MÂNALARIN TEBEDDÜLÜ

FIKIH: Bu söz, aslî mânâsından başka mânâlara çevrilmemiş ve başka mânâlarda kullanılmamıştır ancak bazı ayrıntılara hasredilmiş, kelimenin ihâta ettiği geniş sahalar ihmal/terk edilmiştir. Bu terim, fıkhın dallarından garip meseleleri bilmeye, ince illetlerin inceliklerini anlamaya, bu hususta sözü uzatmaya ve onlarla ilgili tartışmalar yapmaya hasr/hapsedilmiştir.

Kim ki, füru’-ı fıkhın inceliklerini bilir ve onlarla fazla meşgul olursa, ona daha fakihtir derler. Halbuki Asr-ı Saadet’te, âhiret yolunu, nefsin âfetleri ile amelleri ifsâd eden şeyleri  bilmeye;  dünyalığa kıymet vermeyip âhiret nimetlerine bağlanmaya ve kalbi Allah korkusunun kaplamasına ‘fıkıh’ denirdi. Nitekim Hakk Teâlâ’nın şu âyet-i celîlesi bunu açıkça göstermektedir.

Mü’minler’in hepsinin birden sefere çıkmaları olur şey değil… Onlardan her fırkadan bir taife’nin (en az bir kişinin), Din’de tefakkuh etmeleri (derin kavrayışa/fıkha nail olmaları) ve onlara geri döndüklerinde, belki sakınırlar/ittika ederler diye, kavimlerini inzar etmeleri/ (azab ve ceza va’dederek uyarmaları) gerekmez mi?. (Tevbe/122)

İnsanların kendisiyle inzar edildikleri (uyarıldıkları) ve kalplerine ittikayı (korkup sakınmayı) yerleştiren ilmin adı fıkıh idi. Talâk (boşama), Lian (azad etme), Selem (alış-veriş) ve İcare (kira) gibi meseleleri bilmek değildi. Çünkü bütün bunlarla inzar ve tahvif (korkutma) hasıl olmaz. Aksine, bu meselelerle uğraşmak kalplerin korkusunu azaltır ve kasvetine sebep olur. Bu, fıkhı bu meselelere hasredenlerde apaçık gözükmektedir.

Andolsun ki Cinn ve İns’den çoğunu cehennem için yaratıp çoğalttık… Ki, onların kalbleri var, onlarla anlamazlar; gözleri var, onlarla görmezler; kulakları var, onlarla işitmezler… İşte onlar en’am gibidirler… Belki daha da sapkın… Onlar gafillerin ta kendileridir. (A’raf/179)

Ayette geçen ‘kalpleri var, onlarla anlamazlar’ ifadesinde geçen ‘fıkıh’ kelimesinden ‘fetvaları anlamazlar’ değil, ‘imanın ne olduğunu anlamazlar’ mânası kast olunmaktadır.

Hayatımı veren Allah’a yemin ederim ki, fıkıh ile fehim (anlayış) kelimeleri aynı anlama gelmektedir. Aralarındaki tek fark birinin eskiden kullanılmış olması, diğerinin ise sonradan kullanılmış olmasıdır.

Muhakkak ki siz, onların sadırlarında (yüreklerinde) korku itibarıyla ALLAH’dan daha şiddetlisiniz… Bu, onların fıkhetmeyen bir kavim olmalarındandır. (Haşr/13)

Bu âyet-i kerimede, Allah-u Teâlâ’dan korkmanın azlığı ve mahlûkata duyulan korkunun çokluğu,  anlayışın kıt olmasına (fıkıh azlığına) havâle ediliyor. Onların fakih olmamaları, fetvaların çeşitlerini bilmedikleri için mi, yoksa fıkhın hakikî mânâsından yoksun oldukları için midir?

Resulullah Efendimiz, kendisini ziyarete gelen ve îman, amel ve ahlâk esaslarını öğrendiklerini anlatan bir heyet hakkında: “Âlimdirler, hakîmdirler, fakihtirler” buyurmuştur.

Aslında bu heyet, fetvaları bilme mânasında fakih değillerdi. Îmandaki anlayışları ve derin kavrayışları sebebiyle fakîhdiler.

Sa’d İbni İbrahim El-Zührî’ye sorulan, “Hangi şehir halkı daha fakihtir?” soruya “Allah-u Teâlâ’dan daha çok korkan…” cevabı, fıkhın neticesi, meyvesine işaret etmektedir. Çünkü ilmin bâtınî meyvesi fetva ve hükümler değil, takvâdır. Takvâ, fetva meseleleri ile hükümleri bilmek değil, dini (zahirî) hükümleri bâtınî ilimleri ile birlikte kavrayıp yaşamaktır.

Resulullah Efendimiz (s. a. v.) ashabına şöyle buyurdu:

“Size gerçek fakihi haber vereyim mi?”

-Evet yâ Rasûlullah! 

“Allah’ın rahmetinden ümitsiz etmeyip azabından emin kıldırmayan ve başkasına meyletmek üzere Kur’an’ı terketmeyen kimselerdir.”

Enes b. Mâlik Hz. Resulullah Efendimiz’in (s. a. v.): “Şafak zamanından güneşin doğuşuna kadar Allah’ı zikreden kimseler ile oturmam, dört köle azâd etmemden bana daha sevimlidir.” hadisini rivayet ettikten sonra Zeyd b. Eban Rakkaşı ve Ziyâd b. Abdullah Numeyrî’ye dönüp şunları söylemiştir: “Allah Rasûlü’nün sözünü ettiği zikir meclisleri, sizin bugünkü meclisleriniz gibi durmadan hadiseler okuyup nakletmek şeklinde değildi. Bir araya geldiğimizde biz, iman konusunda müzakereler yapar, Kur’an ayetleri üzerinde dikkatlice durur, dinde fıkıh sahibi olurduk ve fıkhımızdan dolayı Allah’ın bize olan nimetlerini inceden inceye düşünürdük.”

Burada görülüyor ki, Hz. Enes (r.a.) Kur’an üzerinde düşünmeyi ve Allah’ın ihsan buyurduğu nimetleri zikretmeyi, fıkıh olarak adlandırmaktadır.

Bir hadis-i şeriflerinde Resulullah Efendimiz (s. a. v.) şöyle buyurmuştur:

“Kul, Allah için buğz etmedikçe ve Kur’an’ın birçok yönlerini anlamadıkça tam mânasıyla fakih olamaz.”

Bu hadîs-i şerif, Ebu Derdâ’dan mevkuf olarak şöyle bir ilâveyle rivayet edilmektedir:

“Sonra kendine döner de, Zât-i Bârî’ye kulluk hakkında en çok kendi nefsini levm eder/kınar.”

Ferkad es-Sencî, Hasan-ı Basrî’ye bir sual sordu ve cevabını aldıktan sonra, “Fakihler, niçin senin fetvalarına itiraz ediyorlar? dedi. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî Hz.: “Ey anası matemini tutasıca, sen şu gözlerinle fakih mi gördün? Fakih dediğin dünyaya sırt çevirip âhirete yönelen; dinini koruyup kendi kusurlarını görebilen; Allah’a kulluğa devam edip müslümanların ırz ve şerefine göz dikmekten kaçınan; insanların malına tamah etmeyen ve halka nasihat edendir.” dedi ve fıkhın füru’larına dair fetvalar verenlerden hiç bahsetmedi.

Bütün bunlarla birlikte fıkıh ilminin zahiri hükümlerde fetva ile alakasının olmadığını demek istemedim.  Fetva ile de alakası vardır. Fıkıh terimi, zahirî ahkâmın fetvalarını bilen kişileri de içine alır fakat başlı başına bu fetva ehlini ifade etmemekte; ancak tâli derecede bu hususu da içine almaktadır. Demek istediğim budur. Çünkü öncekiler, bu ilme, fetva ilminden daha fazla, ahiret ilmi derlerdi.

Bu ilmi yalnız fetvaya tahsisten doğan karışıklık sebebiyle ahiret ilmi ve kalbin halleri ihmal edildi. Çünkü bu kolay, batın ilmi ise gizli, anlaşılması güç ve gereğini yapmak ise daha zordur. 

Batın ilmi ile valilik ve kadılık görevleri alınamıyor, rütbe ve servet kazanılamıyor. İnsanın bu zayıf taraflarını bilen şeytan, fırsatı ganimet sayarak aslında güzel ve makbul olan fıkıh tabirini, cüz’i ve fer’i meselelere hasrederek onu bu şekliyle değiştirme yoluna gitmiştir.

 

İLİM: Asr-ı saâdette Allah-u Teâlâ’nın zâtını, ayetlerini ve yarattıklarına olan muamelesini bilmeye ilim denirdi. Hatta Hz. Ömer (r.a) vefatında İbn Mes’ud ‘İlmin onda dokuzu öldü” dediği vakit bu ilmi İlm-i Billah/Allah’ı bilmek olarak açıklamıştır. Halbuki zamanımızın insanları bu terimi de tıpkı birinci terimde olduğu gibi hususi manada kullanmakla değiştirmişlerdir. Çoğu zaman ilim kelimesini fıkîh veya diğer meselelerde karşılıklı münazara manasında kullandılar da bu gibilere hakiki alim, fuhûl ulema (alimlerin üstünü) dediler. Bu gibi mücadeleye giremeyenler ise gerçek alimlerden sayılmayıp alelâde alimler/kimseler meyanında kaldı. İşte bu da ilim kelimesindeki değişiklik ve onu hususi manada kullanmaktır.

Halbuki Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şeriflerde faziletlerinden bahsedilen ilim ve alimler, Allah-u Teâlâ’nın zâtını, ef’al ve sıfatları ile helal ve haramlarını bilen ve bildiren alimlerdir. Şimdi şer’i ilimleri lâyıkıyla kavramamış, ancak mantık yoluyla mücadeleye girip hasmını ilzâma (susturmaya) kalkışan kimselere bu isim verildi. Tefsir, hadis ve mezhep ilimlerinde cahil olduğu halde, bu gibiler üstün alim sayıldı ve bu hâl pek çok ilim talibinin helâkine sebep oldu.

TEVHİD: Tevhid, bütün kemal sıfatlariyle Allah-u Teâlâ’nın birlik ve tekliğini bilmek iken şimdi kelâm ilmini bilmek ve cidal konusunda uzman olmaktan, mücadele yollarını bilmek ve hasmın delillerini çürütmekten, hasımların cevap veremeyeceği ve birçok şüpheler ortaya koyacak soruları sormak ve hasmı saf dışı edecek deliller tertip etmekten ibaret olduğunu sandılar.

Öyle ki bu kişilerden bazıları ehli tevhid ve’l-adl olarak gösterilmişlerdir. Kelâmcılara da tevhid âlimleri adını verdiler. Halbuki asr-ı saadette, kelâm sanatının bu tür hususiyetlerinden hiçbiri bilinmiyordu. Bilinmemesi bir yana, böyle cedel ilminin kapısını açanları görseydiler, belki de onları muhakkak şiddetli bir şekilde reddeder, kınarlardı.

Ama tevhidi ifade eden ve ilk duyuşta kolaylıkla anlaşılan Kur’an ayetleri ise hepsinin malumu idi. Kur’an’ın ihtiva ettiği ayetlerin zâhir ve açık manaları, herkesçe anlaşılabiliyor ve biliniyordu. Böylece Kur’an’ı bilmek, bu ilmin tamamını bilmek oluyordu.

Asr-ı saadetteki alimler, bugünkü kelâmcıların pek azını anladıkları tevhid ilminin tamamını biliyorlardı. Bugünün kelâmcıları ise tevhidin asıl manasını anlasalar da onunla vasıflanamazlar. O da şudur: Vasıta ve sebeplere yönelmeyecek şekilde her şeyi Allah-u Teâlâ’dan bilmektir. Hayrın tamamının Allah’tan olduğuna ve rızası olmaksızın şerri de takdir edip varedenin O olduğuna kat’î bir şekilde inanmaktır. Bu makam öyle şerefli bir makamdır ki, bunun meyvelerinden birisi de tevekküldür. Diğer semeresi ise insanlardan şikayetçi olmamak, onlara kızmamak ve her işte Allah-u Teâlâ’ya teslim olup rıza göstermektir.

Bu manada tevhidin bir meyvesi, Hz. Ebu Bekir’in (r.a) kendisini ebediyet âlemine götürecek olan hastalığı sırasında ‘Sana doktor getirelim mi?’ diye sorulduğu zaman, ‘Beni hasta düşüren doktordur’ şeklindeki sözüdür. Başka bir hastanın ise ‘Bu hastalığın hakkında doktor sana ne söyledi?’ sorusuna, hasta ‘Doktor bana dedi ki: Ben dilediğimi yaparım’ cevabını vermesidir.

Tevhid, iç içe iki kabuğu bulunan kıymetli bir cevherdir. İnsanlar özü tamamen unuttular da dışındaki kabuğa ve kabuğu korumaya tevhid adını verdiler.

Birinci dış kabuk, dil ile ‘La ilahe illellah’ demektir. Bu kabuğa tevhid ismi verilmiştir. Fakat bu tevhid, içi dışına uymayan münafıklardan da duyulabilir.

İkinci (iç) kabuk, dilin söylediği bu tevhidi kalbin inkâr etmemesi, inanıp tastik etmesidir. Bu ise avam tabakasının tevhididir. İşte kelâmcılar, bu ikinci tabakayı, bid’atçıların tasallutundan koruyabilirler.

Üçüncüsü ise öz/cevherdir ki, vasıta ve sebeplere iltifattan insanı alıkoyacak şekilde her şeyi Allah-u Teâlâ’dan bilmek ve ibadetini yalnız O’na tahsis edip başkasına kulluk yapmamaktır.

Hevâ ve hevesinin ardından sürüklenenler nefsini ma’bud/ilâh edindiklerinden bu manadaki tevhid’in dışında kalırlar.

Hevasını ilâh edinen, ALLAH’ın onu bir ilim üzere saptırdığı, sem’i ve kalbi üzere mühür vurduğu, basarı üzere perde koyduğu kimseyi gördün mü?… ALLAH’dan sonra ona kim hidayet eder?… Hala tezekkür etmiyor musunuz?. (Câsiye/23)

Resulullah Efendimiz’in (s. a. v.) bu gibiler hakkında: “Yeryüzünde ilâh edinilenlerin, Allah nezdinde en buğz edileni hevâ-i nefistir” buyurmuştur.

Gerçek şu ki, iyi düşünen bir insan, ilâh edinenlerin, aslında puta değil, kendi hevalarına tapmakta olduklarını hemen anlar.

Zira onu, ecdadının dinine/yaşantısına bağlayan heva-i nefsidir/nefsinin arzusudur, alışkanlığıdır. Zira, hevâ kelimesinin bir manası da, nefsin alışkın olduğu şeylere doğru eğilmesidir.

İnsanlara kızmak ve insanlara yönelmek de bu tevhid’in dışında kalır. Çünkü her şeyin Allah-u Teâlâ’dan olduğunu bilen, başkasına ne kızar, ne de bir şey umarak iltifat eder.

İşte gerçek manada tevhid, bu makamdan ibarettir. Bu makam da Sıddıklar makamıdır.

Bu terimin ifade ettiği mânânın ne hâle geldiğine ve zamanımızdaki insanların bu terimin hangi kabukta kalan mânâsıyla iktifa ettiklerine bir bak!

Bu kelimenin ifade etmiş olduğu geniş mânâyı bir kabuk mânâya inhisar ettirenler böyle yaptıkları için nasıl da böbürlenebilmektedir? Bu kelimeyi kabuklaşmanın vasıtası kılmışlar ve onunla övünmeye çalışıyorlar. Halbuki övülmeye lâyık tarafı kırpılmış olduğundan, ona yapışmış olanlar müflis duruma düşmüşlerdir; nerede kaldı ki kendi durumlarıyla iftihar edeler…

Bunların iflâsı aynen kıbleye yönelerek ‘Şüphesiz ben sadece hak dine (tevhide) boyun eğip yüzümü gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a çevirdim ve ben O’na ortak koşanlardan (müşriklerden) değilim’ (En’am/79) meâlindeki ayeti okuduğu halde kalbi Allah-u Teâlâ’ya yönelmeyen kimsenin iflâsına benziyor. Eğer bu kişi, ayetteki yüz (vech) tâbirinden zâhiri anlamdaki yüzü kasdederse, o zaman kişi zâhirî yüzüyle Kâbe’ye yönelmiş olur. Kâbe, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın istikameti değildir ki, oraya her yönelmiş olan, Allah’a yönelmiş sayılsın. Cihetlerin ve bütün dünyanın yaratıcısı, oralara sığmaktan münezzehtir, o bütün bunlardan çok yücedir. Mahlûk, hâlikını ihâta edemez! 

Eğer namaz kılan kimse, ayette geçen yüz terimiyle kalp yüzünü kasdediyorsa -ki ibadette matlub olan kalp ile yapılan ibadettir- bunu böyle söylerken kalbi başka yönlerde, dünya ihtiyaç ve meşguliyetleriyle ise böyle bir kişinin sözü nasıl doğru olabilir? O yalnız sözle yüzünü Allah’a çevireceğini söylemektedir. Halbuki kalbi, türlü türlü hileleri, mal toplamayı, dünya mertebeleri elde etmeyi ve bütün bunlara götürecek vesileleri düşünen ve kendisini yalnız bunlara veren bir kişinin Allah’a dönmesi mümkün müdür? Bu adamın kalbi bu takdirde asla yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan yüce Allah’a yönelmiş olmaz.

Halbuki “Yüzümü, yerleri ve gökleri yaratan Allah-u Teâlâ’ya yönelttim” cümlesi, tevhidin hakikatinden haber veren bir cümledir.  Bu nedenle muvahhid/tevhid eden, ancak (iman ve basiret gözü ile) biri görür ve ancak (kalb yüz ile) bire yönelir ki, bu da Allah-u Teâlâ’nın:

“ALLAH” de, sonra bırak onları
daldıklarında oynayadursunlar.
(En’âm, 91)

ferman-ı celilesine uymak demektir; yanlız dil ile söylemek demek değildir.

Bu ayeti celîledeki ‘Allah de’ hükmünden maksad dille söylemek değildir. Çünkü dil, kalbin tercümanıdır. Dil bazen doğru ve bazen de yalan (kalb ile beraber söylemeksizin) söyler. Allah-u Teâlâ’nın nazargâhı ise, dilin tercümanı olduğu kalptir.

Tevhid’in mâdeni ve kaynağı da sadece kalptir.

 

HİKMET: Tabib’e, şâir’e, müneccime hatta çok daha düşük kimselere hakîm ismi verilmektedir. Halbuki hikmet, Allah-u Teâlâ’nın övmüş olduğu şeydir. Nitekim bu hususta şöyle buyurur:

Hikmet’i dilediğine verir; hikmet kendisine verilen çok hayır elde etmiştir. (Bakara, 269)

Resulullah Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurur:

“Hikmetten bir kelime öğrenmek, bütün varlığı ile dünyadan hayırlıdır.”

Düşün bak, hikmet ne idi ve şimdi nereye nakledildi. Diğerlerini de buna benzet ve kötü alimlerin hilesinden kendini koru. Çünkü kötü alimlerin dine verdiği zarar, şeytanların verdiği zarardan çok daha büyüktür. Çünkü şeytan bu gibi alimleri kullanarak Müslümanların imanını almaya çalışır.

Bunun için Peygamber Efendimize, “İnsanların en fenası kimdir?” diye sorulduğu vakit cevap vermek istemedi ve “Allahumme gafren” “Allahım, mağfiret eyle!” buyurdu. Ta ki tekrar tekrar sordular: “Onlar, fena alimlerdir.” buyurdu.

İşte övülen ve yerilen ilimlerin neler olduğunu ve bunların birbirlerine nasıl karıştırıldığını öğrendin.

Serbestsin!

İstersen ilk devir sâlih alimlerin arkasında giderek onlara uyarsın, istersen de gurur ve kibir zincirine sarılarak son zamanlardaki ihtiras sahibi alimlerin arkasına düşersin. 

İhya-i Ulumiddin