, yok olmaya sevinir ve razı olur da; böyle bir şeye dayandırılma rüsvaylığına; Yüce Sultan Kadir Muhtar’ın kudretine intisap saadetinden mahrum olma korkusundan dolayı razı olmaz.. 

Bir âyet-i kerime meali: «Ağızlarından ne büyük (küstahça) söz çıkıyor. Yalandan başka bir şey söylemiyorlar» (18/5) 

Dar-ı harpteki küfür ehli, putlara tapma durumları olmasına rağmen, hal itibarı ile bunlardan daha iyidir. Çünkü bunlar, sıkıntılı durumlarda, Sübhan Hakka iltica etmekte ve putlarını dahi, Yüce Hakk katında vesileler olma dışında bir şey yapmamaktadırlar. 

Üstte anlatılandan daha şaşırtıcı olanı ise bir gurup insanın bu kimseleri hikmet ehli (hükema) diye isimlendirmesi ve onların görüşlerini hikmet olarak görmeleridir. 

Halbuki pek çok görüşleri, bilhassa en yüce maksat olan ilahiyata/ Dinî meselelere dair görüşleri yalandır; Kur’an’a ve hadise muhaliftir, aykırıdır. 

Hal böyle iken, neye göre bu kimselere ‘hükema’ denebiliyor! 

Böyle bir şey onlara, ancak, alay ve maskaralık cihetinden söylenebilir… 

Bunlardan bir topluluk ise riyazat ve mücahede yollarını tercih ettiler. Amma kendilerine Enbiyayı değil de Enbiyaya tabi olanlardan her asırda bulunan yüksek sûfileri öncü kabul etmişler; onların bazı hallerini sadece taklid ederek kendilerinde ortaya çıkan hallere ve vakitlerinin sefasına aldanmışlardır. Rüyalarına ve hayallerine itimad etmişler; hayali keşiflerini diğer hallerinde de ölçü kabul etmişler ve böylelikle hem kendileri dalâlete düşmüş hem de başkalarını dalâlete düşürmüşlerdir. 

Yaşadıkları o sefanın, aslında insanı sapkınlığa götüren nefsin sefası (huzuru) olduğunu ve bunun hidayetin ölçüsü olan kalbin sefası (huzuru, sekîneti) ile bir alakasının olmadığını bilemediler; fark edemediler. Çünkü kalbin sefası, Enbiyaya tabi olmaya bağlıdır. Nefsin tezkiyesi de kalbin sefasına ve onun nefsi idare etmesine bırakılmıştır. 

Kıdem nurlarının zuhur yeri olan kalbin zulmette kalmasına rağmen, nefsin tasfiye olduğuna hükmetmek, pusuda bekleyen düşmana (şeytana) yağmalama yapması için yakılan bir kandilden ibarettir.  

Hülâsa.. 

Riyazet ve mücahede yolu da tıpkı düşünce ve tefekkür yolu gibidir. Nasıl ki Nebilerin rehberliği dışında akıl ve fikir hakikati bulmamızı sağlayamıyorsa, riyazet ve mücahede de nihaî anlamda ALLAH’a ulaşmamızı sağlayamaz. 

Peygamberler emaneti/bütün ilimleri masum melekler aracılığı ile Hakk Sübhanehu’dan aldığı için onların bilgileri şeytanın müdahalesine karşı korunmuştur.   

Bu manada gelen bir ayet-i kerime meali: 

«Kullarım üzerinde senin hiç bir hakimiyetin yoktur.» (15/42) 

İş bu devlet/nimet, onlardan başka hiç kimseye müyesser değildir, nasip olmamıştır. 

Üstte anlatılan topluluğa, lâin şeytanın ortaklığından kurtulmak mümkün olmaz. Meğer ki: Bu büyük zatlara (Nebilere) mutabaat hususunda devam edile ve onların izinde gidile.. Onlara salât ve selâm olsun.. 

Bir şiir: 

Safa yollarında yürümek imkânsızdır;
Ey Sa’di! Mustafa’ya tabi olmadan. 

Ona, bütün ihvanına salâtlar ve selâmların en üstünleri…

*** 

Felsefecilerin reisi Eflatun, Îsa’nın bi’seti devletine kavuştu ama onu tasdik etmedi. Yaşadıkları ve bildikleri sebebi ile sandı ki: Kendisinin ona ihtiyacı yoktur. Böylelikle, nübüvvet bereketlerinden bir nasibe nail olamadı, kavuşamadı. 

Bir âyet-i kerime meali: «Allah bir kimseye nur vermemişse, onun nereden nuru olsun?.» (24/40) 

Diğer bir âyet-i kerimede Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu: «Gerçekten, resul kullarımıza geçmişte şöyle sözümüz vardır: Onlar muhakkak yardım olunmuşlardır. Bizim ordularımız, mutlaka galiptirler.» (37/171 -173) 

***

Şaşırtıcı bir şeydir ki: Âlemin nereden gelip nereye gittiği hususunda felsefeciler bir uçta Nebevî tavır diğer uçta yer almaktadır. Felsefecilerin görüşleri, enbiyanın hükümlerine taban tabana muhaliftir, zıttır. Zira onlar, âlemin ezeli olduğunu (başlangıcı olmadığını) söylemekle hakikatte ALLAH’a ve âhirete imanı sağlama çıkaramamışlardır. 

Halbuki bütün parçaları ile âlemin sonradan yaratılmış, hadis olduğuna dair sağlam icma’ vardır. 

Onlar, semaların yarılacağına, yıldızların dağılacağına, dağların atılacağına, ırmakların taşacağına kail olmamışlardır. Halbuki, bunların kıyamet günü olacağı vaad edilmiştir. Ayrıca onlar, cesetlerin haşrını de inkâr etmektedirler. Bütün bu halleri ile Kur’an’ın kesin hükümlerine muhalif durmaktadırlar. 

Bunlardan sonra gelen felsefeciler ise, kendilerini İslâm zümresinden addetmişler; amma, bu felsefe usullerini olduğu gibi kabul etmişlerdir. Bu halleri ile semaların, yıldızların ezeli olduğuna kail olmakta ve onların fena bulup helake varmayacaklarına (yok olmayacaklarına) hükmetmektedirler. 

Bunların rızıkları (nasipleri), Kur’an’ın kesin hükümlerini tekzib ve dinî zaruriyeti inkârdır.  

Allah’a ve Resulüne iman ederler; amma Allah’ın ve Resulünün emirlerini kabul etmezler. Acaba, bundan daha ileri sefahet olabilir mi? 

Bu topluluğun yaptığı şuna benzer: Bütün ömürlerini öyle bir âlet yapma uğruna harcamışlardır ki, zihni, düşünce ve öğrenme hatasından korusun. Bu hususta da çok tetkikler yapmışlardır. 

Ne zaman ki, en üstün gayeye geldiler; yani: Yüce Sultan Vacib Zat’a ait ef’al, sıfat ve zat meselelerine, duygularını kaybettikleri gibi; koruyucu âletlerini dahi zayi ettiler; işte o zaman, gece körlüğüne dalar gibi dalıp dalıp gittiler. Böylece, dalâlet sahrasında kaldılar.. 

Şunun gibi ki: Bir kimse senelerce harp âleti hazırlar; harp zamanı gelince de, duygularını zayi edip o âletleri kullanamaz.

***

Hüccet’ül-İslâm İmam-ı Gazali, El-Münkızü Mîned-Dalâl adlı eserinde şöyle demiştir: 

Felsefeciler; tıp ilmini, astronomi ilmini önceki Enbiyanın kitaplarından çalmışlardır; Resûlullah Efendimize ve onlara salât ve selâm olsun. İdrâkine aklın varamadığı hususî ilâçları ve diğerlerini dahi Enbiyaya inzal olunan kitaplardan iktibas etmişler, almışlardır. 

Tehzib-i ahlâkı (ahlâkı güzelleştirme düsturlarını) yüksek sofiyenin kitaplarından çalmışlardır. Bu sofiye dahi her asırda ve her peygamberin ümmetinde mevcuttular. Bu çalmayı dahi, kendi batıllarını revaçta tutmak için yapmışlardır. 

İşte onlar katında muteber olan bu üç ilim de çalınmadır. 

Şimdi… 

Onların ilm-i ilâhî üzerine; zat, sıfat, fiiller ve ALLAH’a, âhirete iman bahislerindeki hüsranlarını bir parça anlattım… Keza Kur’an âyetlerinin kesin hükümlerine olan muhalefetlerini de… 

Şimdi, kala kala hendese ve benzeri ilimler kaldı. Bunların da kendine göre çeşidi ve hususiyeti vardır. Bunlar da tam ve muntazam olsalar dahi, lüzumu nedir?. Neden dolayı onlara ihtiyaç duyulur ve âhiret azaplarından hangisi onunla uzaklaşıp gider?. 

Allah-u Teâlâ’nın kulundan yüz çevirmesinin alâmeti odur ki: Kendisini malâyani ile meşgul eder. Her ne şey ki: Âhirette faydalı değildir; bu, malâyani grubuna dahildir.

Dua makamında bir âyet-i kerime meali: «Rabbimiz, bize hidayet eyledikten sonra, kalblerimizi kaydırma.. Katından bize rahmet hibe eyle.. Çünkü sen, hibesi en bol olansın..» (3/8) 

*** 

İnsanlardan bazılarının felsefe ilimlerine rağbeti vardır. Felsefenin tesvilatına (teferruatına) meftundurlar. Bu topluluğu dahi, hükema bilirler. Kendilerini dahi, Enbiyaya muadil sanırlar; Onlara salât ve selâm olsun. Hatta, bunların yalancı ilimlerini önde gördükleri dahi olur. Onları doğru bilerek, peygamberlerin getirdiği hükümlerden önde görürler. 

Allah-ü Teâla, bizi böyle kötü itikatlardan korusun. 

Evet…

Bu zümreyi hükema bildikleri için ve ilimlerini dahi hikmet ve hakikat sayınca, zarurî olarak bu belâya düştüler.. 

Halbuki hikmet, bir şeyi işin aslına uygun olarak bilmekten ibarettir. O ilimler ki hikmete muhaliftir; işin aslına/hakikatına da mutabık (uygun) değildir. 

Hulâsa.. 

Bu zümreyi tasdik etmek, ilimlerini dahi doğru bilmek, Enbiyayı ve Enbiyanın ilmini tekzip etmeye varır; Onlara salât ve selâm olsun.. 

Anlatılan her iki ilim de, nakzedici (birbirine zıt) iki tarafa düşmektedir; birini tasdik etmek, diğerini tekzip etmeye varır. 

Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca: 

Dileyen enbiyanın yolunu tutsun; ALLAH hizbinden ve necat ehlinden olur…

Dileyen felsefecilerden olsun; şeytan hizbine girer ve kaybedip hüsranda kalanlardan olur…

Bu manada, bir âyet-i kerime meali: «.. dileyen iman etsin; dileyen küfre girsin.. Biz, zalimlere öyle ateş hazırladık ki: Onun duvarları kendilerini sarmıştır. (18/29) 

Şayet feryad edip yardım isteseler, bir mai yardıma gelir ki: Erimiş bakır gibi olup yüzleri haşlar.. O ne kötü şaraptır ve ne kötü bir dayanaktır.» (18/29) 

*** 

Hüdaya ittiba edip Mutabaat-ı Mustafayı bırakmayanlara selâm… Ona ve Enbiya-i kiramdan, Melâike-i izamdan bütün Kardeşlerine salâtların en tamamı, selâmların dahi ekmeli…

Vesselam.. 

Mektubat-ı Rabbânî