İHTİYÂR

Vaktiyle birisi, gönlü aşk ve yanışla dolu olduğu halde pazar etrafında gündüzleri elinde fener ile gezerdi. Boşboğaz biri ona dedi ki: “Böyle güpegündüz elinde fenerle her dükkânda ne arıyorsun? İnsanlarla alay mı ediyorsun?” O da: “Her tarafta ilâhî nefesle diri olan, gönlü ilâhî ma’rifetle dolu bir insan arıyorum! Böyle bir adam var mıdır?” dedi.

-Görmüyor musun; bu çarşı, bu pazar adamlarla dolu?

-Ben, dedi; gazabına ve şehvetine hâkim olan adam isterim! Öfkelendiği ve şehvete kapıldığı zaman sabreden ve kendisini zapteden adam nerede? Mahalle mahalle böyle bir adamı arıyorum! Dünyada bu iki hâle karşı koyan adam hani; nerede? Ta ki ona can feda ederim!

-Acip bir şey arıyorsun. Galiba kaza ve kaderin hüküm ve hikmetinden gafilsin! Aslı bırakmış, teferruata dalmışsın! Fer’ biziz; aslolan kader hükümleridir! Kazâ ve kader, dönüp duran feleğe bile yolunu kaybettirir. Tedbir âlemini dar eder; demiri ve mermeri bile eritir! Ey bu yolu adım adım yürümeye karar vermiş olan; hamın hamısın, hamın hamısın, hamın hamı!

Değirmen taşının dönüşünü gördün madem, bir kere de onu döndüren derenin suyunu gör! Havaya yükselen tozu toprağı gördün ya; tozu toprağı havalandıran rüzgârı da gör! Düşünce kazanlarını kaynarken görmedesin; aklını başına al da, onu kaynatan ateşi de gör! Ne zamana kadar dolabın dönüşünü seyredeceksin? Başını çevir de, şu hızlı akıp giden suyu da gör! Onun hikmetlerini görüyorum deyip durmadasın ama o görüşün nice alametleri var! Köpüğü gören sırlar söyler; denizi görense hayran olur, kendinden geçer! Köpüğü gören, düşüncelere tutulur, niyetler eder; denizi görense iradesini terk eder! Köpüğü gören, dönüş içinde kararsız olur; çırpınır, durur. Denizi gören ise arı duru bir hal alır!”

-Ey cebrî, şimdi sözümü dinle de sana cevap vereyim! Kendi özür mektubunu okudun; Sünni’nin mektubunu da oku! Cebrice sözler söyledin, onun sırrını bir de benden dinle! dedi.

Şüphe yok ki bizim için ihtiyâr vardır! Duyguyu inkâr edemezsin; ayândır! Taşa hiç kimse; ‘Gel buraya!’ demez! Bir kerpiç parçasından hiç kimse vefa beklemez. Hiç kimse bir adama; ‘Haydi uç!’ yahut ‘Ey kör kişi; bana bak!’ demez. Emir ve nehiy, öfke, lütuf ve azarlamak ancak ihtiyarı olan kişiyedir. Zulümde de ihtiyarımız vardır, sitemde de! İhtiyar (bir işi yapma azmi), senin içinde sâkindir; o bir Yûsuf görmeden elini kesmez. İhtiyar, istek nefistedir; dilediği şeyi görür de sonra kol kanat açar. Köpek uyumuş, ihtiyarı kaybolmuştur fakat işkembeyi görünce kuyruğunu sallar. At arpayı görünce kişnemeye başlar; kediye et gösterilince miyavlar. İhtiyarın harekete geçmesine görüş sebep olur, sönmüş ateşten kıvılcım çıkaran körük gibi…

İblis  aracı olup sana “vis”in (nefsinin arzuladığı şeyin) haberini getirince ihtiyarın harekete geçer. Ne zaman birisine matlubunu arz eder, uykuda olan ihtiyar büklümü, hemen açılıverir. Melek de, şeytanın rağmına, hayırlar gösterir, gönle bir coşkunluk salar. Nihayet hayır olan ihtiyar harekete geçer.

Bir şey gösterilmeden önce her iki huy da uykuda idiler. Şu halde; melek de, şeytan da ihtiyârın damarlarını harekete geçirmek için bir şeyler gösterirler. İlhamlardan ve vesveseden sendeki hayır-şer ihtiyârı bir iken on kişilik olur. Namazdan çıkarken o sebeple meleklere selam vermek gerekir. Ki; ‘Sizin güzel ilham ve da’vetinizden  benim namaz kılmak ihtiyârım harekete geldi, kavileşti!’ Günahtan sonra da, tutar İblis’e lanet edersin; çünkü bu kötü işe onun vesvesesi ile düştün. O iki zıt, gayb perdesi ardından gizliden gizliye sana hayrı ve şerri arzederler. Fakat gayb perdesi gözden kalktı mı, kendi kılavuzlarının yüzünü görürsün. Sözlerini apaçık tanırsın, o gizlice söz söyleyenlerin bunlar olduğunu bilirsin.

Şeytan, ey tabiatına ve bedeni isteklerine esir olan, ben sadece güzel ve tatlı gösterdim, zorlamadım!’ der! Melek de sana; günahın verdiği zevk yüzünden gamın ve ıstırabın artar demedim mi, der! Filan gün cennetlerin yolu şu taraftadır demedim mi? Biz, senin can dostunuz; canına can katarız; senin atana ihlas ile secde edenleriz! Şimdi de sana hizmet etmek istiyoruz; hizmete layık olman için seni çağırıp durmadayız! O taife ise, senin babana da düşman idi; Secde ediniz, emrine uymadılar! Fakat sen; o taifeye uydun da bizi attın, hizmetlerimizin hakkını tanımadın! Şimdi bizi de ayan beyan gör, onları da; sözümüzden tanı bizi! Geceleyin sana haber getiren iki kişiyi sabahleyin seslerinden tanıman gibi…

Hâsılı: Bizde görünmez olan  ihtiyar,  hayrı ve şerri gördü mü artmaya başlar! Şeytan ile meleğin arzetmesiyle ihtiyâr tamam olur. 

Üstadlar çocukları döverler de kara taşı terbiye etmeye kalkışırlar mı hiç? Taşa, “Yarın gel, gelmezsen sana kötü ceza veririm” der misin? Hiç akıllı kişi bir kerpici döver mi? Birisi bir taşı azarlar mı?

Akılda cebir (bende irade ve ihtiyâr yoktur demek), kaderîyeden (irade ve ihtiyâr sırf bana aittir demekten) daha rüsvaydır. Zira cebir, kendi hissini inkâr etmektedir. Kaderî ise kendi hissine münkir değildir. Kaderî der ki, duman var, ateş yok! Cebri ise, ateşi gördüğü halde ateşi inkâr eder.

Cümle âlem, bunu yapma, bunu yap diye ihtiyarı ikrar eyler! Fakat Cebri olan; ‘Emir ve nehiy diye bir şey yoktur! Yapılan işler, dileğimizle değildir’ diye söylenir durur! Ona göre, ihtiyar da yoktur; buna inanmak da hatadır!

Hakk’tan başkasında ihtiyar yoksa ne diye suçluya kızıyorsun? Nasıl oluyor da düşmana diş biliyorsun? Niçin günahı, suçu ondan görüyorsun? Evin çatısından bir tahta düşse de seni adamakıllı yaralasa; çatıdan düşen tahtaya hiç kızar mısın? Ona kin besler misin? “Neden bana vurdu da elimi kırdı? O benim can düşmanımmış.” der misin? Niye malını çalan hırsız için, tutun şunu, elini ayağını kırın, esir edin dersin? Namusuna göz koyana karşı neden içinde yüzbinlerce öfke doğar? Sendeki öfke, cebrice özürler getirmeyesin diye ihtiyarın varlığına işaret eder.

Hislerin galeyana gelince, heva ve hevesin uyanınca, yirmi adamın ihtiyarını elde edersin. Dostun senin ufak bir menfaatine zarar verirse, içinde onunla çekişme irade ve ihtiyârı canlanır. Fakat nimetlere şükretme zamanı gelince, irade ve ihtiyârın yok olur.

“Yarın bunu yaparım yahut onu yapmayayım” demen irade ve ihtiyârın varlığını ispat eder. O kötülük yüzünden pişman oluşun da irade ve ihtiyârındandır; onunla pişman oldun, doğru yolu buldun.

Deveci bir deveyi dövse, o deve dövene kin güder, ona saldırır. Devenin öfkesi, devecinin değneğine değildir. Demek ki deve bile ihtiyârın kokusunu almıştır. Bir köpeğe taş atsan, gerilip saldırır sana. Erişemeyeceği bir yerde olmandan attığın taşa saldırması, sana olan hışmındandır. Hayvanın aklı bile irade ve ihtiyârı bildikten sonra, artık öyle söyleme, utan! Nitekim cebri olan iblis de: “Beni azdırmana karşılık” demekle kurtulamamıştır. Az çoğa delâlet eder.

Bütün Kur’an emirdir, nehiydir, vaîddir. Taşa ve mermere emredildiğini kim gördü? Hiç bir âkil, bunu yapar mı? Kerpice, taşa kızar da kin güder mi? “Ey ölüler! Niçin yapmadınız, der mi? “Ey eli bağlı, ayağı kırık! Haydi mızrağı al da, gel savaş.” der mi? Bir Hâlık ki yıldızları ve feleği yaratır, nasıl olur da öyle emir ve nehiyde bulunur?

Adamın biri ağacın üstüne çıkmış, şiddetle meyvelerini döküyordu. Bağ sahibi geldi de: “Ey alçak adam, Hakk’tan utanmaklığın hani? Bu yaptığın nedir?” dedi. Hırsız dedi ki: “Hudâ’nın bağından, Hudâ’nın kulu, Hakk’ın lütfettiği hurmayı yerse, cahilce ne diye şikayet ediyorsun? Ganî olan Hakk Teâla’nın sofrasında neden cimrilik ediyorsun?” Bağ sahibi hizmetçisine: “Ey Aybey! dedi. O ipi getir de en güzel cevabı vereyim.” Adamı ağaca sıkıca bağladı. Kuvvetli bir sopa ile arkasına, ayaklarına vurmaya başladı. Hırsız; “Hudâ’dan hayâ et!” dedi, “Bu suçsuzu inlete inlete öldürecek misin?” Bağ sahibi; “Hudâ’nın sopasını, O’nun bir kulu, diğer bir kuluna güzel güzel vurursa, bunda kızacak ne var?” dedi. Hırsız; “Tövbe ettim, dedi. Anladım ki ihtiyâr vardır, ihtiyâr vardır, ihtiyâr var.”

Bizim ihtiyârımızı, O’nun ihtiyârı var etti. O’nun ihtiyârı, bizim ihtiyâr ettiğimizi (dilerse) halk eder. Hakk’ın kudreti mutlaktır ama kuldaki ihtiyârı yok saymaz. Aslında herkesin ihtiyârı yerindedir, Hakk’ın kudret ve iradesi bütün ihtiyârların üzerinde… galiptir ve kâhirdir. Hakk’ın kudretini, kuvvetini, dilemesini bütün kemali ile söyle de söyle! Bu ne cebr sayılır, ne de sapıklıktır.

***

Kulun; “Allah neyi diledi ise o oldu.” demesi; “Olan oldu, o işle uğraşma, tenbel ol!” demek değildir. Çünkü Hakk’ın işinde ve indinde geçmiş ve gelecek yoktur. Aksine bu söz, ciddiyete, candan ve gösterişsiz olarak işe daha iyi sarılmaya teşviktir. Hatta o hizmette daha fazla gayrette bulun, o işte daha da ehil ol, demektir. Yani dileme, O’nun dilemesi; rıza O’nun rızasıdır. O’nun rızasını arayın. Bu yolda başkalarının gazabı, başkalarının sizi reddetmesi gönlünüzü daraltmasın.

Sana; “Ne dilersen dile, işin iş, her şey dilediğin gibi olacak” deseler de tembellik etsen, yerindedir. Çünkü ne dilersen o olacak… Fakat “Allah ne dilerse o oldu/olur. Hüküm ebediyen O’nundur. Mutlak bu böyledir” deseler; neden yüz kişi imişsin gibi o işin etrafında kula yakışır şekilde dolaşmazsın? Ne diye o işe candan sarılmazsın? Sen bu sözü ters anladın da gayreti bıraktın, tembelleştin, bu hal anlayışına ters düştü, aklın karıştı.

“(Zaruri bir işin ile ilgili) Emir yetkisi vezirindir, vezir nasıl uygun görürse…” deseler, başına ihsanlar saçması için hemencecik yüz adam gibi etrafında pervane mi olursun yoksa vezirden, köşkünden kaçıp gider misin?

Seni hararetlendiren, İlâhî lûtfa ümitle koşturan, seni çevikleştiren, seni ar ve haya sahibi yapan te’vîl, haktır, doğrudur.

Yok seni gevşek ve tembelleştiren te’vîl, bil ki, te’vîl değildir. Sadece seni (kötüye doğru) değiştiren bir haldir (vehimdir, vesvesedir).

Kur’ân’ın mânâsını yalnız Kur’ân’dan ya da heva ve hevesini ateşe atıp yakmış kişiden öğren, o kadar! Kur’ân’ın mânâsını, Kur’ân önünde kurban olmuş, benliğinden geçmiş ve zelîl olmuş; adeta ruhu, ayn-ı Kur’ân kesilmiş kimseden sor. Gül de yok olmuş yağı ister gül yağı olarak kokla, ister gül…

Bunun gibi “Kalem kurudu” hadîsinin te’vîli de seni en önemli işe teşviktir. Binâenaleyh kalem yazdı ki, her amel için onun lâyıkı olan te’sir ve cezâ vardır; herkesin işine layık olan mükâfât ve mücâzâtı yazmıştır kalem. Eğri gidersen eğer, kalem de eğri yazar sana. Doğru gidersen, doğrulukta bulunursan, saadetini arttırır. Zulüm edersen, insanlıkta geri kalırsın. Kalem kurudu. Adalette bulunursan muradına erersin. Kalem kurudu. Vaktaki çaldın, el gitti, kalem kurudu. Şarap içmiş olan sarhoş oldu, kalem kurudu.

Sen reva görür müsün ki, Hakk Teâla ezelde verdiği emir yüzünden işten kalsın, hiç bir şey yapmasın? “İş benim elimden çıktı. Benim huzuruma bu kadar gelme, bu kadar çok tazarru’ etme” desin.

“Kalem kurudu.” sözünün manası; “Adl ile zulüm Benim indimde eşit değildir. Hayırla şerrin arasını ayırdım, kötüyü daha da kötüden ayırdettim.” demektir.

Sende, edep bir zerre kadar artsa, bu senin için dosttan gelen bir lütuftur. Hakk’ın fazlından bil! O bir zerre senin değerini arttırır. Çalışıp çabalaman bir zerre kadar artsa, Hakk’ın terazisinde tartılır o.

“Kalem (yazdı, mürekkebi) kurudu” sözü, hiç “Cefâlarla vefâlar bir olur” manasına gelir mi? Aksine cefaya karşılık cefa yazmıştır; vefaya karşılık da vefa yazmıştır kalem.

Her an sana gelip çatan bu dertler, bu belalar, senin yaptıklarının cezasıdır, karşılığıdır; işte “Kalem kurudu” hadîsinin mânâsı budur.

Af vardır. Fakat ümit ışığının parıltısı, aydınlığı nerede ki, takva sahibi bir kul gibi yüzü ak olsun, nurlansın. Hırsız affedilse, canını kurtardığı için sevinir. Yoksa vezîr olmak, hazîne emini olmak hırsız için mümkün müdür?

Ey din emini, ey Allah adamı gel! Gel ki her taç ve her bayrak eminlikle belirdi, kendini gösterdi. Padişaha ihanet eden oğlu bile olsa, bil ki, başı bedeninden ayrılır. Fakat Hintli bir köle (padişaha) vefa gösterirse, devlet o köleye “Çok yaşa!” diye seslenir. Köle de ne ki; eğer bir kapının köpeği vefalı olsa, sahibinin gönlünde o köpeğe karşı yüzlerce razılık, yüzlerce hoşnutluk belirir. Bu yüzden köpeği sever, okşar… Eğer köpek yerinde aslan olsa, onu ne denli hoş tutardı… Eğer bir hırsız da candan ona hizmetlerde bulunsa, sadık olsa; onun doğruluk ve sadakati önceki cefayı kökünden söküp atsa, padişah onu vezir de yapar hazine emini de…

Yol kesen Fudayl candan tövbe etti de on adam gibi tövbeye sarıldı. Velî oldu. Bu hâli de kalem yazmış, mürekkebi de kurumuştu.

Çok boş ve manasız olan cebir inancını terk et ki cebrin sırrının sırrını anlayasın. Günah işleyen tembellerin takılıp kaldıkları bu cebri terk et ki, can gibi olan o (Ehl-i Sünnet’teki) orta cebirden haber alasın.

***

Cebrî kâfir öyle hoş cevaba başladı ki, Sünnî’nin mantıkı o cevaplardan şaşırdı, hayranlığa düştü. Fakat o soru ve cevapların hepsini anlatacak olsam asıl söyleyeceğim sözden kalırım. Ondan daha mühim söyleyeceğimiz şeyler var ki, onlarla anlayışın daha güzel işaretlere kavuşur. Bu zor bahsi, bu karışık mevzuyu kavrayışın daha kolaylaşır.

O bahsin pek azını anlattık. Çünkü çoğun hali, azı ile belli olur. Bu görüş ayrılığı ve inanış öyle bir bahistir ki, kıyamete kadar münakaşası sürüp gider. Bu yetmiş iki fırka, kıyamete kadar kalır da bid’atçinin lafı-sözü eksik olmaz.

Bu yol, ötekine düşman olur, kin güder; taklitçi ise iki yol arasında şaşırıp kalır; her iki yolun da doğru olduğunu, her topluluğun kendi yolunda sevinç içinde olduklarını görür. Birinin, hasmına verecek bir cevabı yoksa da kıyamete dek onunla kavgaya tutuşur. Doğru tarafı bize gizli kalmış olsa da, büyüklerimiz bunun cevabını bilirler, der durur.

Vesvesenin ağzını bağlayan ancak İlâhî aşktır; tartışmayı bir tek İlâhî muhabbet keser. Sen vesveseyi içinden atmak istiyorsan, İlâhî aşka sarılmak için bir kâmil mürşit ara! İlâhî aşktan haberi olmayan, bilgili ve akıllı geçinen kişiden uzaklaş; o senin şerefini, haysiyetini alçaltır. Böyle yalancı mürşit, senin İlâhî duygularını körleştirir, manevî ve ruhanî zevklerini yok eder.

Senin şu aklının erdiği şeylerden başka akıl erdirilecek şeyler var. Onları topraktan yaratılmış bu baştaki akılla değil, gönül yolu ile baha biçilmez aşkla bulabilirsin. Şunu iyi bil ki, Hakk Teâla, sende bulunan şu akıldan başka akıllar da yaratmıştır. Gökler, gökyüzünün sebepleri o akılla idrak edilir. Şu başta bulunan fanî akılla dünyalık elde edersin; öteki akılla, göklerde kendine bir makam edinirsin. Aklını eğer İlâhî muhabbete kaptırırsan, ALLAH da sana, o aklın on mislini yahut yedi yüz mislini verir.

İlahi muhabbet yüzünden söze hayret gelir, şaşırır kalır. Macerayı anlatmaya cesaret edemez. Layık olmayanlara, hakikati söylemekten çekinir. Bir cevap vermeye kalkarsa, dudaklarından bir hakîkat incisinin düşmesinden korkar. Ağzından bir inci düşmesin diye dudaklarını sıkıca yumar. Nitekim Peygamber’in dostu demiştir ki: “Peygamber bize bir şey söylerken; O seçilmiş resul, o incileri saçarken, bizden huzur isterdi. Yüzlerce vakar, ağır başlılık dilerdi.” Öyle ki sanki başında bir kuş varmış da, uçacakmış korkusu ile canın titrer. Güzel kuşun uçup havalara gitmesin diye yerinden bile kımıldamazsın. O humâ kuşu uçar diye nefes bile almazsın. Öksürüğün bile gelse, kendini sıkar öksürmezsin. O sırada birisi sana tatlı da söylese, acı da söylese parmağını dudağına götürür, “Sus!” diye işâret edersin. İşte o kuş hayrettir. Şaşırıp kalmaktır. O seni susturur; tencerenin ağzını kapar da aşk ateşinde kaynatmaya başlar; pişirir, olgunlaştırır, dedikodudan kurtarır.

Mesnevi-i Şerif