Etiket arşivi: Mektubat-ı Rabbani

MÜ’MİNİN KALBİ

Bilesiniz ki, Kalb, Sübhan ALLAH‘ın komşusudur. Onun mukaddes zatına ondan daha yakın bir şey yoktur. İster mü’min olsun; isterse asi olsun ona eziyet etmekten (onu incitmekten) sakınınız. Zira komşu, asi olsa dahi himaye altındadır. Sakınınız, bundan çok sakınınız. Zira küfürden sonra, kalb eziyeti kadar Sübhan ALLAH’a eziyet vermeye (incitmeye) sebep olan bir günah yoktur. Çünkü o, Sübhan ALLAH’a pek çabuk ulaşır.

Halkın tümü, Sübhan Hakk’ın kullarıdır. Kölelerden hangisine olursa olsun vurmak ve ihanet etmek, onun efendisine eziyet vermeyi gerektirir.

Yüce Mevlâ’nın şanını düşünmek gerek. O, Mutlak Malik’tir. Onun halkında ancak emir buyurduğu kadar tasarruf edilir. Bu emredilen miktar, eziyet kısmına dahil değil, yüce ALLAH’ın emrine imtisaldir (yapışmaktır).

Meselâ, bekâr olarak zina eden kimsenin haddi (şer’i şerifte) yüz değnektir. Bu yüzün üstüne bir tane artırılırsa, zulüm olur ve eziyete dahildir.

Bilesiniz ki kalb, mahlukatın en faziletlisi ve en şereflisidir. Nasıl ki insan, âlem-i kebirin (büyük âlemin) hülasası ve onda olan her şeyi kendisinde toplaması (cem’iyyeti) sebebi ile mahlukatın en faziletlisi ise, insanda olan her şeyin kendinde toplanmış olması sebebi ile kalb de aynı şekildedir. Onda üstün manada cem’iyyet ve hülasa olma vardır. Zira bir şeyin hülasa olma durumu ne kadar çok ve cem’iyyeti de ne kadar fazla olursa yüce ALLAH’ın zatına yakınlığı o kadar çok olur.  

İnsanda bulunan şeyler, ya halk âlemindendir, yahut emir âleminden… Kalbe gelince, bu iki âlem arasında berzahtır / vasıtadır.

Yükseliş mertebelerinde insan latifeleri, asıllarına doğru/kadar yükselir. Meselâ, önce suya yükselir; sonra havaya, sonra ateşe, sonra letaifin asıllarına, sonra kendisinin terbiyesine gelen cüz’i isme… Daha sonra da, onun küllisine… Daha sonra da ALLAH’ın dilediği yere kadar yükselir.

Kalb ise böyle değildir. Zira onun yükseleceği bir aslı yoktur. Bilakis yükselişi, kendisinden Zat-ı Teâlâ’yadır. Sonra kalb, gayb hüviyetinin kapısıdır. Ne var ki, anlatılan tafsil olmadan (açıklanan mertebelere uğramaksızın) yalnız kalb yolundan vuslat çok zordur. Ancak o tafsili itmam ettikten (tamamladıktan) sonra, vuslat müyesser olur.

Görmez misin ki, onda bulunan bu cem’iyet ve vüs’at (genişlik), anlatılan tafsilli mertebeleri aştıktan sonra olmaktadır.

Buradaki kalbden maksat da, geniş manası ile ve câmi olan kalbdir. Bilinen et parçası değildir.

Mektubat-ı Rabbani

DÜNYA HAYATI

Hakk Sübhânehü ve Teâlâ, bu alçak dünyanın içyüzünü ve onun aşağı olan süsleri ve yaldızlarının çirkinliğini basiret nazarı ile görmeyi nasip eylesin. Âhiretin güzelliği ve hoşluğu; cennetlerin ve nehirlerinin tazeliği ile gönlümüzü aydınlatsın!

Hepsinden daha tatlı olan Âlemlerin Rabbine kavuşmayı ve cemâlini görme nimetini (basiret gözümüzde) yüceltsin ve gönlümüze yerleştirsin; Resullerin Efendisi “Ona ve âline salâtların en faziletlisi, selâmların ekmeli” hürmetine… Taa ki, çabucak biten şu çirkin dünyaya karşı buğz ve ona karşı isteksizlik hâsıl olsun! Ve böylece Yüce Mevlâ’nın rıza mahalli olan bekâ âlemini özleme ve ona yönelme mümkün olabilsin!

Bu düşük dünyanın çirkinliği açığa çıkmadıkça, onun esaretinden kurtulmak mümkün olmaz. Bu kurtuluş olmadan da, âhiret necatı çok zordur.

“Dünya sevgisi, bütün hataların başıdır” hükmü/hadisi kesin bir kaidedir.

Zararları defetmek zıtlarıyla mümkün olduğundan, bu düşük dünya sevgisinden kurtulmanın ilacı da, âhiret işlerine rağbet etmeye, parlak şeriatın hükümlerine uygun amelleri işlemeye bağlıdır.

Hakk Sübhânehü ve Teâlâ, dünya hayatının beş şeyden ibaret olduğunu: “İyi bilin ki dünya hayâtı la’bdır (oyundur) ve lehvdir (eğlencedir) ve zînettir (süslenmektir) ve tefâhurdur (övünmektir) ve mallarda ve evlâdda çoğalma (tutkusu ve yarışı)dır (57/20)” ayet-i kerimesi ile bildirdi.

İnsan sâlih amellerle meşgul olmaya başlayınca, dünya hayatının en büyük iki cüzü olan eğlence ve oyun çaresiz eksilmeye başlar. İpek giyinmekten, altın ve gümüş kullanmaktan -ki bunlar süslenme arzusu ile yaşayanlarda gayedir- sakınınca ikinci cüzü olan süslenmek te kaybolmaya başlar. Allah-u Teâlâ katında keremli ve faziletli olmanın -haseb ve nesebe değil- verâ ve takvaya bağlı olduğuna inancı yakîn olunca, kesinlikle böbürlenmekten sakınır. Mallar ve evlatların, Hakk Sübhânehû’nun zikrine ve O’nun mukaddes canibine yönelmeye mani olduğunu bilince de, çaresiz, onlarla övünmeyi de geri bırakır; fazla olanları kusur kabul eder.

***   ***   ***

Sakın kendisine buğz edilmiş olan bu alçak dünya ile aldanıp sevinenlerden olmayasın ve Yüce Sultan Mukaddes Hakka ikbal/yönelme sermayesini yitirmeyesin!

İyi düşünmek lazımdır: (Öyle yapmakla) Ne alınıp, ne satılıyor?

Âhireti dünya ile değiştirmek, halk ile beraber olmayı talep ederek Hakk’tan uzaklaşmak sefahetten ve cehaletten ileri gelir.

Dünya ile âhireti birarada tutmak ise iki zıt şeyi biraraya getirmeye benzer (ki mümkün değildir).

(O halde) Bu iki zıttan hangisini istersen onu tercih et!

Hangisine istersen, nefsini ona sat!

(Ama unutma:)

Âhiretin azabı ebedîdir…

Dünyanın metaı (menfaati) ise azdır.

Dünya, Hakk katında buğz ve lanet olunmuştur.

Âhiret ise Allah-u Teâlâ’nın razı olduğu bir nimettir.

Bir şiir:

İstediğin gibi yaşa, ölümü tadacaksın;
Dilediğine yapış, sonunda ayrılacaksın.

***

Şunu da bilesin;

Dünya ehli ile (kalbi dünyaya dönük kimselerle) sohbet ve onlarla kaynaşmak öldürücü zehirdir. (Sonsuz ziyan ve felakete sürükler.) Bu zehrin öldürdüğü kimse ise ebedi bir ölüm ile ölmüş olur.

Akıllı olana bir işaret yeter…

***

Onlarla sohbet etmek ve onların yemeklerini yemek, kalbi perdeler; kelimelerden ve sözlerden etkilenmez hale getirir. 

Bu derece mübalağa ve ısrar da öyle kimselerin yemeği ve sohbetinin, kalbin nasihatlerden istifade etmesine,  manevi sohbetleri anlamasına mani olduğunun bilinmesi içindir.

Muvaffak kılan ancak Sübhan ALLAH’tır 

Yüce Rabbimiz, bize ve size razı olmadığı şeylerden necat ihsan eylesin; zeyğ-ı basardan mutahhar (gözün maddeye kaymasından yana pak ve temiz) olan Beşerin Efendisi hürmetine… Ona ve âline salâtların en faziletlisi.. Selâmların ekmeli..

Mektubât-ı Rabbanî

 ŞÜKÜR-ELHAMDÜLİLLAH

Bütün hamdler üzerimize nimetlerini yağdırıp bizi İslâm’a eriştiren ve bizi Seyyidü’l-enam Muhammed Mustafa ‘sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden kılan ALLAH’a mahsustur.

Bilinmesi lâzım gelir ki:

Hakk Sübhanehu ve Teâlâ Hazretleri mutlak ihsan edicidir.

Eğer bir varlık varsa, O’nun yüce mukaddes Zat’ından hibe edilmiştir. Eğer bir beka (nimette devamlılık) varsa, O’nun yüce Sultan Hazreti’nden bir ihsandır. Eğer kâmil bir sıfat ise (ihsan edilen), O’nun şümullü rahmetindendir.

Hayat, ilim, kudret, basar (görmek), semi (duymak), nutk (konuşmak)…  bütün bunlar O’nun şanı büyük Hazret’inden bağış yollu gelmektedir.

Hadde ve hesaba gelmeyen çeşit çeşit nimetler ve ikramların hepsi, O’nun yüce mukaddes Zat’ından ihsan yollu gelmiştir.

O Allah-u Teala, zorluğu ve şiddeti izale eder.

Dualara icabet edip belâları def eder.

Rezzak’tır; günahları sebebi ile kullarının rızıklarına mani olmaması, kâmil şefkatindendir.

Settar’dır, ayıpları dolayısı ile onları rüsvay etmez. Seyyiat irtikâpları dolayısı ile kulların hürmet perdelerini açmaması affının ve vazgeçmesinin bolluğundandır.

Halimdir, onları muaheze edip ceza vermekte acele etmez.

Kerimdir, kereminin şümulü, dostlara ve düşman-lara ulaşmaktan geri kalmaz.

Bütün bu nimetlerinin en üstünü, en büyüğü, en azizi, en ikramlısı İslâm’a davet ve dar-ı selâma hidayettir; Seyyidü’l-enam Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimize mutabaattır… Ona ve âline salât ve selâm…

Çünkü ebedi hayat, sonsuz nimetlere ermek üstte anlatılanlara bağlıdır. Yüce Sübhan Mevlâ’nın rızası dahi buna bağlıdır.

Hulâsa, o yüce Zat’ın nimeti, ikramı, ihsanı; güneş-ten daha zahir, aydan daha parlak, günden daha açıktır.

O yüce Zat’tan başkalarının nimeti O’nun kudret vermesi ve imkân vermesi iledir. Başkalarından ihsan talebi dahi, emanetçiden emanet istemek, fakirden dilenmek gibidir.

Cahil dahi âlim gibi bu manayı ikrar eder. Aklı kıt olan dahi zeki gibi bu işi itiraf eder.

Bir şiir:

Tenimin kıl biten her yerinde bir dilim olsa;
Güçsüzüm şükr için binde bir nimetine…

***

Şüphesiz bedihi (hakikati açıkça gören) akıl, in’am edene şükretmenin vacip olduğuna; ona tazim ve hürmet etmenin lüzumuna hükmedicidir. Böylece, Mün’im-i Hakiki olan yüce Sübhan Hakka şükür aklın açık bedaheti ile vacip oldu. Ona tekrim ve tazim dahi lüzumlu görüldü.

Hakk Sübhanehu ve Teâlâ son derece münezzeh ve mukaddes olup, kullar ise son derece kirlenmiş ve bulanık olduklarından aradaki münasabetin dahi hiçbir şekilde olamayışından ötürü; o yüce Zat’a yapılacak tazimin ve tekrimin ne şekilde ve hangi keyfiyet üzere yapılacağını bulmak ve bilmek zorlaşmıştır.

Çünkü kullar çoğunlukla, bazı işleri Mukaddes Teâlâ canibine söylemeyi güzel görürler, o şey Allah indinde çirkin olur; bir şeyi tazim zannederler yergi olur.

Bir şeyi büyük olarak hayal ederler; amma o şey küçük olur. Başka bir şeyi keremli bilirler; o şey de hakirdir.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca; yüce Hakkın tazim ve tekrimi, mukaddes Zat canibinden öğrenilmemişse; onunla kulluk ve şükür yapmak dahi kâbil olmaz.

Zira kulların kendilerinden sudur eden hamd, çok kere hicv olacağı gibi; övmeleri dahi ayıplama olur.

O’nun Zat-i Sübhanisinden gelen ilim  yollu yapılan tazim, tevkir, tekrim; bizim hak Din’imizin ta kendisi-dir. Onun üzerinden sadır olduğu zata salât, selâm ve tahiyyet…

Eğer kalben yapılacak bir tazim ise, şer’i ölçülerde beyan edilmiştir.

Dille yapılacak bir sena ise, bu dahi orada delille gösterilmiştir.

Duyguların yapacağı ameller, fiiller ise, Din’in sahibi Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz tarafından açıklanmıştır. Hem de tafsilatı ile…

Üstte anlatılan manaya göre, yüce Hakka şükür; kalb, beden, itikad olarak şer’i hükümlerin yerine getirilmesine tahsis edilmiştir. Hangi tazim ve hangi ibadet ki, şer’i şerifin dışında yapılır, ona güvenmek kabil olmaz. Hatta çok kere, zıtları tahsil durumu ortaya çıkar. Hasene olduğu tevehhüm edilen, hakikatta seyyie olur.

Anlatılan beyan mülahaza edilince anlaşılacaktır ki, Din’i ölçülere göre amel etmek, aklen vacip ol-muştur. Mün’im Teala’nın şükrünü eda etmek dahi, şer’i hükümleri yerine getirmek dışında güçtür.

***

Şer’i ölçüler iki kısma ayrılır: İtikad-inanç kısmı, amel kısmı.

İtikada bağlı olanlar dinin esasını, kök ve gövdesini teşkil eder, amele bağlı olanlar ise dinin dalları ve yaprakları gibidir.

İtikadı yitiren, necat ehli olamaz; ahiret azabından halâsı da onun için tasavvur edilemez.

Ameli yitiren ise, durumu Sübhan Hakkın iradesine kalmıştır. Dilerse af eder; dilerse günahı kadar azab eder.

Cehennemde ebedi kalmak, itikadı yitiren, dinin zaruri (kesin) hükümlerini inkâr eden içindir.

Ameli yapmayan, her ne kadar azaba uğrayacak ise de cehennemde ebedi kalmak, onun hakkında yoktur.

***

Kur’an-ı Mecid, şer’i hükümlerin bütününü cem ettiği gibi evvelki bütün şeriatları da cem etmek-tedir. Şu kadar var ki, bu şer’i hükümlerin bazısı nassın -ayet ve hadisin- ibaresiyle anlaşılır, bazısı nassın işaretiyle, bazısı nassın delaletiyle, bazısı da nassın gerektirmesiyle anlaşılır. Lügat ehli olan avam ve havas bu manaları anlamada eşittir.

Hükümlerin bazısı ise ancak içtihat ve istinbat (gizli ve derin manaları açığa çıkarmak) yolu ile anlaşı-labilir. Bu anlayış, müçtehit imamlara mahsustur. (Açık ve net hüküm bildirilmeyen her meselede çözüm içtihat ile olduğu için…) Bu müçtehidin Efendimiz ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ olması veya onun güzide ashabı olması ya da onun ümmetinin diğer müçtehitleri olması durumu değiştirmez; cumhurun görüşü/kavli budur.

Ancak şunu söylemek gerekir ki, Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  zamanındaki içtihadî hükümler, vahiy gelmeye devam ettiği için hata ile doğru arasında tereddütlü değildi. Bilakis vahyin kesin hükmü ile doğrunun isabetli görüşü hatalının yanlış görüşünden ayrılır; hakkın batıl ile karışması söz konusu olmazdı. Zira Resulullah Efendimizin hata üzere karar kılması ve sabit olmazı caiz/ mümkün değildir. Fakat vahiy kesildikten sonra müçtehidin hüküm çıkarmasıyla elde edilen hükümler böyle değildir. Çünkü onların hatalı veya doğru olmalarında bir tereddüt bulunabilir. Bu sebeple, vahiy zamanında karar altına alınan içtihada dayalı hükümler itikad ve amel etmeyi gerektiren kesin hükümlerdir. Vahiy zamanından sonraki içtihada dayalı hükümler ise amel etmeyi gerekli kılar ancak zannı mucip olduğu için inkâr edilmeleri (kesin hükümler gibi) küfür değil bid’attır/günahtır.

Kur’an-ı Kerîm’deki hükümlerin üçüncü kısmı ise beşer takatinin idrakten aciz olduğu hükümler-dir. Hükümleri inzal eden Zat’tan bir bildirme hâsıl olmadıkça, o hükümleri anlamak tasavvur edile-mez. Bu bildirmenin hâsıl olması Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimize mahsustur. Bu, ondan başkasına hâsıl olmaz. Bu hükümler her ne kadar Kitap’tan alınmışsa da onları açığa çıkaran/ açıklayan Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz olduğu için tabii olarak bu hükümler sünnete dayandırılmıştır; kıyas yoluyla ortaya çıkan içtihadî hükümlerin kıyasa nisbet edilmesi gibi… Aralarında çok büyük farklar olmakla beraber sünnet ve içtihadın her ikisi de hükmü ortaya çıkarmaktadır. Zira biri içtihada dayanmakta, diğeri ise Hakk Sübhânehu’nun bildirmesiyle teyit edilmektedir. Bu son kısımda (sünnette) asla (Kitab’a) çok benzeyiş vardır ve onun hükümlerini ispat eder gibidir. Her ne kadar bütün hükümleri ispat eden/ortaya koyan aziz kitabımız Kur’an-ı Kerim ise de, üstteki mana ondan uzak değildir.

***

Şer’i hükümlerin isbatında muteber olan Kitap-Sünnettir. Müçtehidlerin kıyası ve ümmetin icmaı dahi hükümlerin isbatında geçerlidir. Bu dört delil-den başkası hiçbir şekilde, hükümlerin isbatına yararlı değildir. Ne ilham haramı ve helali isbat edebilir ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti. Velâyet-i hassa erbabı (hususi veliler) dahi müçtehitlere uymakta avam mü’minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham başkaları üzerine bu manada onlara bir ayrıcalık getirmeyeceği gibi onları (müçtehitlere) uymak bağından da kurtarmaz. Bu manada Zunnun-u Mısri, Beyazid-i Bestami, Cüneyd-i Bağdadi, Şibli; avam mü’minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Halid ile içtihada dayalı hükümlerde müçtehitlere uyma şanında aynı durumdadırlar.

Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır ama başka manadadır. Zira bu zatlar, keşif ve müşahede erbabıdır. Aynı zamanda tecelli ve zuhurat erbabıdırlar. Mahbub-u Hakiki’nin muhabbet istilası ile yüce Sultan’ın gayrını bırakmışlardır. Gayri görüp gayriyet idrak etmekten de azad olmuşlar, kurtulmuşlardır. Eğer onlar için hasıl olan bir şey var ise o da Sübhan ALLAH’tır. Eğer vasıl olmuşlarsa, yine o yüce Zat’a vasıl olmuşlardır.

Onlar âlemdedirler amma âlemin kendisi ile olmazlar; nefisleri ile olurken de yine nefisleri ile değildirler.

Eğer yaşarlarsa O’nun için yaşarlar; ölürlerse yine O’nun için ölürler.

İlham o büyükleredir; keşif, onlar içindir.

Bir müçtehid, kendi görüşüne ve içtihadına nasıl tabi ise bunlar dahi (içtihada dayalı olan itikadî ve fıkhı hükümlerde değil)  marifette ve vecdlerde kendi ilhamlarına ve ferasetlerine tabi olmaktadırlar.

***

Keşfe dayalı bir hata; içtihad işinde yapılan hata hükmündedir; kusur sayılmaz. Belki, hata edene de, bir derece sevap verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müçtehitlere uyanlara, onları taklit edenlere, mezheplerinde bulunanlara da hatalı işlerde sevap verilir. Ama keşif ehlinin mukallidi (taklit edeni) böyle değildir. Böyleleri, mazur sayılmazlar. Hatta hatalı takdir sonunda (şer’i şerifin itikad ve fıkha dair muhkem, sabit hükümlerine aykırı ilham ve keşflerde) sevap derecesine nail olmaktan mahrum olurlar.. Şundan ki: İlham ve keşfin hemen hepsi bir başkası için hüccet/delil değildir. Ama müçtehidin kavli, beyanı, içtihadı bir başkası için hüccettir, delildir. Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri, bilgi-lerini, Hazreti Peygamber ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  den almıştır. Bu bilgiler, vahiy ile gelmiş olup sapasağ-lamdır. 

Üstte anlatılan mana icabı olarak, keşfe ve ilhama hata ihtimali takdir edildiği zaman, uymak caiz değildir. Ama müçtehidin içtihadında hata ihtimali olsa dahi caizdir; hatta vaciptir.

***

Din, Kur’an ve hadisle tamamen kâmil olduğuna göre; bu kemalden sonra, (içtihad ve) ilhama ne hacet? Kalan ne gibi bir noksan vardır ki (içtihad ve) ilham ile tamamlansın, sorusuna şu cevabı veririm: (İçtihad ve) ilham, Din’in gizli olan hüküm-lerini ve kemalâtını izhar eylemek, açıklamaktır. Yoksa Din’e fazladan yeni hüküm ve kemalâtlar ilave etmez. Nasıl ki içtihad, (itikadî ve fıkhî) hüküm-leri açıklar ise ilham dahi (marifet ve vecdlerle ilgili) gizli  kemalâtları açığa çıkarır. 

***

Hâce Ubeydullah-i Ahrâr ‘Kuddise Sirruhu’ buyurdu ki: Bütün haller ve vecdler bize verilse de, hakikati-miz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadıyla süslenmiş ve bezenmiş olmasa, o halleri ziyandan başka bir şey kabul etmeyiz. Şayet bizde hata ve kusurlar toplansa, fakat hakikatimiz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzere istikametli olsa, o hatalarda bir beis görmeyiz.

***

Akıllı olan kimselere ilk farz olan, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne göre itikadı düzeltmektir. Zira onlar, fırka-i naciyedir. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin..

İtikad anlatılan manada tashih edilmeli ki, uhrevi felah, ebedi necat tasavvur edile…

Kötü itikad ki, ehl-i sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir durumundadır ve ebedi ölüme, sonsuz azaba götürür.

Amelde müdahane ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.

Akla, nakle, keşfe dayalı deliller, bu mananın şahididir. Bunun değişmesine asla ihtimal yoktur. Sırat-ı müstakim olan bu yoldan (o büyüklerin yolundan), bir şahsın hardal miktarı kaydığı bilinse, itikad edilmeli ki: Onun sohbeti öldürücü zehirdir.

Mektubat-ı Rabbâni

HURMA

Hatem’ür-risalet “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: “Sizden biriniz iftar ettiği vakit, hurma ile iftar etsin; zira o berekettir.”

Hurmanın bereket oluşu, onun ağacı olan Nahle, câmiiyyet (cem edici) vasfı ve mu’tedil sıfatlar üzere yaratılmış olmasındandır; tıpkı insan gibi… Bu sebeple, Nebi “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, hurma ağacına, “Âdemoğlunun ammesi” (amcası veya halası) ismini verdi. Buyurdu ki: “Ammeniz olan hurma ağacına kerem ediniz. Zira o, Âdem’in çamurunun bakiyesinden (arta kalanından) yaratıldı.”

Nahle ağacının meyvesi olan hurma ile iftar eden, kendisinden (ve kendisi gibi çok çeşitleri câmi) bir parça ile iftar etmiş, hurmanın câmiyyet hakikati de iftar edenin hakikatinden bir cüz/parça olmuş olur. Onu yiyen, câmiyyet vasfı olan hurmanın hakikatına derc’edilmiş olan gayri mütenahi kemâlatı cem etmiş olur.

Anlatılan mana, onun diğer zamanlarda yenmesi ile hâsıl olur ise de; iftar vaktinde, fani lezzetler ve mani şehvetlerden yana boş olunduğu için tesiri daha ziyade, bu mananın zuhuru daha tam ve kâmil olur.

Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin, «İnsanın hurma ile sahur yapması ne güzeldir» buyurmasındaki mana ise hurmanın, sadece gıda yönü ile değil yiyen kişinin hakikatini de tamamlayıcı olması yönüyle olup ne zaman ki bu faide iftar vaktinde ele geçmezse; telafisi için hurma ile sahur yapmaya teşvik içindir.

Hurmanın yenmesindeki bir başka faide de, diğer bütün gıdaların (özünün) onun özünde bulunması ve bu camiiyyeti itibarı ile bereketinin taa iftar vaktine kadar devam etmesidir.

Bu mezkür gıdanın (zahiri) faidesi, ancak, şer’î (helal ve doğal) yoldan temin edilip ve şer’î sınırlar kıl kadar aşılmazsa hâsıl olur.

Aynı şekilde bu faidenin hakikati, yiyen kimsenin sureti aşıp manaya ve hakikata ulaşması, zahirden geçip batınla mutmain olması ile müyesser olur. Durum böyle olunca, yenen şeyin zahiri o kimsenin zahirine yardımcı; batını ise yiyen kimsenin batınını kemale erdirici olur. Aksi halde onun faidesi zahiri yardımla sınırlı (kısıtlı) kalır. Yiyen dahi aynı kısıklık (hakikattan mahrumiyet) içinde (kusurun ta ortasında) kalır.

Bir şiir:

Gayret et, cevher yapmaya yediğini,
Sonra ye, dilediğini…

İftarı acele yapmak, sahuru tehir etmekteki incelik de, gıdanın, yiyeni (zahir ve batın) tekmil etmesi içindir.

Ve’s-selâm.

Mektubat-ı Rabbani

“ÖLÜDÜRLER”

“O’nun misli gibi bir şey yoktur!
O, Semî’(
işiten)dir, Basîr’(gören)dir.”(42/11)

Bu mübarek cümlenin/ayet-i kerimenin başı; zahir olan mana gibi, sırf tenzihin (O ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ’nın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve müberra olduğunun) isbatıdır. O, Semî’(hakkıyla işiten)dir, Basîr’(kemaliyle gören)dir.» (42/11) kısmı ise, tenzihi tamamlayıp tekmil etmektedir. Bunun daha açık beyanı şöyledir: Yaratılmışlar için işitme ve görme durumunu (işiten ve gören olduklarını) kabul etmekle mahlûk ile Hâlık arasında az da olsa bir benzeyiş olduğunu vehmettirdiği için ALLAH Sübhanehû bu vehmin defi için, görmeyi ve işitmeyi onlardan nefyetmektedir. Kısaca şu mana anlatılmak istenir: Semî’(işiten), Basîr’(gören) yanlızca O ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ’dır.

Bu mananın yanlış anlaşılmaması için biraz daha açalım:

Mahlûklarda yaratılmış olan göz ve kulağın görme ve işitmede bir dahli/tesiri yoktur. Hakk Sübhanehû, kulağı ve gözü yarattığı gibi, işitme ve görme gücünü yarattıktan sonra işitme ve görmeyi de yaratmaktadır, adet olduğu üzre. (Allahü teâlânın âdeti söyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te’sîrler gelince işitmeyi ve görmeyi yaratmakdadır.)  Bunda mahlûk sıfatların (mahlûkların) hiç bir tesiri yoktur. Bu sıfatların bir tesiri olduğunu söylesek bile o tesir de mahlûktur, yaratılmıştır.

O halde, mahlûkların kendileri sırf cemâd (cansız, donuk, katı, te’sirsiz) olduğu gibi sıfatları da sırf cemâddır.

Üstte anlatılan manaya bir misalle yol verelim:

Allah-ü Teâlâ Kâdir sıfatı ile taşta bir konuşma yarattığı zaman: “Hakikaten taş konuşandır. Onda konuşma vasfı vardır.” denemez.

Hülâsa olarak, mana bu merkezdedir.

Taş cemâd (cansız) olduğu gibi ‘anlatılan sıfatın onda varlığı farz edilse dahi’ ondaki sıfat da kendisi gibi cemâddır. Onun, asla harf ve ses çıkarmakta bir dahli yoktur. İşte, bütün sıfatlar, üstte anlatılan kabilden olup öyle kıyaslanabilir.

Bu babda asıl anlatılmak istenen gaye şudur: Bu iki sıfat; diğerlerine nazaran, daha fazla zuhur ettiğinden/belirgin olduğundan, Allah-ü Teâlâ, mahlûkattan reddetme konusunda bu ikisini özellikle seçmiştir. Diğer sıfatların nefyi, bunlara kıyasla daha uygundur.

ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ, mahlûkta, önce ilim sıfatını yarattı; sonra onun maluma teveccühünü (bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye ilgisi ve yönelişini) yarattı. Daha sonra o sıfat ile bu mahlûk arasındaki bağlantıyı/ilişkiyi yarattı. Sonra da bu bilinen şeyin ona inkişafını/açılmasını ve onun tarafından bilinmesini yarattı.

İlim sıfatını yaratmasının ardından, âdetullah gereği, mahlûkta inkişafı yaratmaktadır. Bunula bilindi ki, anlatılan inkişafta, ilmin bir dahli yoktur.

Aynı şekilde, Allah-ü Teâlâ, mahlukta önce işitme sıfatını yarattı. Sonra dinlemeyi ve işitilen şeye teveccühü/yönelmeyi yarattı. Sonra, işitmenin kendisini yarattı. Daha sonra, işitilen şeyin idrâkini yarattı.

Görme durumu da aynı. Önce görme sıfatını yarattı. Sonra, göz bebeğinin hareketini/dönüşünü ve görülecek şeye teveccühünü yarattı. Daha sonra o şeyin görülmesini ve ardından da görülen şeyin idrakini yarattı.

Anlatılan kıyas, sair sıfatlarda dahi caridir/aynı şekilde akmaktadır.

İşiten ve gören ancak o; işitmesinin ve görmesinin başlangıç noktası bu iki sıfat olandır. Böyle olmayan, ne işiten ve ne de görendir.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki: Mahlûkların sıfatları da, kendileri gibi, cemadat nev’indendir. Kelâmın/Âyetin sonundan maksat, mahlûkatın sıfatları bulunmadığını kesin olarak belirtmektir. Yoksa kastedilen “onlara ait bir takım sıfatların olduğu ve bu sıfatların da Hakk Sübhanehû için sabit olduğu” şeklinde bir mana değildir ki, tenzih ve teşbih arası cem edilmiş olsun. Aksine âyetin tümü tenzihi ispat etmekte ve kulların Hakk Sübhanehû’ya benzemesini (teşbihi) kesin olarak reddetmektedir.

Evvelki ilim, yani mahlûklardaki sıfatları Subhan Hakka ait, mahlûkatın zâtlarını da sırf cemâd bilmek; yaratılmışları ise içinden su çıkan oluk gibi görmek, “velâyet” (velilik) makamına uygun bilgilerdendir. İkinci ilim ise yani mahlûkatın sıfatlarını da cemâd bilmek ve tamamını ölü itikad etmek ise “şehadet” makamına uygun bilgilerdendir. Ayet-i Kerime’de buyurulduğu gibi: “Muhakkak ki sen ölüsün ve muhakkak ki onlar da ölülerdir!.”(39/30) buradan iki makam arsındaki fark da anlaşılmış oluyor. Az çoğa delalet eder, damla deryadan haber verir.

“Senenin bolluğu, baharından belli olur.”

Nitekim, bu yüksek makama çıkanlar; mahlukattaki fiilleri, ölü ve cemadattaki gibi görmektedirler. Hal böyle iken, o mahlukların fiillerini Subhan Hakka bağlamazlar. “Bu fiillerin faili Allah’tır.” demezler. Allah-u Teâlâ, böyle bir bağlantı kurulmaktan yana pek yücedir. Bu manayı, aşağıdaki misallerle biraz daha açalım. Şöyle ki: Bir şahıs, bir taşı hareket ettirdiği zaman, hiç bir şekilde: “Bu şahıs hareket etti.” denmez. O şahıs, ancak hareketi meydana getirdi. Asıl hareket eden taştır. Aynı şekilde, o taş cansız cemadat cinsinden olduğu gibi, onda görülen hareket dahi öyledir. Yani: Sırf cansız cemadat çeşidi bir hareket… Farz-ı misâl bu hareketle bir kimse ölse; “Onu taş öldürdü” denmez. Bilakis şöyle denir: “Onu, taşı hareket ettirmiş olan öldürdü.”

Şeriat âlimlerinin görüşü de, bu ikinci manada anlatılan ilme uygundur.

Allah-u Teâlâ, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Onlar, şöyle derler: “Kullarda görülen işler, her ne kadar onların istek ve iradeleriyle meydana gelse de, aslında Subhan Hakkın yarattığı san’atıdır. Fiillerin yaratılmasında (işlerin meydana gelmesinde) onların bir dahli yoktur. Onların işleri/fiilleri, yapılan amelin meydana gelişinde bir tesir ve dahli olmaksızın; bazı hareketlerden ibarettir.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Bu durumda fiilleri sevap ve ikaba sebep yapmak akla yakın bir şey olmaz. Bu, bir taşı bir iş ile mükellef tutmak, yaptığı işten dolayı taşı övmek veya kınamak gibidir.”

Cevaben deriz ki: Taş ile mükellef kişiler arasında fark vardır. Mükellef olmanın sebebi, güç ve iradedir. Taşta ise ne güç vardır ne de irade. Mükellefler böyle değildir. Zira onlarda irade vardır. Fakat onların iradesi de Hakk Sübhanehû’nun mahlûku olup muradın hâsıl olmasında (istenilen şeyin meydana gelmesinde) tesiri bulunmamaktadır. Dolayısı ile bu irade de ölü gibidir. Ancak iradenin şu kadar rolü var ki, irade edilen şey, âdetullah gereği, o iradenin oluşmasından sonra yaratılır.

Eğer, “Mahlûkun kudretinin, o işin yapılmasında az da olsa rolü vardır; Maveraünnehir âlimleri de bu yola gitmişlerdir” denilirse, bu etki ve tesir de mahlûktur, yaratılmıştır. Tıpkı o kudretin kendisi mahluk olduğu gibi… Çünkü kudretin tesirinde mahlûkun asla bir seçme hakkı yoktur. Bunun için, o kudretin tesiri dahi cemadat mesabesindedir.

Bu mevzuu, şöyle bir misalle kapatalım: Bir şahıs, birinin hareket ettirmesi ile yukarıdan aşağı bir taşın indiğini ve bir hayvanı (canlıyı) öldürdüğünü gördüğü zaman, o taşı cemâd bildiği gibi onun hareketini de cemâd olarak bilir.  O düşme fiili ile oluşan ölümü de cemâd olarak bilir.

Hülâsa: (Mahlukata ait) zatlar, sıfatlar, fiiller sırf cemadattır; sırf ölüdürler.

Hayy ve Kayyum olan,  Semî’ ve Basîr’ olan; Âlim ve Habir olan yanlızca O ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ’dır. 

«Hayyul Kayyum.» (2/255) âyet-i kerimesinde anlatılan sıfatın sahibi O’dur. “Semî’ ve Basîr’dir.» (42/11) mealine gelen âyet-i kerimesi ile anlatılan, yine O’dur.. «Âlim ve Habir’dir.» (66/3) mealindeki âyet-i kerime ile anlatılan yine O’dur. «Dilediğini yapar.» (85/16) mealindeki âyet-i kerime ile beyan edilen Yüce Zat yine O’dur. Ve şu mealdeki mübarek âyet, O’nun şanında ne kadar güzeldir: «Anlat, söyle: Rabbimin kelimeleri için denizler mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden denizler tükenir; isterse bir misli daha yardıma gelsin..» (18/109)

Mektubât-ı Rabbanî

ŞEFAAT

Üstad ve şeyh, (zahir ve batın) şer’i hükümleri öğretmek; bereketleri ile itikad ve amele dair işlerde suhulet ve kolaylık hâsıl olması içindir. Yoksa, müridler, dilediğini yapacak, canının istediğini yiyecek; sonra şeyh onlara cehenneme karşı perde olup kendilerini azaptan koruyacak için değildir. Böyle bir şey, sırf/boş temenniden ibarettir.

Orada ancak, Allah’ın izni ile bir kimse şefaat edebilir. Bir kimse ki, Rabbinin razı olduğu kimselerden değil ise; hiç kimse onun hakkında şefaat edemez.

Rızaya nail olan o kimsedir ki, Şer’i hükümlere göre amel eder… Bu arada kendisinden beşeriyet gereğince bir hata/günah sudur eder ise, onun şefaatle tamamlanması/kurtulması mümkün olur.

Burada, şöyle bir şey sorulabilir: Günahkâr bir kimseye, razı olunmuş demek hangi itibarla mümkün olabilir?

Bunun için şu cevabı veririm: Sübhan HakK, bir kimsenin bağışlanmasını murad eder ise, onun affı için bir vesile meydana çıkarır. Böyle bir kimse, hakikatte razı olunmuştur; her ne kadar zahirde günahkâr ise de…

Mektubat-ı Rabbani

ÂLEMLER HAYAL MİDİR
AYNA MIDIR

Mektubunuzda sormuşsunuz ki: “Âlimler şöyle dediler: Hakk Sübhanehû ve Teâlâ âleme ne dâhildir (âlemin ne içindedir), ne hariçtir (ne dışındadır); ne âleme bitişiktir, ne de ayrıdır. Bu bahsin tahkiki / açıklaması nedir?

Bunun cevabı şudur: İçinde, dışında olmak; bitişik ve ayrı olmak gibi mefhumlar var olan iki şey arasında söz konusu olur. Zira iki varlıktan biri diğer varlığa göre bu hallerden uzak kalamaz. Hâlbuki sualimizle ilgili bahiste iki mevcut yoktur ki bu haller tasavvur edilsin / söz konusu olsun. Çünkü Allah-u Teâlâ vardır ve O’ndan gayrı olan şu âlem vehim ve hayaldir. Sübhan Hakkın yaratması ve sanatıyla âlem için, vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmayacak derecede sabitlik ve sağlamlık hâsıl olmuş; ebedî azabın ve nimetin muamelesi dahi ona bağlanmıştır. Ne var ki âlemin sabitliği (sübutu) his ve vehim mertebesindedir. Hissin ve vehmin dışında âlemin bir karar kılacağı bir mahal yoktur. Yüce Hakk’ın kudretinin kemâlindendir ki: Vehim mertebesinde olan bu âleme sabit kalması hususunda gerçek varlık hükmünü / vasfını vermiştir. Fakat biri mevcuttur (gerçekten vardır) diğeri ise vehimdir (vehim düzeyinde bir varlığa sahiptir ve o halde sabit kılınmıştır.)

Bakışların noksanlığından, onun görünüşteki sabitliğine aldanarak (sürekli var olduğunu görerek) ona var demek / var olduğuna hükmetmek bu hakikati değiştirmez.

Şu halde mevcut ile vehimden ibaret olan bu âlem arasında yukarıdaki nisbetlerden hiçbiri kalmamış olur. Bu husus da, “Gerçek varlık sahibi olan, vehmi varlığa sahip olanın ne içindedir, ne de dışındadır; ne ona bitişik, ne de ondan ayrıdır” şeklinde ifade edilmiştir. Zira orada sadece mevcut vardır; mevhum olanın ne ismi vardır ne de resmi…

Evet, böyle bir şey yoktur ki, onun için bir nisbet tasavvur edilsin.

Üstte anlatılan manayı bir misalle izaha çalışalım.

Bir nokta-i cevvaleyi (sürekli dönen bir noktayı) ele alalım. O, sür’atli çevrilişinden dolayı, daire suretinde / şeklinde vehmedilir. Hâlbuki orada, yalnız nokta mevcuttur. Daire şeklinin varlığı ise vehmin dışında söz konusu değildir.

Noktanın olduğu yerde, dairenin ne ismi ne de resmi (kendisi) vardır. Burada noktanın, dairenin içinde veya dışında olduğu söylenemez. Aynı şekilde aralarında bitişmek ve ayrı olmak ta tasavvur edilemez. Zira ortada (gerçek) bir daire yoktur (veya noktanın bulunduğu yerde daire söz konusu değildir) ki onun noktaya bitişik veya ayrı olduğundan söz edilebilsin.

Önce duvarı yapalım,
Sonra boyasını, nakşını…

Burada şöyle bir şey sorulabilir: “Sübhan Hakk, (Kur’an-ı Kerîm’de) âleme kurbiyetini (yakın olduğunu) ve onu ihâta ettiğini (kuşattığını) buyurdu. Bu durumda mevcudun mevhuma kurbiyet ve ihâtası nasıl olmaktadır? Zira mevcudun bulunduğu yerde mevhumun ismi ve resmi yoktur ki orada ihata eden ve ihata edilen tasavvur edilsin…

Bunun için şu cevabı verebiliriz: “Burada yakınlık ve ihata, bir cismin diğer cisme yakınlığı ve bir cismin diğer cismi ihatası gibi değildir. Elbet bunlar, keyfiyeti (nasıl olduğu) bilinmeyen ama var olduğu malum / kesin olan nisbetlerdendir. Yakınlığı ve ihatayı, o Sübhan Zat için sabit görüp her ikisine de inanırız. Lâkin onun keyfiyetini / nasıl olduğunu bilemeyiz.

Amma daha önce nefyettiğimiz dört durum böyle değildir. Onların keyfiyeti meçhul olduğu gibi varlığı hakkında da bir bilgimiz yoktur. Zira şeriat bunların sübutunu getirmedi (var olduklarını bildirmedi) ki, “onlar vardır ama keyfiyeti meçhuldür” diyelim.

Her ne kadar Hakk Sübhanehû ve Teâlâ hakkında keyfiyeti olmayan ihata ve yakınlık manası gibi keyfiyeti bilinmeyen bir şekilde bitişiklik isnadında bulunmaya cevaz vermek mümkün olsa bile, bitişmek (ittisal) lafzı, yakınlık ve ihata lafzı gibi şeriatte gelmeyince, ‘âleme bitişiktir’ dememiz uygun olmaz.

Şöyle demek caiz olur: “Kariptir ve muhittir.”

Ayrıdır, içindedir, dışındar lafızları da aynı şekilde bitişik olmak lafzı gibi varid olmadı / şeriat onları bildirmedi.

Üstte anlatılan misalde, nokta-i cevvale mevhum daireye yakındır, onu ihata etmiştir ve onunla beraberdir diyebilir olsak da; bütün bunların keyfiyeti meçhul olarak kalır. Zira nisbet (iki şey arasındaki durum) için iki şeyin var olması gerekir. Hâlbuki ortada nokta-i cevvaleden başka bir mevcut yoktur.

Aynı şekilde; bitişik olma, ayrı olma, içinde ya da dışında olma da keyfiyyeti meçhul bir şekilde tasavvur / kabul edilebilir; her ne kadar birbirine nisbet edilen iki şey yoksa da… Çünkü iki taraf arasındaki nisbetlerin belirlenebilmesi; mevcud olmaları ile mümkündür ve bu durumda söz konusu manalar, bilgimizin sınırları dâhilinde olmuş olur. Keyfiyeti / nasıllığı meçhul olan şey ise akıl sahasının haricindedir.

Burada iki şeyin var olduğuna hükmetmek, vehme dayalı bir hüküm olduğu için hakikati ifade etmez. Bu gibi hükümler, keyfiyeti bilinmeyen şeyleri bilinen şeylere kıyaslamaya dayandığı için geçerli olmaz.  Başka bir sözle “Gayb olanı, şahid olunana kıyas etmek, bâtıldır”.

Tenbih

“Âlem, vehim ve hayaldir” sözümüz; “âlem, vehim ve hayal mertebesinde vardır” anlamındadır (yok olduğu anlamında değil). Yani, kemâl sıfatlarla muttasıf olan Kadir Zat, kâmil san’atı ile vehim mertebesinde yarattığı bu âlemi,  vehim ve hayalin ortadan kalkmasıyla kaybolmayacak ve varlığını devam ettirmesine mani olmayacak biçimde / vasfı ile muhkem kıldığı için, vehim mertebesinde olması, onun varlıkta kalmasına bir kusur teşkil etmez.

Sofestaîler (felsefeciler) ise, akılları yetmediğinden, âlemin, harici gerçeklikten yoksun sırf vehim ve hayal olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre âlemin sabitliği / devamlı var görünmesi vehim ve hayale bağlıdır ve vehim ve hayalin değişmesiyle âlem de değişmektedir. Meselâ, vehim, bir şeyi tatlı tasavvur ettiği zaman, o şey tatlıdır; aynı şeyi, bir başka zaman acı tasavvur ettiği zaman da, o şey acı olur.

Ancak bu hizlana / dalalete düşenler, Sübhan Hakk’ın yaratmasından ve san’atından yana gafil bulunmaktadırlar; hatta inkârdadırlar. Onlar âlemin haricî bir vücuda dayandığını ve haricî bir mevcuda bağlı bulunduğunu bilmemektedirler. Bu ahmaklıkla da, eşyanın muhkem kılınması ile alakalı olan haricî hükümleri reddetmek ve uhrevî ve daimî azabı ve sevabı dahi def etmek isterler. Hâlbuki Muhbir-i Sadık Resûlullah ‘sallalahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, onların hepsini haber vermiştir.

Bir âyet-i kerîme meali: «Bunlar şeytan fırkasıdır. Dikkat edin; şeytan fırkası, hüsrana düşenlerin ta kendileridir.» (58/19)

Burada şöyle bir soru çıkabilir: “Madem ki vehim ve hayal mertebesinde de olsa âlem için sebat ve istikrar sabit kılınmış; onun hakkında ebedî olan nimet ve azap dahi sabit olmuş olunca, kendisi için mevcut / varlık lafzının kullanılması neden caiz olmuyor? Nitekim kelâm âlimlerine göre sübut ve mevcut lafızları aynı anlama gelmektedir.

Bunun için su cevabı veririm: “Bu taife-i aliyye katında, şeylerin en şereflisi, en keremlisi ve en azizi vücuddur / varlıktır. Bilirler ki: Her hayrın mebdei (başlangıcı) ve her kemâlin menşei (kaynağı) o vücuddur. Böyle nefis bir cevheri, Sübhan Hakkın gayrısına / masivasına caiz görmezler. O masiva ki, baştan ayağa, şer ve noksandır. Dolayısı ile en şerefli şeyin, en düşük şeye verilmesine razı olmazlar.

* * *

Mevhum daireye dönersek, her ne kadar hariçte sabit bir gerçekliği olmasa ve hariçte mevcut olan yalnızca nokta-i cevvale olsa da, varlığı hariçte var olan noktaya dayandığı için, onun için de -vehmi de olsa- harici bir vücud var kabul edilmektedir.

Bu durumda, daire için, “Noktanın peçesidir” demek yerinde olur. “Noktanın müşahedesine bir aynadır” da denilebilir. Noktaya delil olup ona ulaştırır…” sözü de doğru olur.

Peçe tabiri avam insanlara göredir. Şuhud ve zuhur aynası tabiri, velayet makamına münasiptir; şuhudî imana uygundur. Delil ve hidayet edici tabiri ise nübüvvet kemâlatı mertebesine münasiptir ve şuhûdi imandan üstün olan gaybi imana uygundur.

* * *

Bu itibarla bütün âlemler, şanı yüce olan ilahi isimlerin ve sıfatların zuhur (görünme) yeri olmuşlardır. O’nun şuunatının ve kemâlatının görülme yerleridir, yani: Aynaları…

O Sübhan Zat, kemâlatını (“gizli hazineyi”) saklı durumdan açığa çıkarmak, onları icmalden tafsile dökmek diledi de mahlukatı yarattı. Kendisine alâmet, isimlerine ve sıfatlarına ayna olmak üzere… Yani âlemlerin ve mahlukların her biri, O’nun varlık ve bir’liğini gösteren birer âlamet; isimlerinin ve sıfatlarının yüceliğine birer ayna gibidir.

Âlemlerin isimlere ve sıfatlara görünme yeri yani ayna olması demek, isimlerin ve sıfatların sûretlerine, gölgelerine ayna olması demektir. Âlem, isimlerin ve sıfatların kendilerine ayna değildir. Çünkü isim de, ismin sâhibi gibi; sıfat da, sıfatın sâhibi gibi hiçbir aynada görülemez.

Zât-ı ilâhînin ise bu âlemle hiçbir bağlılığı, benzerliği yoktur.

Bu bahsin de tahkiki ve daha iyi anlaşılması için bir misal:

Derin bilgili mütefennin bir kimse, saklı kemalâtını, kıymetli bilgilerini meydana çıkarmak ve onları zuhur meydanında göstermek, sergilemek ister. Bunun üzerine harfler ve sesler keşfeder. Ta ki; bu harf ve ses perdesinde kemalâtı cevelân etsin, dönüp dursun.

Bu harflerin ve seslerin, anlatılan bilgi ve manalarla hiçbir benzerliği ve beraberliği yoktur. Yalnız onların aynası gibidirler. O kıymetli bilgiler, bunlarla meydana çıkmaktadır. Bu harfler ve sesler, bu manaların kendileridir demek yanlıştır. Manalar, saflıkları üzere kalmış, hiç değişikliğe uğramamıştır. Fakat bu manalar ile harf ve sesler arasında, göstermek ve gösterilmek, anlatmak ve anlatılmak bakımından bir bağlılık vardır. Hakîkatte ise hiçbir benzerlik yoktur.

***

Âlemler (yaratılmış olan her şey), yaratılmadan önce suretler halinde ilm-i ilahide mevcud idi. Her bir varlığın veya herhangi bir şeyin ilm-i ilahideki bu haline âyân-ı sabite denir: Sâbit âynler.

Âyân, bir şeyin özü, esası, mahiyeti, hakikati, zatı manalarına gelen âyn kelimesinin çoğuludur. Sâbit âynler ise sabit hakikatler, ilm-i ilahideki sabit, değişmez hakikatler manasına gelir.

Bilâ teşbih velâ temsil (Cenab-ı Hakk’ın Zatını hiçbir şeye benzetmemekle bereber), sanki, marangoz tarafından yapılacak olan bir masanın, zihnindeki hali… Masanın zihindeki hali, onun mahiyeti, özü, ayn’ı demek olur…

Bu itibarla, var olan veya henüz var edilmemiş bir şeyin ilm-i ilahideki aslına veya vücud-u ilmisine o şeyin âyân-ı sabitesi denir.

Mahlûkların hakikatleri olan bu âyân-ı sâbiteler, vücûd kemâllerinin zılleri (esmâ ve sıfat tecellilerinin suretleri, gölgeleri)  ile bütün kötülük ve kusurların kaynağı olan yokluklardır (yokluk aynalarıdır). Yani mahlûkların hakikatleri, bütün şerler ve noksanlıkların başlangıcı, kaynağı olan yokluklardır ki, onlara o kemâlatlar aksetmiştir.

(Esmâ ve sıfat tecellilerinin gölgelerine ayna olan ‘yokluk’, zatî sıfatlardan olan Vücud yani ‘varlık’ın ilm-i ilâhîdeki zıttıdır. Bütün şerler ve noksanlıkların çıkış yeridir; kaynağıdır. Yokluk nasıl ki her kötülüğün, şerrin, fesadın kaynağı ise varlık da her hayrın, iyilik ve güzelliğin kaynağıdır.)

Her dilediğine gücü yeten Allah-u Teâlâ, bu yoklukları (ademleri), bütün lüzûmlu şeyleri ile ve ilm-i ilâhîde, bu ademlere yansıyan vücûd kemâllerinin gölgeleri ile birlikte mahlukların asılları, ayn’ları yapmıştır.

İlm-i ilâhîde, şerrin ve fesadın her biri diğerinden ayrıdır. İlm-i ilâhîde, her bir kemâl ve her bir hayr  da ayrı ayrıdır. Birbirlerinden ayrılmış olan her bir kemâl ve her bir hayr karşılarında bulunan herbir şerrin (yokluk aynasının) üzerine aks etmiş (yansımış), birbirleri ile kaynaşmıştır. Böylece, her biri şer ve fesat olan ademler, kendileri ile birleşmiş olan kemâller ile birlikte, mahlûkların asılları olmuşturlar. Böyle olmakla beraber, ademler asıl ve öz gibidir; kemâller ise, onlara giydirilmiş suretler gibidir.

Mahlûkların hakikatleri, özleri, ademler olduğu ve vücûd kemâllerinin gölgeleri bu ademleri aks yoluyla süslemiş bulunduğu için, mümkinlerin hakikatleri her kötülüğün, bozukluğun kaynağı; her çirkinliğin, kusûrun, inadın yeri olmuş; mümkinlerde yerleşmiş olan her iyilik, her kemâl ise asıl vücûddan ödünç olarak gelmiştir.

Mümkinatın eksik ve kötü sıfatları, yoklukların gereği olup Allah-u Teâlâ’nın yaratması ile var olmuşlardır. Bunlarda bulunan kemâl sıfatları dahi Hazret-i Vücud’un kemalât gölgelerinden gelen emanetlerdir ki aksetme yolu ile zahir olmuşlar ve her şeye kâdir olan Cenâb-ı Hakk’ın icadı ile var olmuşlardır.

Hayırdan sana ne isabet ederse Allah’tandır;
şerden sana ne isabet ederse, nefsindendir.
Nisa Suresi: 79

ayet-i kerimesi bu manaya şahittir.

***

Her şey zıddı ile açığa çıkar. (Siyah nokta beyaz üzerinde belli olur.) Doğal olarak, varlığın en mükemmel biçimde ortaya çıkışı sırf yokluk aynasındadır. Yokluk varlığa ayna olur; tam yokluk da tam varlığa ayna olur.

Sübhânallah!

Her kötülüğün, eksikliğin yuvası olan yokluk, vücûd hazretinin kendisinde görülmesiyle bir güzellik kazanmış, kimsenin elde edemediğine nail olmuş; bizatihi çirkin olan, dolaylı güzellik vasıtası ile güzelleşmiştir.

Bizzat şerre meyilli olan insanın kötülüğe yatkın nefsi bütün bunlar içinde yokluğa en uygun olandır. Ademe/yokluğa her şeyden daha çok yakındır. Bunun için, (manevi yolculuk ile) tam tecelliye her şeyden daha çok kavuşmaktadır. Bu nedenle de özel tecellide hepsinin üstüne çıkmış, yükseliş ve hususiyette hepsini geçmiştir.

Mektubat-ı Rabbani

CİHAD-I EKBER

Din-i İslâmı Mübin’in bir sureti, bir de hakikati vardır.

Onun sureti; Allah’a, Resulüne, Allah katından gelenlere iman ettikten sonra, şer’i hükümleri yerine getirmekten ibarettir. Nefs-i emmarenin yaratılışında bulunan itirazı, yüz çevirmesi, azgınlığı ve inkârcılığı ile beraber olan îman, îmanın suretidir. Bu sıfatlarla beraber kılınan namaz ve tutulan oruç dahi böyledir; şekli namaz ve şekli oruçtur/namaz ve orucun şekil yönüdür. Diğer şer’i hükümlerde de durum böyledir. Zira insanın temeli olan ve kendisine her kişinin ‘ben’ -ene- diye işaret ettiği nefis, küfrü ve inkârı üzeredir. Böyle bir nefisten hakîki anlamda îman ve sâlih ameller nasıl beklenebilir?

Sübhan Allah’ın rahmeti icabıdır ki; sırf şekli yapılan amelleri kabul buyurur ve rıza ve rahmetinin mahalli olan cennete girme müjdesini verir. Yine Sübhan Hakk’ın ihsanındandır ki; îmanın kendisi için, kalbin tasdiki ile yetinmiş; nefsin boyun eğmesini şart koşmamıştır.

Evet, cennetin dahi bir sûreti ve bir hakîkati vardır. Suret ehli, cennetin sureti ile haz alırken; hakikat ehli ise cennetin hakikatinden hazzını alır.

Suret ve hakikat ehlinden her biri cennet meyvelerinden bir meyveyi yerken suret sahibi olanların aldığı lezzet ile hakikat erbabının aldığı lezzet birbirinden farklı olacaktır.

İstikamet üzere olmak şartı ile şer’i şerifin suretini yaşamak, ahiret felahına ve kurtuluşuna bir vesiledir; cennete girme ile neticelenir. Şer’i şerifin sureti sağlandı mı umumî manada velayet de sağlanmış olur. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir:

«Allah, îman edenlerin velîsidir. (yardımcısıdır.)» (3/68)

***

Bu zamanda sâlikler, ayağını tarikata attıktan sonra, hususi manada velayete doğru yürümeye ve tedricen/yavaş yavaş nefsini emmarelikten (kötülükleri emretme vasfından) mutmainliğe çıkma hususunda istidat sahibi olmuş olurlar. Ancak bilinmesi yerinde olur ki; hususi manada velâyet,  şer’i emirleri yerine getirmeye bağlıdır. Zikr-i ilâhî dahi bu Tarikat-ı Aliyye’nin temel esası olup şer’î emirlerdendir.

Yasaklardan kaçınmak dahi, bu Tarikat-ı Aliyye’de zarurî olarak riayet edilmesi gerekli ameller arasındadır.

Farzların edası, yakınlık sağlayan ameller arasındadır/kurbiyet vesilesidir.

Tarikatta irfan sahibi, hidayet yolunu gösteren, hakka götüren yolda vesile olabilecek bir mürşidi aramak ve talep etmek de şer’î emirler arasındadır. Bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu: «Ona vesile arayın.» (5/35)

***

Hülâsa, şer’i şerifin hem sureti ve hem de hakikati gereklidir. Zira bütün velayet ve nübüvvet kemallerinin ana esasları, şer’î/dinî hükümlerde bulunur. Velayet kemâlleri, şer’i şerifin suretinin neticeleridir. Nübüvvet kemalleri ise, şer’i şerifin hakikatinin semereleri/meyveleridir.

***

Velayetin mukaddimesi/ilk basamağı tarikattır ki kendisinden istenen masivayı nefyetmektir. Gayr  ve gayriyyeti nefyetmek, o tarikattan maksuttur. Allah-u Teâlâ’nın lütfu ile masiva tamamiyle nazardan silinince, ağyarın ne ismi ne de resmi kalmayınca fenâ makamı hasıl olmuş, tarikat makamının nihayetine ulaşmış ve “seyr-i ilellah” tamamlanmış olur. Bundan sonra kendisine “seyr-i fillah” denilen “ispat makamı”na başlanılır. Bu makam, valâyetten kastedilen en yüksek maksat olan hakîkatın yeridir/vatanıdır; beka billah makamıdır.

Tarikat ve hakikat ile yani fenâ ve bekâ makamları ile velayet/velilik payesini almış ve emmare dahi mutmainneye dönüşmüş olur. Bu makamda nefis, küfründen ve inkârından dönmek sureti ile Mevlâsından razı hale gelir. Şanı Yüce Mevlâ dahi ondan razı olmaktadır. Onun cibilletindeki/yaratılışındaki kerahet/hakkı kerih görme dahi zail/yok olur. Gerçi bu nefis için demişlerdir ki: Nefis itminan makamına vâsıl olsa dahi, azgınlığından ve tuğyanından (tamamıyla) geri dönmez/vaz geçmez.

Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin: «Küçük cihaddan büyük cihada döndük.» hadis-i şerifinde buyurduğu büyük cihaddan murad olan mana için dediler ki: Nefisle olan cihattır. Ancak, bu fakirin keşfinde kendisine zahir olan, alışılan bu mananın hilafınadır. Çünkü itminana eren/mutmain olan nefiste azgınlık ve inatlaşma bulamıyorum. Hatta onun inkiyad/boyun eğme makamında karar kılmış olduğunu görüyorum ki: Masivayı/gayr ve gayriyeti görmekten ve bilmekten kurtulmuş; makam ve riyaset sevgisinden, lezzet ve elemden dahi halâs olmuş bir kalb haline gelmiştir. Bu durumda serkeşlik nerede, inatlaşma kiminle?

Ancak “Nefis henüz itminana ermeden, halinde ve renginde kıl kadar bile farklılaşma olsa, her türlü serkeşliğe ve tuğyana müsaittir” diyorlarsa buna bir itirazımız yoktur. Fakat itminan/kalıcı manevi huzur gerçekleştikten sonra muhalefet ve azgınlaşmaya yer yoktur.

Fakir, bu babda derin görüşe daldı, mutalaasını yaptı. Bu muammanın hallinde büyükler katındaki manaya muhalif olduğu için derin fikre daldı. Lâkin, Allah’ın inayeti ile mutmainne olan nefiste kıl kadar muhalefet ve inatlaşma bulmadığı gibi, onda kendinden (vaz)geçme ve yok olmanın dışında bir şey de görmedi.

Bir nefis ki, kendisini Mevlâsı yolunda feda eder; onda muhalefet mecali nasıl olsun? Nefis ki, Yüce Hazret-i Hak’tan razıdır; Yüce Hak ki, ondan razı olmuştur; onda tuğyan/azgınlık nasıl tasavvur edilir? İşbu tuğyan rızaya aykırı düşmektedir. Yüce Hakkın razı olduğu şey, bir başka manada razı olmadığı olamaz; hem de hiç bir şekilde.

Hakîkat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah’tır. Mümkündür ki, ‘Cihad-ı ekber’den murad; kalıb/beden/vücut ile olan cihaddır. Zira kalıb, her biri, farklı şeyleri isterken farklı şeylerden de nefret ettiren muhtelif tabiatlerden terkip edilmiştir. Şehvet ve gazap kuvvetlerinden her biri, kalıptan kaynaklanmaktadır. Sair hayvanatı görmez misin ki: Kendilerinde nefs-i natıka olmamasına rağmen, bu rezil sıfatlar onlarda da vardır. Hemen hepsi de şehvet, gazap, hırs ve tamahla muttasıftır.

İşte anlatılan manada bir cihad daima vardır. Onu, ne nefsin itminanı durdurabilir, ne kalbin temkini/süküneti kaldırabilir.

Anlatılan manadaki cihadın bekasında/devamında bir çok faydalar vardır. Kalıbın temizlenip pâklanması gerçekleşir. Böylelikle bu dünyadaki kemâlât ortaya çıkar. Öbür dünyanın muamelesi/kemâlâtı birinci derecede bu cihada bağlıdır.

Bu dünyanın kemalâtında kalb asıldır/önderdir, kalıp ise ona tâbî hükmündedir. Öbür âlemin kemalâtında ise iş tersine olur: Kalıb önder kalb ise ona tabidir.

Bu dünya hayatında bozulma başlayıp öbür âlemin belirtileri görünmeye başladığında bu cihad biter, bu kıtal dahi kalkar.

Sübhan Allah’ın fazlı ile, nefis itminan makamına ulaşıp; Şanı Yüce Allah’ın hükümlerine boyun eğince, işte o zaman, hakikî İslâm/İslâm’ın hakikati müyesser olur ve imanın hakikati dahi hâsıl olur. Bundan sonra da her ne yapar ise hakikat olur. Namazını eda eder ise bu namazın hakikati olur. Oruç tutar ise bu tuttuğu orucun hakikati olur. Eğer hacca gider ise bu hac dahi haccın hakikati olur. Şer’i hükümlerin kalanları dahi, bu kıyasa tabi tutulabilir.

Tarikat ve hakikat vazifelerinden her biri; şer’i şerifin (şeriatın) hakikati ile onun sureti ortasında bulunmaktadır ve ikisi arasında bir aracıdır.

Şeriatın sureti ile hakikati arasındaki farkın nefisten kaynaklandığını da bilmek gerekir. Şöyle ki, şeriatın suretinde nefs-i emmare azgınlık halinde ve inkâr üzeredir. Hakikatinde ise mutmainnedir ve Müslüman’dır.

Suretler demek olan velayet kemalâtı ile hakikatler demek olan nübüvvet kemalâtı arasındaki fark da kalıptan/bedenden kaynaklanmaktadır. Zira kalıp parçaları/bedendeki unsurlar, velayet makamında tuğyanından, inadından dönüp çekilmemiştir.

Misal olarak, şöyle anlatabiliriz: Nefis itminan bulmasına rağmen ateş cüz’ü/bedendeki ateş unsuru, daha hayırlı olma davasından dönmemiş; kibrinden vaz geçmemiştir. Toprak cüz’ü/bedendeki toprak unsuru dahi, hasislikten/alçaklık ve denaetten/düşüklükten dönüp pişman olmamıştır. Kalıbın sair parçaları dahi bu kıyasa tabi tutulabilir.

Nübüvvet kemalâtında ise kalıbın parçaları, itidal haddine gelmiştir. İfrattan ve tefritten kendini almıştır. Mümkündür ki, Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin şu hadis-i şerifi bu manaya ola: «Şeytanım Müslüman oldu.»

Afakta nasıl şeytan var ise enfüste dahi şeytan vardır ve bu, en/daha hayırlı olduğunu iddia eden, kibir ve üstünlük davasına sebep olan ateş cüz’ü/parçasıdır. Bütün bu sıfatlar, ondaki sıfatların en düşükleridir. Onun İslâm olması demek, bu rezillerin de rezili sıfatlarının zeval bulup gitmesi demektir.

Nübüvvet kemalâtında kalbin temkini ile nefsin itminanı ve kalıp cüzlerinin/beden unsurlarının itidali/dengesi vardır. Velayette ise kalbin temkini vardır; ancak nefsin itminanı daha sonra mümkün olmaktadır.

Daha sonra tabirini şu mana icabı kullandık; zira, nefsin bir zorlama olmadan, kâmil manada itminan bulması ancak kalıp cüzlerinin itidalinden sonra olmaktadır. Bu sebepledir ki, velayet erbabı, beden parçaları dengeye gelmemiş bir nefs-i mutmainnenin tekrar beşerî sıfatlara dönmesine cevaz verdiler. Kalıp cüzlerinin itidalinden sonra nefse hâsıl olan itminan ise beşerî sıfatlara dönmekten yana emin ve beridir.

Nefsin rezilliklere dönmesi ve dönmemesi üzerinde ortaya çıkan ihtilâf nefsin makamlarına ve görüşlere göredir. Çünkü her şahıs kendi makamından konuşur ve vicdanında bulduğunu söyler.

***

Burada şöyle bir soru ortaya çıkabilir: Kalıp cüzleri itidal haddini bulup inadından ve tuğyanından alındıktan/el etek çektikten sonra, onunla cihad nasıl tasavvur edilir? Bu durumda ondan cihadın kalkması gerekir.

Cevap: Nefs-i mutmainne ile bu beden cüzleri arasında fark vardır. Nefs-i mutmainne, istihlâk/kendinden geçmiş ve izmihlale sahib olup/kendini kaybetmiş olarak emir âlemine katılmıştır. İstihlâk ve sekir halinin kemali ile muttasıftır. Bu beden cüzlerinin ise sekir ve istihlâk ile bir münasebeti yoktur. Bunun sebebi de, şer’î hükümleri yerine getirmektir. Çünkü şer’î hükümleri yerine getirmenin ayıklık/uyanıklığa bağlı olması sebebi ile beden cüzlerinin sekir hali ve kendinden geçmişlikle bir alakası yoktur.

Kendinden geçmiş kişinin muhalefet etmeye mecali yoktur, onda uyanıklık da yoktur. Birtakım menfaat ve maslahatları icabı bir tür muhalefetin bazı işlerde görülmesi caizdir/olabilir. Lâkin umulan odur ki: Allah’ın fazlı ile bu muhalefet, müstahapları terkten ve tenzihi kerahetten yukarı çıkmaz.

Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, cüzleri mutedil/denge halinde olan kalıp ile cihad düşünülebilir ama nefs-i mutmainne mertebesinde cihada cevaz yoktur.

***

Allah Sübhanehû’nun fazlı ile şeriatin hakikati ve meyveleri demek olan nübüvvet kemâlâtı nihayete erdiğinde, yani bütünüyle hasıl olduğunda, artık ilerleme amellere bağlı olmaktan çıkar. O yerde muamele sırf Allah’ın fazlına kalır. Orada itikadın bir tesiri olmadığı gibi, ilmin ve amelin dahi bir hükmü yoktur. Orada fazl içinde fazl vardır; kerem içinde kerem vardır.

Bu makam, önce anlatılan makamlara nisbetle cidden yüksektir. Onun için tam bir genişlik vardır, nuraniyet vardır ki; geçen makamlarda bu anlatılanlardan yana bir eser yoktur. Bu makam, asaleten ülül-azm peygamberlere mahsustur. Onlara salât ve selâmlar olsun. Kendisine inayet yetişen herkes, tabi ve varis olma yolu ile bundan nasiplenirler.

Bir mısra:

Kerem sahipleri ile yaplan işte zorluk yoktur.

***

Biri kalkıp da, “Bu makamda şeriatın suretine de hakikatine de ihtiyaç kalmamıştır; artık şer’i hükümleri yerine getirmeye gerek yoktur.” diyecek hataya düşmesin. Zira biz şöyle diyoruz: Şeriat bu işin aslı/özü ve bu yolun/muamelenin esasıdır. Bir ağaç ne kadar uzarsa uzasın ; bir bina ne kadar yükselirse yükselsin ve üzerine köşkler, saraylar kurulsun; bunların hiç biri kökten ve temelden müstağni olamazlar. Kendilerinden, zatî olan ihtiyaçları gitmez.

Misal olarak bir evi ele alalım. Ne kadar yükselip çıkarsa çıksın, aşağı kata olan ihtiyaçtan kurtulamaz. Alt kata bir halel/bozukluk gelecek olsa, bundan üst kat dahi etkilenir; ona da aynı şekilde halel gelir. Alt katın kayması veya yıkılması, üst katın kayması ve yıkılmasını gerektirir. Hülâsa şeriat, bütün hallerde lâzımdır; bütün vakitlerde gereklidir. Her şahıs, onun hükümlerini yerine getirmeye muhtaçtır.

Mektubat-ı Rabbani

KAZÂ ve KADER

Rahman Rahim ALLAH’ın adı ile…

Hamd, kazâ ve kader sırlarını havas kullarına açan; doğru ve orta yoldan sapmaları mümkün olduğu için de avamdan saklayan ALLAH’adır.

Salât ve selâm, kendisi ile hüccet-i baliğanın (kesin delilin) ikmâl olduğu (tamamlandığı) ve gelişi ile isyan yoluna sapanların özürlerinin kesildiği Zat’adır! Çok hayır sahibi ve takva ehli ashâbına da; ki onlar, kadere imân edip kazâya râzı olmuşlardır.

***

Kazâ ve kader, kendisinde, hem hayret ettirici ve hem de dalalete düşürücü işlerin / sırların pek çok olduğu meselelerdendir.

(Bu sebeple) bunlara nazar edenlerin pek çoğunda, bâtıl vehim ve hayaller ağır basmış, galip gelmiştir.

Bazısı, kulların isteyerek yaptığı işlerde sırf cebir (tercih hakkı olmaksızın yapmaya mecbur) olduğuna kâil olmuş; bazısı da, işlerin Sübhan ALLAH ile olan bağını yok saymış; irade ile yapılan işlere O’nun karışmadığı vehmine kapılmıştır.

Diğer bir tâife ise itikadda orta yolu tutmuş; ifrat ve tefriti (aşırılığın iki ucunu) terk edip ara yolu tercih etmiş olan fırka-i naciye’dir ki: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. ALLAH onlardan, seleflerinden ve haleflerinden razı olsun!

İmam-ı Azam’dan rivayet edildiğine göre; kendisi İmam-ı Cafer-i Sadık’a sordu:

“Ey Resulûllah’ın torunu; Allah-u Teâlâ, işleri kullarına bırakmış mıdır?

İmam-ı Cafer-i Sadık:

“Allah-u Teâlâ, Rübûbiyyetini (Rablığını, bütün varlığı kuşatan hâkimiyyetini, mâlikiyyetini, idare ve terbiyesini) kullarına bırakmaktan münezzehtir; çok çok yücedir.

İmam-ı Azam: “Onları bu işe zorlamış mıdır?

İmam-ı Cafer-i Sadık: “Hâşâ ki, Allah-u Teâlâ, onları bir işe zorlayıp da sonra kendilerine azap etsin. O, bundan, çok uzak; çok çok adaletlidir.

İmâm-ı Âzam: “O halde bu durum nasıldır?

İmâm-ı Cafer-i Sadık: “İkisi arası, ikisinin arası… Ne cebir vardır; ne de işi kullara bırakmak… Ne zoraki yaptırma vardır; ne de işi onlara havale etmek…

Bu sebeple Ehl-i Sünnet der ki: Kulların iradesine bağlı fiillerin meydana gelmesi, yaratılma ve icad cihetinden Allah-u Teâlâ’nın kudreti ve takdiri iledir; kesb (çalışıp kazanmak) cihetinden de kulların kudreti ve iradesiyledir.

Kulun (iradî) fiili, Yüce Allah’ın takdir ve kudretine nisbet edildiği zaman, halk edilen (yaratılan); kulun kudretine nisbet edildiği zaman ise kesb edilen (çalışıp kazanılan) olur. Yani iradeye bağlı fiiller, Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile yaratılır, kulun kudreti ile kazanılır.

Ama Ehl-i Sünnet’ten olan Eş’arî, bu mânâda farklı bir görüşe gitmiş ve kulların fillerinin meydana gelmesinde ihtiyarın (tercih etme ve seçmenin) dahli olmadığını; Sübhan Allah’ın, fiilleri, onların ihtiyar etmesinin hemen akabinde yarattığını ve iradî fiilin meydana gelmesinde, hadis kudretin tesirinin olmadığını kabul etmiş/ içtihat etmiştir. Bu görüş, cebre yakın olduğu için de ona: Cebr-i mutavassıt (Orta cebir) ismi verilmiştir.

Üstad Ebu İshak Îsfirainî; hadis (yaratılmış) kudretin, fiilin aslına (meydana gelmesine) tesir ettiğine ve fiilin meydana gelmesinin, iki müessirin (Külli Kudret ile yaratılmış cüz’i kadretin) muhtelif cihetlerden bir araya gelmeleri ile olduğuna; Kadı Ebu Bekir Bakılanı ise; hadis kudretin, fiilin meydana gelmesine değil vasfına (günah veya sevap, taat veya isyan oluşuna) tesir ettiğine kâil olmuştur.

Bu zayıf kulun indinde seçilen görüş ise: Hadis kudretin, fiilin hem aslına ve hem de vasfına, yani ikisine birden tesir ettiğidir. Çünkü: asla tesir etmeden vasfa tesir eder demenin bir manası yoktur. Çünkü: vasıf, işin iyi veya kötü olması, asla bağlı olan yani işin yapılması ile meydana gelen eserdir; aslın sonucudur.

Ancak vasfın meydana gelmesi, aslın meydana gelmesinde gerekli olan tesire ek olarak zaid bir tesire (ikinci bir kuvvete) muhtaçtır.

(İşin meydana gelmesi başkadır, hayır veya şer olması başkadır. Bu sebeple, işin hayır veya şer olması için, zaid bir kuvvetin te’sîri lâzımdır demek yanlış olmaz.)

Eş’ari’ye aykırı gelse de, tesire kâil olmanın, hadis kudretin etki ettiğini savunmanın bir mahzuru yoktur. Çünkü kudretteki tesir de Allah-u Teâlâ’nın icadı, yaratması iledir. Kudretin kendisinin olduğu gibi…

Bu sebeple hadis kudretin tesir ettiği görüşü, doğruya en yakın olandır.

Eş’arî’nin görüşü, hakikatte cebir dairesine yakındır. Zira ona göre, fiilin meydana gelmesinde ihtiyarın tesiri olmadığı gibi hadis kudretin dahi tesiri söz konusu değildir.

Ancak şu kadar var ki: Cebriye’ye göre, fiilin fâile (işin işleyene) bağlanması, hakikî değil mecazidir (yani kulda irade ve kudret yoktur; fiili, ALLAH-u Teâlâ, kulun eliyle yapmakta, yaratmaktadır). Eş’arî’ye göre ise fiilin faile bağlanması, tesiri olmasa da, hakikidir; çünkü kulun istemesi, fiilin yaratılmasına tesir değil sebep olmaktadır. Bu vechile kulun fiili, hakikaten kula nisbet edilip bağlanır. İsterse kulun kudreti bir nebze tesir edici olsun; isterse de irade veya kudret, fiilin ortaya çıkmasına sadece sebep olsun!

(Kuldaki kudret, fiillerin meydana gelmesi için sebeptir. Allah-u Teâlâ’nın âdetinde böyledir: cüz’i irâde ve kudretin dahli veya tesiri olmadan fiil meydana gelmemektedir. Kullar, meydana gelmesini istedikleri fiillere tercihlerini ve kudretlerini yöneltip sarf etmelerinin hemen akabinde Allah Subhânehu o fiilleri yaratır. Bu sebeple kulun irâde ve kudreti fiilin meydana gelmesinde merkez olmuş olur.

Kula ait bu kudret, ister fiilin yaratılmasına kısmen tesir etsin isterse de yaratılmasına sebep olsun, o fiil, kulun kudretine hakiki anlamda nisbet edilir yani o işi kul yaptı denir.)

Hak mezhebinden / görüşünden batıl mezhebinin ayrıldığı yer de burasıdır. Fiilin hakikaten faile ait olduğunu nefyedip mecazî olarak ona nisbet eylemek: Apaçık hakikatlerin inkârı olup katıksız küfürdür.  

‘Temhid’ adlı eserin yazarı der ki; Cebriye’den şöyle diyenler vardır: “Fiil, kuldan, zahiren ve mecazendir; hakikatte onun bir gücü yoktur. Kul, bir ağaç gibidir, rüzgâr onu oynatırsa oynar. Kul dahi ağaç gibi mecburdur.”

Bu söz küfürdür; böyle itikad eden de kâfir olur.

Yine Cebriye’nin şu sözü de böyledir: “Kulların iyi veya kötü fiilleri, hakikatte onlara ait değildir. Bütün bu fiillerin gerçek fâili Sübhan ALLAH’tır.”

Bu sözler de küfürdür.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Fiillerde kulun kudreti ve seçme hakkının tesiri olmadığı görüşüne giden Eş’arî’ye göre, fiillerin hakikaten kula nisbet edilmesinin mânâsı nedir?

El-Cevap: “Her ne kadar kudretin fiillerde tesiri yok ise de; ancak Sübhan Allah onu (irade etme ve kudreti) fiillerin meydana gelmesine sebep kılmıştır. Şöyle ki; kulların yapmayı istedikleri fiillere ihtiyar ve kudretlerini yöneltip sarf etmelerini takiben, Allah-u Teâlâ, âdeti üzere o fiilleri yaratır. Bu veçhile hadis kudret, fiillerin meydana gelmesi için şekli bir sebep olmuş olur. Böylece ve âdet yerini bulsun diye, fiillerin meydana gelmesinde, irade ve kudretin dahli olmuş olur. Zira o olmadan âdet yerini bulmaz. İsterse, onun fiillerde tesiri olmasın.

Anlatılan bu sebep dolayısı ile fiiller kullara hakiki olarak bağlanır. İşte, Eş’arî mezhebi için, nihayet tashih budur. Bundan başka edilen kelâmın üzerine, etraflıca ve derin düşünmek gerek (neyi kastettiklerini ve ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için)…

Bilesin ki, Ehl-i sünnet vel-cemaat kadere iman etmişlerdir. Kader: Hayrı, şerri, acısı ve tatlısı ile Sübhan Allah’tandır. Kaderin mânâsı İhdas ve icattır (meydana getirme ve yaratmadır). Malumdur ki, Allah-u Teâlâ’dan başka Muhdis ve Mucid yoktur.

Bu mânâda bir âyet-i kerime meali: «Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Ona ibadet ediniz.» (6/102)

Mutezile (Kaderiye) ise (günümüzde farklı isimler altında görüş beyan etseler de), kaza ve kaderi inkâr etmiş ve sanmışlardır ki: Kulların fiilleri, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olmaktadır. Bunun için de şöyle derler: “Eğer Allah-u Teâlâ, bir şerri takdir etse; sonra da onun üzerine azab etse; bu bir zulüm olmuş olur.”

Asıl bu söz, onların cehaleti ve zulmüdür: Zira kazâ (bir işin olması veya olmaması ile ilgili hüküm); kuldan kudret ve ihtiyarı kaldırmaz. Çünkü ALLAH hükmetti ki; kul bu fiili, ihtiyarı ile yapacak… veya terk edecek!

Şöyle ki: Allah-u Teâlâ’nın kazâsı bir işin olması yönünde gerçekleşirse o iş zorunlu olur; olmaması yönünde gerçekleşirse o iş imkânsız olur. Şayet işin zorunlu olması (kazâsı) seçimle olmasına aykırı olsaydı, bu durumda Allah-u Teâlâ’nın iradesi (Subuti sıfatlarından olan İrade) de söz konusu olmazdı.

Netice olarak kazâ, tercih hakkının olmasını zaruri kılar ki, hüküm vermek gerçekleşsin.

Yani, Yüce Yaratıcı’nın Sıfat ve fiilleri ile de onların görüşleri iptal edilmiş olur. Çünkü O, her daim dilediğini irade eden ve her daim dilediğini yerine getirendir. Aksi halde, ezelde olacağını bildiği her şeyi yaratmaya mecbur; olmayacağını bildiği şeylerde ise memnu’ olurdu ki bu, onun Sıfat ve Fiillerini iptaldir ki küfürdür.

Şu mânâ da gizli değildir: “Kul, tam manası ile aciz ve zayıf bir varlık olmasına rağmen kendi fiillerini yapmakta tam manası ile kudret sahibidir” düşüncesine kâil olmak; tam bir anlayışsızlık ve sefihliktir.

Bu sebeple Maveraünnehir (Türkistânda, Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki geniş yer) alimleri, onların (Mutezile’nin) sapıtmış oldukları üzerinde şiddetle durmuş hatta “Mecusîler onlardan hal bakımından daha iyidir” demişlerdir. Çünkü onlar bir (tek) şerik iddia ederler. Mutezile ise o kadar şerik iddia eder ki; saymakla bitmez…

***

Cebriye’ye gelince; onlar da zanneder ki: kula ait hiçbir fiil yoktur. Kulların hareketi ve fiilleri, cemadatın (cansız varlıkların) hareketi gibi olduğu için de; hem kudretleri ve hem de ihtiyarları yoktur.

Bu sebeple kullar, ne hayırdan sevap alabilirler, ne de şerden günah kazanabilirler.

Kâfirler ve asiler dahi mazurdurlar; sorumlu değildirler. Çünkü: Fiillerin hepsi ALLAH’tandır. Kul ise bu mânâda fiili yapmaya mecburdur.

Bu görüş dahi küfürdür.

(Halbuki: İnsanın iradesi dışında fiilleri olduğu gibi iradesine bağlı filleri de muhakkaktır: Elin, irade dışı titremesinin yanında irade ile hareket etmesi gibi).

Onlar, bütün fiilleri irade dışı elin titremesi kabilinden kabul ettikleri için, “Mâsiyet (işlediği günah), âsiye (isyan eden, günah işleyene) zarar vermez; dolayısı ile azab yoktur” demektedirler ve bu görüşleri ile mel’un Mürcie mezhebine uymaktadırlar.

Bu manada Nebi “sallallahu aleyhi ve sellem” den şöyle rivayet edildi: «Mürcie, yetmiş peygamberin dili ile lânete uğramıştır.»

Kat’i esaslar da bu mezhebi nefyetmektedir.

Bu mânâda şu âyet-i kerimeler kesin delildir:

«Yapmış olduklarına karşılık olmak üzere…» (37/17)

«İsteyen iman etsin; isteyen inkâr…» (18/29)

Daha başkaları da vardır.

***

Bilesin ki, insanlardan pek çoğu, himmetleri zayıf ve niyetleri kusurlu olduğu için yaptıklarına (veya yapmadıklarına) mazeret bulmak ve hesaba çekilmekten kurtulmak için cebri görüşü benimserler. Bazen kulun hakikaten ihtiyarı olmayıp fiilin ona bağlanmasının mecaz olduğuna hükmederler; bazen de ihtiyarın, cebri gerektirecek kadar çok zayıf olduğuna…

Bununla kalmaz; bazı sofiyenin bu manadaki kelamlarını da tekrar ederler: “Gerçek fail tektir. Ancak O’dur. Kulun kudretinin fiillerde asla tesiri yoktur. Onun hareketleri cemadatın hareketleri gibidir.

Hatta kulun gerek kendisi, gerekse de sıfat ve fiilleri, şu âyet-i kerimedeki mana gibidir:

«Onların işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz, onu su sanır. Oraya vardığı zaman da, bir şey bulamaz. Yanında ALLAH’ı bulmuştur.» (24/39)

Apaçık hakikatlere mecaz manalar yüklemek, ancak, sözde ve fiillerde tembellik ve gevşekliğini artırır.

***

Bu bahsin tahkikinde deriz ki:

İşin hakikatini en iyi bilen ALLAH’tır.

Eğer hakikaten seçme hakkı kul için sabit ve gerçek olmasaydı; Allah-u Teâlâ, zulmü kullara bağlamazdı. Oysa ALLAH-u Teâlâ, Kur’an’ın birçok ayetinde, zulmü kullara isnat eyledi.

Hem seçim hakları olmayan hem de fiillerin meydana gelişini sağlayacak tesirde kudretleri bulunmayanlara, zulüm neden isnat edilsin?

Kulların kudretinin tesir etmeyip yalnız İlahi kudrete zemin oluşturduğunu kabul edecek olsak bile, bu durum da onların zalim olmalarını gerektirmez.

Şu da var ki, seçim hakları olmadığı halde kullara, ALLAH tarafından azap edilmesi, yine de zulüm olmaz. Zira ALLAH, mutlak Malik’tir. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

Amma zulmün kullara nisbet edilmesi, onların ihtiyarının sabit olduğunu; fiillerin meydana gelişinde kudretlerinin tesir ettiğinin  (Kur’an’daki) delilidir.

Fiillerin kullara ait olmasının mecaz olduğunu ileri sürmek de doğru değildir; çünkü, mecaz anlama, sadece, gerçek anlamın mümkün olmadığı yerde gidilebilir.

İhtiyarın zayıf olması kavline gelince…

Kastedilen, Yüce Allah’ın ihtiyarına nisbetle zayıf olduğu ise bunda niza yoktur; sınırsız doğrudur.

Veya fiillerin meydana gelişinde müstakil / bağımsız olmadığı kastedilmiş ise; bu da doğrudur.

Amma kastedilen, fiillerin meydana gelmesinde ihtiyarın / kulun tercihinin dahli olmadığı ise, kabulü mümkün değildir. Kabulünün neden mümkün olmadığı ise tafsilatı ile izah edildi.

Bilinmesi gerekir ki: Allah-u Teâlâ, kullarına, takatları ve güçleri yettiği kadar teklif yapmış; mahlukatın zaafı / zayıflığı dolayısı ile onlara olan teklifini, emir ve yasaklarını hafif tutmuş ve hatta daha da hafifletmiştir.

Bu mânâda Allah-u Tebareke ve Teâlâ şöyle buyurdu: «ALLAH, sizin için hafifletmek ister; çünkü insan zâif yaratılmıştır.» (4/27)

Sübhan Allah; Hâkim, Râuf, Rahim’dir. Rahmet, Re’fet (merhamet, ve yücelik), Hikmet sahibidir. Kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri teklif edip emretmesi, Uluhiyet şanına yakışmaz.

Bu veçhile, kulun gücünün yetmeyeceği büyük kayayı kaldırma gibi işleri kuluna teklif etmedi. Kolay olanı teklif etti. Namaz gibi: Ki bu: Kıyam, rükû, sücud ve kolaya gelen kıraatten ibarettir. Bütün bunlar kolaydır; hem de son derece.

Oruç dahi, aynı şekilde son derece kolaydır.

Zekât dahi böyledir. Malın kırkta birinin verilmesini takdir etti. Malın hepsini veya yarısını takdir etmedi. Ta ki: Kula ağırlık olmaya.

Yine O, re’fetinin kemalindendir ki, aslını yapmak zor olduğu takdirde onun yerine geçen başka bir şey emretti.

Şöyle ki:

Abdestin yerine teyemmümü geçerli kıldı.

Ayakta namaz kılmaya güç yetmeyen için, oturarak namaz kılmayı; oturduğu yerde namaz kılamayanın, yan yatarak kılmasını; rükûa ve secdeye güçleri yetmeyenler için ise ima ederek kılmalarını…

Şer’i hükümlerde bunlardan başka daha pek çok kolaylık vardır. Ki bunlar: İbret nazarı ile bakanlara gizli değildir. İbret ve insafla bakıldığı zaman bütün şer’i tekliflerin son derece kolay ve sühuletli olduğu görülür.

Yine aynı şekilde bakanlar, teklif sahasının, Sübhan Hakk’ın kullarına kemaliyle rahmet ettiğinin açık göstergesidir: (Sayısız nimetlerin helal olup çok cüz’i olanların haram kılınması gibi…)

Anlatılan tekliflerin hafif olduğunu doğrulayan bir diğer delil de: Avamdan bazılarının, emredilen vazifelerin daha da arttırılmasını temenni etmesidir. Bazılarının farz orucu, bazılarının ise farz namazların arttırılmasını temenni etmesi gibi; bu temenniler çoktur.

İşte bu, ibadetlerin kemâliyle hafif olduğunun fıtri delilidir.

Hükümlerin yerine getirilmesinde kolaylık bulamamak, zorlanmak, ancak nefsanî zulmetlerin varlığından, Sübhan Allah’a düşmanlığa saplanan nefs-i emmarenin hevâsından neş’et eden tabiat zorluklarından ve zulmet karanlıklarındandır.

Anlatılan mânâlar üzerine, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

«Kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi.» (42/13)

«..O (namaz), huşû ehli müstesna, elbette herkese ağır gelir..» (2/45)

Hükümlerin ve ibadetlerin yerine getirilmesinde; nasıl ki zahirî hastalıklar zorluğa sebep olur ise, batinî hastalıklar dahi aynı şekilde zorluğa sebep olur.

Şer-i Şerif ise nefs-i emmârenin âdetlerini ve onun boş arzularını iptal için gelmiştir. Zira nefsin arzusu ve şeriata tâbi olmak, birbirinin zıttıdır; biri diğerini zayıflatır, köreltir. 

Bu sebeple, zorluk olması, nefsanî hevânın varlığının delili; zorluğun derecesi, nefsanî hevânın derecesinin delilidir. Eğer nefsanî hevâ zâil olur ise; zorluk da tamamen ortadan kalkar.

***

Gelelim, ihtiyarın nefyi ve zaafında söylenen sofiyenin kelâmına…

Eğer onların kelâmı, şer’î hükümlere uygun değil ise; aslâ itibarı yoktur. Hüccet (delil) bilinip uyulmaz. Asıl hüccet bilinip uyulmaya uygun olan, alimlerin kavlidir, görüşüdür. Ehl-i sünnetten olan alimlerin…

Sofiyenin kelâmından, bunların görüşüne uygun düşen olursa; o makbul sayılır; onlara muhalif düşenler ise kabul edilmez.

Bu arada şunu da deriz ki: Halleri istikamet üzere olan sofiye, şeriatı kıl kadar dahi olsa aşmazlar; ne hallerde, ne amellerde, ne sözlerde, ne ilimlerde, ne de mârifetlerde… Şunu bilirler ki: Şeriata aykırı bir şey, haldeki hastalıktan ve ondaki karışıklıktan meydana gelir. Eğer hal doğru olsaydı; söz de şeriata aykırı düşmezdi.

Hülâsa: Şeriata aykırı olan, zındıklığa (dinsizliğe) delil ve ilhada (dinden çıkmış olmaya) alâmettir.

Bu babda şu da vardır ki: Halin galebesiyle ve vaktin sarhoşluğunda keşiften neşet eden şeriata aykırı kelâm, mâzur sayılır; bu keşif sahih olmadığı gibi taklit etmeye de uygun değildir. Bununla birlikte, sözü zahir manasından alınıp düzeltilerek başka manaya çevrilmesi uygun düşer; sarhoşların sözlerinin zahirden alınıp başka manalara hamledilmesi; o sözlere başka manalar yüklenilmesi gibi…

***

İşbu makamdan bize müyesser olan budur; Sübhan ALLAH’ın yardımı ve ihsan buyurduğu başarı ile.

ALLAH’a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selâm…

Mektubat-ı Rabbani