KAZÂ ve KADER

Kaza ve kaderin sırlarını seçkin kullarına açan, yolun doğru ve orta olanından sapmamaları için onu avamdan saklayan Allah-u Teâlâ’ya hamdolsun.

Kendisi ile hüccet-i baliğanın (kesin delilin) tamam olduğu ve isyan yoluna sapıp helake düşen asilerin özürlerinin kesildiği Zata ve onun kadere iman etmiş, kazaya da razı olmuş olan muttaki âl ve ashabına salât ve selâm olsun…

Kaza ve kader, kendisinde hayret ve dalaletin çok olduğu meselelerdendir. Bu meseleyi inceleyenlerin çoğunda, batıl vehim ve hayaller ağır basmış, galip gelmiştir. Bunlardan bazısı, kulun irade ve ihtiyârı sonucu meydana gelen işlerde, kula ait hiçbir istek ve irade olmadığına, sırf cebir (zorunluluk) olduğuna kail olmuşlar; bazıları ise bu işin Sübhan ALLAH ile olan bağını -isteyerek yapılan işlere O’nun karışmadığını ileri sürerek- nefyetmiş/yok saymışlardır.

Bir başka taife ise itikadda orta yolu tutmuştur ki bu, sırat-ı müstakim ve sağlam yoldur. Bu yolu bulmaya muvaffak olan fırka-i naciye, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tır. ALLAH onlardan, evvelkilerinden ve sonrakilerinden razı olsun. Onlar, ifratı ve tefriti terk edip orta ve ara yolu tercih etmişlerdir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife ‘rahmetullahi aleyh’, İmam-ı Cafer-i Sadık’dan ‘radıyallahü anh’ sual etmiş ve buyurmuş ki:

-Ey Resulûllah’ın torunu! Allah-ü Teâlâ, işleri kullarına bırakmış mıdır?.

İmam-ı Cafer-i Sadık şöyle cevap verdi:

-Allah-ü Teâlâ, rûbubiyeti kullara bırakmaktan çok yücedir.

İmam-ı Azam sordu:

-Onları bu işe zorlamış mıdır?.

İmam-ı Cafer-i Sadık şöyle cevap verdi:

-Haşa ki, Allah-u Teâlâ, onları bu işe zorlasın da sonra kendilerine azab etsin.. Allah-u Teâlâ, onları bu işe zorlayıp da sonra kendilerine azap etmekten münezzehtir.

İmam-ı Azam sordu:

-O halde bu iş nasıldır?.

İmam-ı Cafer-i Sadık şöyle cevap verdi:

-İkisinin arası, ikisinin arası… Ne cebir vardır, ne de işi kullara bırakmak.. Ne zorlamak vardır; ne de işi onlara havale etmek..

Bundan dolayı Ehl-i Sünnet der ki: Kulların kendi istekleri ile yaptıkları fiiller, yaratılma ve meydana çıkarılma yönünden Allah-u Teâlâ’nın kudretiyle olmakta; kesb (kazanma) diye isimlendirilen diğer bir cihetten ise kulların kudreti ile olmaktadır. Bundan dolayı kulun hareketi, Hakk Teâlâ’nın kudretine nisbetle yaratılmış; kulun kudretine nisbetle de kesb edilmiş olur. Yani kulun isteği ile olan hareketler, Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile yaratılır, kulun kudreti ile kazanılır.

(Kullardaki bu yaratılmış kudret, fiillerin meydana gelmesi için şekli bir sebeptir. Allah-u Teâlâ’nın âdetine göre, bu irâde ve kudretin dahli olmadan fiil meydana gelmemektedir. Kullar fiillere tercihlerini ve kudretlerini sarf etmelerinin hemen akabinde Allah Subhânehu o fiilleri yaratır. Bu sebeple kulun irâde ve kudreti fiilin meydana gelmesinde merkez olmuş olur.

Kula ait bu kudret, ister fiilin yaratılmasına kısmen tesir etsin isterse de yaratılmasına sebep olsun, o fiil, kulun kudretine hakiki anlamda nisbet edilir yani o işi kul yaptı denir.)

***

Ehl-i sünnet vel-cemaat kadere iman etmiştir. Kader, hayrı, şerri, acısı ve tatlısı ile Sübhan Allah’tandır. Kader, bir şeyi yoktan var etmek, yaratmak demektir ki herşeyi yaratan ancak Allah-u Teâlâ’dır. Bu manada bir âyet-i kerime meali:

«Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Ona ibadet ediniz.» (6/102)

Mu’tezile (veya kaderiye) kazâ ve kaderi inkâr etmiş, kulların fiillerinin sadece kendi kudretleriyle var olduğunu zannetmişlerdir. Derler ki: “Eğer Allah, şerri takdir etmiş olsa, sonra da şer işleyen kulları cezalandırsa, o zaman onlara zulmetmiş olurdu.” Asıl bu söz onların cehaleti ve zulmüdür. Çünkü kazâ (bir işin olması veya olmaması ile ilgili hüküm), kulun tercih ve kudretini iptal etmez. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kazâsı, kulun bir işi kendi isteğiyle yapacağını veya yapmayacağını takdir eder ki, bu durum kulun seçim ve kudretini ortadan kaldırmaz.

Hâsılı kazâ, kulun tercihini gerekli kılar ve o tercihi gerçekleştirir. Yani kazâ, o tercihe zıt değildir ve de kazânın tercihi kaldırdığı/iptal ettiği Allah-u Teâlâ’nın fiilleriyle nefyedilmiştir. Zira Allah-u Teâlâ’nın fiilleri/işleri (bir şeyin olmasını irade etmesi, yaratması veya yok etmesi) kazâ açısından ya zorunlu ya da imkânsızdır. Şöyle ki, Allah-u Teâlâ’nın kazâsı bir işin olması yönünde gerçekleşirse o iş zorunlu olur. Eğer işin olmaması yönünde gerçekleşirse o iş imkânsız olur. Şayet bir işin zorunlu olması (kazâsı) seçimle olmasına aykırı olsaydı bu durumda Allah-u Teâlâ’nın iradesi de söz konusu olmazdı; bu ise küfürdür.

Kazâya inanmak cüz-i irâdenin olmamasını gerektirseydi, Allah-u Teâlâ da, yaratmağa mecbur veya memnû’ olurdu. Çünkü ezelde, bir şeyin var olacağını bilmesi, o işi yaratmaya mecbur olması; olmayacağını bilmesi de yaratmayacağına mecbur olması anlamına gelir ki bu durumda O’nun irâde etmesi söz konusu olmazdı. Bu ise O’nun subûti sıfatlarından olan irade sıfatını inkârdır ki küfürdür.

Allah-u Teâlâ’nın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, onların irâde ve ihtiyâr sâhibi olmalarına mani değildir.

***

Kulun son derece acizliği ile birlikte fiillerini bağımsız kudretiyle icat ettiğine hükmetmek sefihlik ve ahmaklığın son derecesi olduğu çok açıktır. Bu sebeple Mâverâünnehir (Türkistânda, Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki geniş yer) âlimleri, bu meselede onları sert bir dille eleştirmiş; hatta Mecusilerin halini onlardan daha iyi bulmuştur. Çünkü Mecusiler bir ortak koşarken onlar (yaratma hususunda) sayısız ortaklar koşarlar.

Cebriye de zannetmiştir ki; kulun asla bir fiili yoktur; onun hareketleri/yaptığı işler cansız varlıkların hareketi gibidir. Bu bakımdan kulun ne kudreti ne de seçim hakkı vardır. Bu sebeple kullar işlediği hayra karşılık sevap kazanmazlar ve şerle de azap olunmazlar; asiler ve küfür ehli mazurdurlar ve mesul değillerdir. Çünkü fiillerin tamamı Allah-u Teâlâ’dandır. Kul ise bu hususta mecburdur. Bu ise küfürdür. Bunlar, işlediği günahlar kula zarar vermez diyen mel’un mürcie mezhebinin görüşüyle aynıdır.

Nebi “sallallahu aleyhi ve sellem” den şöyle rivayet edildi: “Mürcie yetmiş peygamberin diliyle lânet olundu.”

Mürcie mezhebinin görüşü zaruri olarak batıl ve geçersizdir. Zira tutma fiili insanın kendi iradesiyle gerçekleşirken titreme hareketi iradesi dışında gerçekleşmektedir. Birincisi ihtiyâri olup ikincisi değildir.

Kat’i esaslar dahi bu mezhebi nefyetmektedir. Bu manada, şu âyet-i kerimeler kesin delildir:

“Yaptıkları şeye karşılık olmak üzere… (46/14)

Dileyen iman etsin, dileyen inkâr… (18/29)”

Birçok insan, himmetleri (gayretleri) zayıf ve niyetleri kusurlu olduğundan yaptıklarına mazeret bulmak ve hesaba çekilmekten kurtulmak için cebri görüşü benimserler. Bazen, hakikî manada kulun ihtiyarı yoktur; fiilin ona nisbet edilmesi mecazîdir, derler; bazen de, kulun ihtiyarının çok zayıf olduğuna hükmederler.

Bununla kalmaz; bazı sofiyenin şu kelamına kulak verirler: “Gerçek fail tektir; O’ndan başka fail yoktur. Fiillerde kulun kudretinin tesiri yoktur. Onun hareketi, cemadatın (cansız varlıkların) hareketleri gibidir. Hatta kulun gerek kendisi, gerekse de sıfatları, şu âyet-i kerimedeki mana gibidir:

«Onların işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz, onu su sanır. Oraya vardığı zaman da, bir şey bulamaz. Yanında ALLAH’ı bulmuştur.» (24/39)

Bu gibi sözler, onların sözde, fiillerde tembellik ve gevşekliğini artırır. Bu bahiste, bu kelamın (ayet-i kerimenin) tahkikinde bizim diyeceğimiz ise şudur: İşin hakikatini en iyi bilen ALLAH’tır.

Eğer tercih hakkı kul için söz konusu olmasa idi, Allah-u Teâlâ, zulmü onlara nisbet etmez idi.

Şu da var ki, ellerinde seçim imkânı olmadığı halde kullara Allah-u Teâlâ tarafından azap edilse bile yine de zulüm olmaz. Zira Allah-u Teâlâ, kulların gerçek sahibi ve malikidir. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Fakat zulmü kullara nisbet etmesi, kulların ihtiyarının sabit olduğunu gerektirir/gösterir. Fiillerin kullara ait olduğunu söylemenin mecaz olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Hakîkatler, zarûret olmadıkça mecâz yapılamaz.

Kulun ihtiyarının zayıf olduğu görüşüne gelince… Bu görüşleriyle kulun ihtiyarının ilahi irade karşısında zayıflığını kastetmiş iseler ki, bu doğrudur. Yahut fiillerin meydana gelişinde bağımsız olmadığını kastetmiş olabilirler, bu da doğrudur. Fakat fiillerin meydana gelişinde kulun ihtiyarının tesiri yoktur kastedilirse, işte bu kabul edilemez.

Allah-u Teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emretmiş; insanları zayıf yarattığı için her emrinde kolaylık göstermiştir.

Allah-u Tebareke ve Teâlâ şöyle buyurdu:

“ALLAH, sizden hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” (4/27)

Sübhan ALLAH, Hakîm, Rauf, Rahim’dir. Rahmet, re’fet, hikmetle beraber kulun gücü yetmeyeceğini teklif etmek yakışmaz. Kulun, gücünün yetmeyeceği büyük kayayı kaldırmayı kuluna teklif etmez. Elbette ona kolay olanı teklif eder. Misal olarak, namazı ele alalım. Ki bu: Kıyam, rükû, sücud ve kolaya gelen kıraati müştemildir. Bütün bunlar kolaydır; hem de son derece..

Meselâ, oruç dahi aynı şekilde son derece kolaydır.

Zekât dahi öyle kolaydır. Malın kırkta birinin verilmesini takdir etmiştir. Malın hepsini veya yarısını takdir’ etmemiştir. Ta ki: Kula ağırlık olmaya..

Yine o, re’fetinin kemalindendir ki, aslını yapmak zor olduğu takdirde onun yerine geçen başka bir şey emretmiştir. Şöyle ki: Abdestin yerine teyemmümü geçerli kılmıştır. Ayakta namaz kılmaya güç yetiremeyen için, oturarak namaz kılmak dahi aynı hükme dayanır. Oturduğu yerde namaz kılamayanın dahi yan yatarak kılmasına müsaade edilmiştir. Rükûa ve secdeye güçleri yetmeyenler ise, ima edebilirler.

Bunlardan başka, şer’i hükümlerde daha pek çok kolaylık vardır. Ki bunlar: İbret nazarı ile bakanlara gizli değildir. İbret ve insafla bakıldığı zaman bütün şer’i tekliflerin son derece kolay ve sühuletli olduğu görülür. Yine aynı açıdan bakan, teklif safhalarında; Sübhan Hakkın kullarına kemaliyle rahmetini mütalaa eder. Anlatılan tekliflerin, hafif geldiğini doğrulayan bir mana: Emredilen vazifeler için, avamın daha artırılması için temennisidir. Şöyle ki: Onlardan bazıları, farz orucun daha ziyade olmasını temenni eder. Onlardan bazıları, farz olan namazların daha ziyade olmasını ister. Bu kıyaslar devam ettirilebilir. İşbu temenniler, ancak, ibadetlerin kemaliyle hafif olduğunu gösterir.

Hükümlerin edasında kolaylık bulamamak; ancak nefsanî zulmetlerin varlığından, Sübhan ALLAH’a düşmanlığa saplanan nefs-i emmare hevasından neş’et eden tabiat zorluklarından kaynaklanır.

Anlatılan manalar üzerine, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

“Kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. (42/13)

..O (namaz), huşu ehli müstesna, herkese ağır gelir..” (2/45)”

Şer’i hükümlerin yerine getirilmesinde; zahirî hastalıklar, zorluğa sebep olduğu gibi; batini hastalıklar dahi aynı şekilde zorluğa sebep olur.

Şer-i Şerif, nefs-i emmarenin âdetlerini ve onun boş arzularını iptal için gelmiştir. Zira nefsin arzusu ve şeriata tabi olmak, birbirini nakzeder. Hiç şüphe edilmeye ki; bir zorluk varsa, bu nefsanî hevanın varlığına delil sayılır. Nefsanî hevanın varlığı kadar, zorluk vardır. Eğer nefsanî heva zail olur ise, zorluk da tamamen ortadan kalkar.

Gelelim, ihtiyarın yok olduğu ve zafiyeti hakkında söylenen sofiyenin kelâmına.

Eğer onların kelâmı, şer’i hükümlere uygun değil ise, asla itibarı yoktur. Delil bilinip taklit etmek nasıl uygun olur? Asıl hüccet bilinip uyulmaya uygun olan, âlimlerin sözleridir. Yani: Ehl-i Sünnet’ten olan âlimlerin. Sofiyenin kelâmından, bunların görüşüne uygun düşen olursa, o makbul sayılır; ama onlara muhalif düşenler hiç kabul edilmez.

Bu arada şunu da deriz ki: Halleri istikamet üzere olan sofiye, şeriatı kıl kadar olsa dahi asla aşmazlar; ne hallerde, ne amellerde, ne sözlerde, ne ilimlerde ne de marifetlerde.. Şunu bilirler ki: Şeriata aykırı bir şey, haldeki hastalıktan ve ondaki karışıklıktan meydana gelir. Eğer hal doğru olsaydı; şeriata muhalefet söz konusu olmazdı.

Hülâsa: Şeriata aykırı olan, zındıklığın delili ve ilhadın/sapıklığın alâmetidir.

Bu babda netice söz şudur ki: Sofiyeden, halinin galebesi ile manevi sarhoşluk esnasında keşfine dayanarak şeriata aykırı bir kelâm gelirse, o bu durumda mazur sayılır. Keşif sahih değildir; uyulmaya, taklide uygun düşmez. O gibi sözler, başka bir manaya hamledilmeli ve zahiri anlamından uzaklaştırılmalıdır. Zira manen kendinden geçmişlerin kelâmı, zahirinden alınır; başka (sahih) manaya hamledilir.

***

İşbu makamdan bana müyesser olan bunlardır; Sübhan ALLAH’ın yardımı ve ihsan buyurduğu başarı ile..

ALLAH’a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selâm..

Mektubat-ı Rabbani