RÜ’YET
Rahman Rahim Allah’ın adı ile…
Rü’yet (ahirette Allah-u Teâlâ’yı görmek) meselesi hakkında getirdikleri itiraz, hatta rüyetin nefyi/olmadığını ispatlamak için ikame ettikleri delil şudur: Gözle görmek gerektirir ki; görülen, görenin aynı hizasında ve karşısında dura… Böyle bir şey ise Vacib Teala hakkında söz konusu değildir. Çünkü böyle bir şeyin olması ciheti/bir yönde olmayı gerektirir. Bu cihet ise; kuşatılma, sınırı ve sonlu olmayı beraberinde getirir ki böyle bir durum, uluhiyyete zıt olan noksanlıktan kaynaklanır. ALLAH-U TEÂLÂ bütün bunlardan büyük bir yücelikle uzaktır/münezzehtir.
Üstte ileri sürülen itiraza cevap şudur:
Mutlak kudret sahibi olan yüce Sultan, iki parça içi boş, hissetmek ve (kendi başına) hareket etmekten uzak damara/sinire; bu zayıf fani dünya hayatında, hizasında ve karşısında durması şartı ile eşyayı görüp hissetme kuvvetini vermiş de; ahiretin kuvvetli ve baki hayatında o iki parça damara, hizasında ve karşısında olmaksızın görülecek şeyleri görme kuvvetini vermesi neden mümkün olmasın?
Bu durumda o görülecek olan, ister bütün cihetlerde bulunsun, isterse hiçbir cihette bulunmasın. Bu işin uzak görülmesine sebep nedir ve imkânsız oluşu nereden kaynaklanır?
Bu manada asıl söz şu ki:
ALLAH-U TEÂLÂ bazı mekânlarda, maslahattan/yararlı olacakları dolayısı ile hiza şartını ve cihet tayinini gözlerin görmesi için koyar. Bazı yerlerde ve zamanlarda ise bu şartı itibardan düşürür. Anlatılan şart olmadan da, gözlerin görmesini mümkün kılar. Aralarında son derece farklılık ve tam bir zıddiyetin bulunmasına rağmen; o yeri bu yerle (mülk âlemi ile melekût âlemini) kıyas etmek insaftan uzaktır. Böyle bir iddia, nazarı, mülk âleminin keşifleri ile sınırlamaktır. Melekût âleminin acaipliklerini dahi inkârdır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Sübhan Hak, görüleceğine göre; gözle idrak edilip kavranan/kuşatılan olması gerekir. Böyle bir şey ise, haddi/sınırı ve nihayeti/sonu olmayı gerektirir. Halbuki, ALLAH-U TEÂLÂ, böyle bir manadan yana çok çok üstünlüğe sahiptir.”
Bunun için şu cevabı veririm: “Mümkündür ki görüle; fakat gözle idrak edilip kavranmaya/idrâk edilip kavranmadan gözle görülmesi mümkündür.”
Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:
“Gözler onu idrak edemez. O, gözleri idrak eder. Lâtif, Habir O’dur.”(6/103)
Müminler, Sübhan Hakkı ahirette göreceklerdir. Vicdani bir yakinle de, o şanı yüce Zat’ı gördüklerini anlayacaklardır. Bu görmekten kaynaklanan lezzeti dahi kemal üzere kendilerinde bulacaklar lâkin, görülen onlarca asla idrak edilmiş olmayacak, o manadan yana kendilerine kesin olarak bir şey hasıl olmayacaktır. Yalnız görmeyi hissetmek ve onunla lezzet almak hariç…
Bir şiir:
Rahat ol, Anka kuşunu kimse avlayamaz. Yoksa yorulmaktan başka elinde bir şey kalmaz.
***
Rü’yette vehmedilen/var sanılan noksanlık, görülenin idrak edilmesi ve kavranıp/kuşatılması yönündendir. Rü’yetin cihetsiz olarak gerçekleşmesinde ve görenin bundan haz almasında, asla noksanlık ve kusur olmaz.
Bilakis muhabbetinin ateşi ile yananlara cemâlini göstermesi ve rü’yet pınarından kana kana içirmesi, görülen yüce Zat’ın tam in’amından ve ihsanındandır. Onları visali ile şereflendirmesi, yüce mukaddes Zat’ına hiçbir kusur ve noksan gelmeden olur. O Sübhan Zat’ın mukaddes katında cihet ve ihata/kuşatılma durumu olmaz.
Bu manada şöyle de diyebiliriz:
Rü’yetin/görmenin gerçekleşmesinde, aynı hiza ve karşılıklı olmak şart olsaydı, bunun, görülen için şart olduğu gibi gören için de şart olması gerekirdi. Çünkü karşı karşıya olmak, karşılıklı olan iki şeyde söz konusudur. Bu durumda, Sübhan Hakk’ın eşyayı görememesi lâzım gelirdi. Görme sıfatı dahi, o yüce mukaddes Zat için sabit olmaz idi. Halbuki, böyle bir mana, Kur’an’ın kafi hükümlerine aykırıdır. Bu manalarda şu ayet-i kerimeler sarihtir:
“Muhakkak ki Allah, semâların ve arzın gaybını bilir. Allah, her yaptığınızı hakkıyla görendir.” (49/18)
“O, Semî'(hakkıyle işiten)dir, Basîr (kemâliyle gören)dir.”(42/11)
***
Sonra öyle bir manayı almak, o yüce Zat’ın kâmil bir sıfatını eksik görmek ve yok saymaktır.
Burada şöyle bir soru da çıkabilir: “Vacib Teala hakkında görmek, eşyayı bilmekten ibarettir. İlmin dışında, ciheti sabit kılan başka bir şey değildir.”
Bunun için şu cevabı veririm: Hiç şüphe yok ki, rü’yet (görme sıfatı) Vacib Sübhan için kâmil sıfatlardan olup Kur’an’ın kesin hükmü ile ve müstakil olarak sabittir. Rü’yeti ilme döndürmek, zahir olan mananın hilâfına hareket etmektir.
Öyle bir mana (rüyetin ilmin kısımlarından olduğu) kabul edilse bile, yine de bundan, hizada olmama şartı lâzım gelmez. Çünkü ilim iki kısımdır: Birincisi, bilinenin karşıda olmasının şart olmadığı kısımdır. İkincisi ise bilinebilmesi için bilinenin karşıda bulunmasının şart olduğu kısımdır ki buna rü’yet (görmek) denir.
Bu kısım, mümkinatta/imkân âlemindeki ilmin kısımlarının en alâsıdır; kalbin itminan mertebesinde hasıl olur.
Makulat yani akılla idrak edilen şeyler, vehmin bulaşmasından korunmuş değildir. Bu muarazadan kurtulan/vehmin bulaşmadığı ilim, ancak hissedilen (görülüp tutulan) ilimdir.
Bundan dolayı, İbrahim Halil ‘aleyhi’s-selâm’ Peygamber ölülerin dirilişini görmeyi talep etti. Buna imanı ve yakîni olduğu halde, görmekle kalbinin tatmin olmasını istedi.
Şunun da bilinmesi gerekir ki, sıfat-ı kâmilden olan rüyet, şayet Vacib Teala’dan olmayaydı; mümkine/mümkün varlıklara nereden gelecekti? Zira, mümküne hasıl olan her kemal, yüce mukaddes Vacib mertebesindeki kemalin bir aksidir. Haşa ki, Vacib Taala’da olmayan bir şey/kemal mümkinde buluna… Zira mümkin, haddizatında aynen noksandır; eğer onda bir kemal var ise, yüce mukaddes Hazret-i Vücub mertebesinden gelen bir emanettir. O makam, her hayrın ve kemalin kaynağıdır.
Bir şiir:
Getirmedim ki, evimden hiçbir şey, ancak; Verdin bendekini, nefsim ondan olacak…
***
Sualin aslına bir başka cevap da şudur: Bu itiraz, yüce mukaddes Vacib Zat’ın varlığına da yürümektedir. Rüyeti nefyettiği gibi, yüce mukaddes Zat’ın varlığını dahi nefyetmektedir. Dolayısı ile aklen imkânsız olan şeyleri beraberinde getirdiği için böyle bir itiraz doğru değildir. O itirazın dahi açıklaması şöyledir: “Sübhan Vacib Zat madem mevcuttur; âlemdeki cihetlerden bir cihette olması gerekir. Meselâ altta, üstte, önde, arkada, sağda ve solda. Halbuki öyle bir şey ihatayı/kuşatılmayı, tahdidi/sınırlanmış olmayı gerektirir ki, bunların hepsi de uluhiyyete ters olan noksanlıklardır. ALLAH-U TEÂLÂ, böyle bir manadan yana pek temizdir.
Burada şöyle bir soru da çıkabilir: “Mümkündür ki, kuşatılma ve bir sınır olmaksızın bütün cihetlerde buluna…”
Bunun için şu cevabı veririm: Onun bütün cihetlerde olması da kuşatılma ve sınırlanmayı ortadan kaldırmaz. Çünkü O, bu taktirde de âlemin ötesinde olur (berideki-ötedeki). Bu da sınırlı olmayı gerektirir.
***
Şu mana da gizli kalmamalıdır:
Bu gibi, süslü gösterilen haksız/yaldızlı şüphelerden kurtulma yolu odur ki, gayb âlemine ait hükümlerle, şehadete/görünen âleme ait hükümlerin arasını ayırmak/aynı olmadığını fark etmek ve gaybe ait olanı var olanla kıyaslamamaktır. Çünkü bazı hükümler, var olanlar hakkında doğru/geçerli iken, gaib olan hakkında yanlış/geçersiz olur. Şahidde kemal olan dahi, gaibde noksanlık olur. Zira hükümlerin ayrılığı/farklılığı sabittir. Bilhassa iki yer arasındaki mesafe çok uzunsa bu fark daha da belirgindir.
ALLAH-U TEÂLÂ, onlara insaf versin ki, Kur’an’ın sağlam hükümlerini inkâr etmesinler. Hem bu karışık vehimler ve hayaller ile sahih hadis-i nebevileri dahi yalana çıkarmasınlar…
İnzal olunan bu gibi hükümlere iman etmek gerek. Hem de, keyfiyetini/nasıllığını, keyfiyeti belli olmayan ilme havale ederek; onu anlamaktan yana da kusuru/aczi itiraf ederek… Yoksa bu hükümleri, anlaşılamıyor diye inkâr etmek doğru değildir. Çünkü idrak edilemediği için, o hükümleri nefyetmek yerinde bir hareket olmaz. Zira, böyle bir şey, selâmetten ve doğruluktan uzaktır. Çünkü pek çok şeyler vardır ki, aslında var ve doğru oldukları halde, bizim kısa/yetersiz akıllarımıza uzak/yanlış görünür.
Eğer akıl yeterli olsaydı, akıl erbabının kendisine tâbi olduğu Ebu Sina gibi birine olurdu. Ki o, akla dayalı hükümlerde haklı idi; onlarda yanılmadı. Halbuki o, bir meselede hata etti ki, insaflı bir kimse birazcık düşünse doğrusunu anlar; o da şu hükme varmasıydı: “Birden ancak bir sudur eder.”
Bu makamda, İmam Fahr-i Razi ona tenkit edip şu ibareyi kullanmıştır: “Asıl şaşırtıcı mana, o kimseden gelmektedir ki; bütün ömrünü hatadan koruyan bir âleti öğrenmek ve öğretmekle tüketmiştir. Sonra, en büyük matluba/meseleye gelince; çocukları dahi güldürecek şeyler söylemiştir.”
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet uleması, manaları ister aklen bilinsin; isterse bilinmesin bütün şer’i hükümleri isbat/kabul etmişlerdir. Onların keyfiyetinin/mahiyetinin idrak edilemeyişi sebebi ile nefyi/yok sayma cihetine de gitmezler.
Misal olarak, burada kabir azabını, Münkir Nekir sualini, sıratı mizanı ve benzerlerini alabiliriz. Ki bunlar, noksan akıllarımızın, idrakten yana kusurlu olduğu şeylerdendir.
Bu büyüklerin iktida ettikleri/uydukları Kur’an ve hadistir; akıllarını da onlara tabi kılmışlardır. Şayet onları idrak zaferine ererlerse/anlayabilirlerse ne âlâ… Aksi halde/idrâk edemedikleri taktirde, şer’i hükümleri kabul ederler. İdrak edemeyişi dahi, anlayışlarındaki kusura yorarlar. Bunlar başkaları gibi, akıllarının idrak edip kabul ettiğini kabul ve akıllarının idrakten aciz kaldığını da reddedenler değildir. Hiç bilmezler mi ki, peygamberlerin gönderilmesi, ancak Sübhan Mevlâ’nın razı olduğu bazı matlupları idrak etmekten yana akıllar kusurlu olduğu içindir. Akıl da, her ne kadar hüccet/delil ise, lâkin kâmil manada hüccet değildir. Asıl kâmil hüccet, peygamberlerin biseti ile tamam olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Bu manada, ALLAH-U TEÂLÂ, şöyle buyurdu:
“Biz bir Rasûl ba’setmedikçe azabediciler değiliz…”(17/15)
***
Biz, yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki: Hiza ve mukabele, her ne kadar şahidin (hazırda olanın) görülmesinde şart olsa da, gaibin görülmesinde bunlar şart olmayabilir. Nasıl ki gaib olan mevcuttur; ancak mevcudat cihetlerinden herhangi bir cihette değildir. Aynı şekilde, görülmeden önce bütün cihetlerden uzak olduğu gibi, görüldükten sonra da onun için hiçbir cihet sabit olmaz.
Görenin görmesi olmasa dahi, o bütün cihetlerden münezzeh olduğu gibi; gördükten sonra da, ona bir cihet sabit olmaz.
Dolayısı ile karşıda ve hizada olması söz konusu olmaz. O makamda mukabele ve hiza yoktur. Öyleyse burada anlatılan mananın uzak görülmesi ve muhal sayılması neden?
Keyfiyetsiz olanın görülmesi de keyfiyetsizdir. Çünkü keyfiyetli olandan keyfiyetsize giden yol yoktur.
“Sultanın ihsanını ancak onun kervanları taşıyabilir.”
Keyfiyetten münezzeh olanı görmeyi; keyfiyeti belli olanı görmeye, görülen şeylerle ilgili keyfiyetle kıyaslamak münasip düşmez. Böyle bir şey, insaftan da uzaktır.
Doğruyu ihsan eden Sübhan Allah’tır.
Mektubat-ı Rabbani