KABUK ve ÖZ

Ey Kardeş!

Allah-ü Taâlâ, Kitab-ı Mecid’ini iki kısma ayırdı: Muhkem olanlar (manaları belli olanlar) ve Müteşabih olanlar (değişik mana taşıyanlar/anlamı kapalı olanlar). Birinci kısım, şeriat ilimlerinin ve hükümlerinin menşei/kaynağıdır. İkinci kısım, hakikat ve sırlar ilminin mahzeni/hazinesidir. Kur’an-ı Kerim’de veya Hadis-i Şeriflerde, yed, vech, esabi, enamil olarak anlatılanların tümü müteşabihat kısmındandır. Surelerin başında gelen hurûf-u mukattaa (birbirinden kesik harfler) dahi aynı şekilde, müteşabihattan sayılır. Bunlara, hiç kimse muttali olamaz, ancak, ulema-i rasihun/ilimde derinlik kazanmış âlimler müstesna.

Sakın ola ki, Yed (El) ile tabir edilenin kudretten ibaret olduğunu ve Vech (Yüz) ile tabir edilenin dahi, zattan ibaret olduğunu sanmayasın. Elbette, bunların tevili, pek çetin sırlardandır ki, havas zatların dahi en hasına/en seçkin kullara inkişaf etmiştir/açılmıştır.

Hurûf-u mukattaa ile ilgili ne yazabilirim ki?. Onlardan her bir harf, bir denizdir ki, aşıkla maşuk arasında gizli sırların dalgalarındandır. Muhibb/seven ile mahbub/sevilen arasında ince işaretlerle dolu esrarlı birer rumuzdur.

Muhkem ayetlere gelince, bunlar, her ne kadar Ümmehat-ı Kitab/Kitab’ın Temelleri/ Kitab’ın Aslı iseler de; lâkin bunların netice ve meyveleri demek olan müteşabih ayetler Kitab’ın asıl maksadını oluşturur. Esası oluşturan muhkem ayetler/ummehat ise, neticelerin husulü/sonucu elde etmek için vesileler sayılır.

Kitabın kalbi ve özü, müteşabihattır; o özün, çekirdeğin kabuğu ise Kitab’ın (Kur’an’ın) muhkematıdır.

Müteşabihler, aslı, remiz ve işaretle beyan eder; bu şanı yüce mertebeye ait muamelelerin hakikatından haber verir. Amma, muhkemler böyle değildir.

Müteşabihat, hakikatlerdir. O müteşabihata nisbetle bu muhkemat; o hakikatlerin suretleridir.

Rasih olan âlim odur ki: Öz ile kabuğun arasını bulur; hakikat ile suretin arasını cem eder.

Kabuk uleması, ‘kabuk’la sevinip muhkemlerle yetinir. Rasihun olan ulemaya gelince, muhkemleri tahsil edip müteşabihlerin tevilinden yana da bol hazza nail olmaktadırlar. Böylece, hakikat ile sureti bir araya getirirler. Yani, mütaşabih ile muhkemi cem ederler.

Amma bir kimse ki: Muhkematın ilmini tahsil edip onun muktezasına göre amel etmeden, müteşabihatın tevilini taleb eder; sureti dahi terk edip hakikat fikri yoluna girerse, o kimse cahildir; cehlinden de haberi yoktur. Dalâlette kalmıştır; amma kendi dalâletinden haberdar değildir. Bilip anlamaz ki: Bu hayat, suretten ve hakikatten mürekkeptir; bu hayat, devam ettiği süre de, asla hakikat suretten ayrılmaz.

Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu: «Rabbına ibadet et; taa, yakin gelinceye kadar.» (15/99) Yani: Ölüm gelinceye kadar. Nitekim müfessirler de şöyle dediler: Allah-ü Taâlâ, ibadetin son bitimini; ölümün gelme zamanı eyledi. Ki ölüm: Bu hayatın sonudur. Zira, bir kimse ölünce; kıyameti kopmuş olur. Suretin hakikatten ayrılması ise âhirette olacaktır. Ki orası, hakikatlerin zuhur mahallidir.

İki hayattan her birinin, kendine göre bir hükmü vardır; birinin hükmü diğerine geçmez/karışmaz. Birinin hükmünü/ölçüsünü diğerine ancak, maksadı şeriatın iptali olan cahil veya zındık karıştırır.

Müptedi/yolun başındaki için sabit olan herhangi bir şer’î hüküm müntehi/yolun sonundaki için de sabittir.

Avam müminler ile arif zatların ehassul havassı/en seçkin olanları dahi bu manada müsavidir/eşittir; onda aynı kıdeme sahiptirler. Bir şahısla, diğer şahıs arasında fark yoktur.

Dar/kısa görüşlü mutasavvıflar ile hüsrana uğramış inkârcılar, boyunlarını şeriat ipinden kurtarma gayesindedirler; bunu da, şer’i hükümlerin avama mahsus olduğunu, havassın/seçkin kulların ise sadece marifetle mükellef olduğunu hayal ederek/zannederek yaparlar. Yine onlar, cehaletlerinden ötürü sanırlar ki: Emirler ve sultanlar, adalet ve insaf dışında bir şeyle mükellef değillerdir.

Şunu da derler ki, Şer’i emirlerden maksat, marifet hasıl olmasıdır; marifet hasıl olduktan sonra, şer’î teklifler düşer. Kendi davalarının isbatı için de, şu âyet-i kerimeyi şahit tutarlar: «Rabbîna ibadet et; taa, yakîn gelinceye kadar.» (15/99) Yani: Allah-u Teâlâ’ya olan yakîn… Nitekim Sehl-i Türseteri dedi ki: “İbadetin intihası/son bulması, Sübhan Hakka marifetin hasıl olması iledir.” Açık olan mana şu ki: Yakîn manasını Allah’a yakîn olarak alanların muradı, Yüce Hakka marifet hâsıl olması ile ibadetteki külfetin/zorlanmanın kalkması/son bulmasıdır; ibadetin kendi nihayet bulması değildir. Zira öyle bir şey, ilhada/dinsizliğe ve zındıklığa gider.

Yine onlar sanırlar ki, ariflerin/irfan sahiplerinin ibadetleri gösteriş/göstererek öğretmek içindir. Bunlar, taat ve ibadetten yana yapacaklarını tabileri ve müptediler kendilerine uysun için yaparlar; kendilerinin o ibadetlere ihtiyaçları olduğu için değil. Bu işin teyidi için de meşayihten sözler naklederler: “Eğer şeyh mürai ve münafık olmasa, mürid ondan faydalanamaz…”

Allah-u Sübhanehu onları rezil rüsva eylesin! Ne kadar da cahiller!. İrfan sahiplerinin ibadete o kadar ihtiyaçları var ki; müridlerin onun onda biri kadar ihtiyacı yoktur. Çünkü: Onların yükselişleri ibadete bağlıdır; terakkileri, şer’i hükümleri yerine getirmeye dayalıdır.

İbadetlerin neticesi olarak ilerde hâsıl olacaklar/ilimler, arifler için bugünden hâsıl olmuştur. Durum böyle olunca, ibadet etmeye onlar daha çok hak sahibidirler ve şer’i hükümleri yerine getirmeye başkalarından daha çok muhtaçtırlar.

***

Bilinmesi lâzım gelir ki; şeriat, suretin ve hakikatin mecmuundan/toplamından ibarettir. Sûret, şeriatın zahiridir; hakikat ise, şeriatın batınıdır.

Kabuk ve öz, her ikisi de, şeriatın cüzleridir/parçalarıdır. Muhkem ve müteşabih de kabuğun ve özün fertlerindendir.

Zahir âlimleri, şeriatın kabuğu ile yetindiler. Ulema-i rasihun/ilimde yüksek payeye erişen derin âlimler ise, öz ile kabuğu cem edip suret ve hakikatin bir araya gelmişinden büyük hazza/paya nail oldular.

Öyle ise şeriatın, suret ve hakikatten mürekkeb ve hasıl olan bir şahıs gibi tasavvur edilmesi gerekir:..

Bir takım kimseler/bir cemaat, bu şahsın suretine/dış görünüşüne bağlanmışlar ve ona düşkün olmuşlar; hakikatini dahi inkâr etmişlerdir. Kendilerinin uyacağı, peşinden gidebilecekleri Hidaye (isimli fıkıh kitabı) ve Pezdevi (isimli usul kitabı) dışında bir şeyh de tanımamışlar/ kendilerine tanıtılmadı ki ona iktida etsinler/uysunlar. Bu kimseler, ulema-ı kışrdır/öze inemeyen kabuk âlimleridir.

Bunların dışında bir cemaat ise, şeriatın hakikatına meftun oldular fakat onu şeriatın hakikati olarak itikad etmediler. Sandılar ki: Şeriat, yalnız suret ve kabukla sınırlıdır. Lübbü/özü ve hakikati, şeriatın ötesinde/şeriattan başka bir şey tasavvur ettiler.

Bununla beraber, şeriat hükümlerini yerine getirmekten kaçmadılar. Kıl kadar ona muhalif/aykırı davranmadılar. Şeriatın suretini zayi/terk etmediler.

Şeriat hükümlerinden bir hükmü terk edeni dahi, battal ve dalâlette saydılar. İşbu kullar, Yüce Sultan Allah’ın velî kullarıdır. Allah-ü Teâlâ’dan başkasından Sübhan Allah’ın mahabbeti ile kesilmişler/kopmuşlardır.

Bu anlatılanlardan başka bir cemaat daha var ki: Şeriatı, suret ve hakikatten mürekkeb/meydana gelmiş olduğuna itikad etmişlerdir. Yakin getirmişler/kesin inanmışlardır ki o: Kışrın ve lübbün/kabuk ve özün mecmuudur/toplamıdır. Hakikati tahsil etmeden şeriatın suretinin ele geçmesi/hasıl olması, bunlar katında itibar makamından düşüktür/bir değeri yoktur. Sûret olmaksızın hakikatin husulü, noksan olup tam değildir. Hakikat olmaksızın suretin gerçekleşmesini dahi, necati mucib olan/kurtuluşa sebep olan İslâm’dan saymazlar. Tıpkı, zahir âlimler ve avam müminlerin durumu gibi.

Suret hasıl olmaksızın/suretin sübutu olmadan, hakikatin husulünü/ele geçmesini muhalât/imkânsız olan şeyler cümlesinden tasavvur ederler. Böyle bir şeye kail olanı dahi zındık ve dalâlette diye isimlendirirler.

Hulâsa: Bu büyüklerin katında, surî/suret ile ilgili ve manevî/maneviyatla ilgili kemalât, kemalât-ı şer’iyeye inhisar etmiştir/şer’î kemalât ile/şer’î ölçülerle sınırlıdır.

Yakine dayalı ilimler ve marifetler ise, ehl-i sünnet vel-cemaatın reyleri/görüşleri ile sabit olan kelâm akaidi ile sınırlıdır.

Bunlar katında, bin şühud ve müşahede, Yüce Hakkın tenzihi hakkında kelâm ilminde sabit olan bir meseleye müsavi/denk olmaz. Şeriat hükümlerinden bir hükme muhalif olan hal, vecd, mevacid, tecelli ve zuhurları yarım arpaya dahi almazlar. Hatta bu gibi şeylerin zuhurunu/ortaya çıkmasını istidraç zannını taşıyan cinsten sayarlar.

Bir âyet-i kerime meali: «Onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir; onların hidayetine uy.» (6/90)

Bunlar ulema-i rasihundur. Muamelenin/işin hakikatına ittıla/vakıf olma bunlara in’am/ihsan edilmiştir. Bunları, şeriatın hakikatına ulaştıran; şer’î edeplere riayetleridir. Amma ikinci anlatılan fırka böyle değildir. Zira onlar, her ne kadar hakikata müteveccih, ona meftun olmuşlarsa da; o hakikati şeriatın ötesinde sanıp şeriatı dahi onun kışrı/kabuğu tasavvur ettiklerinden zarurî olarak, o hakikatin zıllerinden/gölgelerinden bir zılle tenezzül etmişlerdir/inmişlerdir. Bu muamelenin hakikatına vusul yolu bulamamışlardır. Bunun için velâyetleri zilli/gölge düzeyinde, kurbiyetleri de sıfatıdır/yakınlıkları da sıfatlara doğrudur. Amma Rasihun ulema bunlara benzemez. Zira bunların velâyetleri aslidir. Bunlar, asıllara ulaşma yolunu bulmuşlardır. Tamamı ile zılâl perdelerini de aşmışlardır. Hiç şüphe edilmeye ki; bunların velâyeti, enbiyanın velâyeti gibidir. Amma öbür velilerin velâyetleri, enbiya velâyetinin zillidir.

Mektubat-ı Rabbani