Etiket arşivi: Seyr-ü Sülûk

GENEL ve ÖZEL TERBİYE

Her türlü benzerlik ve eksiklikten münezzeh olan Allah-u Teâlâ, kullarının terbiye ve ıslah olmalarını dilemiş ve emretmiştir.

Allah-u Teâlâ’nın bu manadaki ’emr’i iki çeşittir. Birincisi, Nebîler ve Resûller aracılığıyla gerçekleşir ve özeldir. Gayesi, kulları, kendi tercihleriyle imtihan etmek ve kurtuluşa davet edip götürmektir.

Eğer insanlar kendi tercihleriyle ve gönüllü olarak bu ’emr’e tabi olup gereğini yerine getirirlerse yani maddi ve manevi hükümlere uyarlarsa, istenen yerine gelir ve gaye hasıl olmuş olur.

Şayet uymazlar ve gereğini yerine getirmezlerse, ikinci tür Emr, onları bu hükümlere uymaya zorlar veya uymamanın cezasına…

Bu ikinci ’emr’in uygulanmamasının ihtimali yoktur. Evrende ve insanlarda yürürlükte olan hadiseler, bu ’emr’in gereğidir.

“Başınıza gelenler, kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır; pek çoğunu da affeder.” ayeti bu manayadır.

Allah-u Teâlâ’nın ’emr’inin herhangi bir zaman ve mekânda geçerli ve yürürlükte olmamasına da ihtimal yoktur.

“Bir şeyi irade ettiğinde O’nun emri ancak ona “Kün/Ol” demesidir. O da olur. Her şeyin melekutu/hükümranlığı yed’inde olan Subhan’dır. O’na rücu’ ettirileceksiniz.” (36/82-83)

Şu kadarı var ki, Resûllere tabi olmak ve (Varis-i Resûl olan) Evliya’yı izlemek, hem nefsin kemale ermesini ve hem de ilahi hükümlere uyulmasını kolaylaştırdığı / sağladığı için Allah-u Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak Enbiya göndermiş ve Evliya’yı da vesile kılmıştır.

Eğer bu yolla yani özele hitap eden hükümlere uymakla davete icabet edilir ve gereği yerine getirilirse ne âlâ!

Zaten istenen de budur.

Bunu seçip seçmemek ve gereğini yapıp yapmamak kulların tercihlerine ve serbest iradelerine bırakılmıştır.

Kabul etmeyip isyan ederler veya kabul edip ihmal ederlerse ikinci ’emr’ devreye girer ve iki dünyada da gereğini yerine getirmekten geri durmaz.

Hakikât derecesine erişenler yani ilahi hükümlere riayet edip isyan etmeyenler ise hem beden kafesinde rahat ederler; hem de beden kafesinden kurtulduktan sonra yüceler âlemine yükselerek Enbiyâ ve Velîlerin ruhlarıyla birlikte bitimsiz zevk ve safaya kavuşurlar.

Aşağı âlemde kalan akraba ve yakınları ve bütün ehl-i iman için dua ederler ve imkân oldukça da yardım yapmaktan geri durmazlar.

***

Melekler tümüyle hakikât mertebesindedirler çünkü hem tabiat zindanında tutuklu değillerdir hem de unsurlar giysisini giymemişlerdir. “Emrolundukları işte ALLAH’a isyan etmezler ve kendilerine emredileni yerine getirirler” ayet-i kerimesinde buyrulduğu üzere, ALLAH’ın emirlerini zorlanmaksızın yerine getirmeleri ve isyan etmemeleri, tertemiz olduklarının en açık kanıtıdır.

Aynı şekilde Resuller, Nebiler, Kutuplar, Evtadlar, Abdallar, Nakipler ve Necipler gibi batınî âlemde tasarrufta bulunan büyük zatların tümü hakikât mertebesindedir.

Bunların dışında her memleket ve her beldede, istidat ve kapasitesi ayarında hakikat mertebesine erişen kimseler bulunur. Ancak bunlar da pek nadir olurlar.

Zübdetü’l-Hakaik

SÛFİLER DERLER Kİ

Tasavvuf ehline göre sülûk, kötü sözlerden iyi sözlere, kötü fiillerden iyi fiillere, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kendi varlığından Hakk Teâlâ’nın varlığına gitmekten ibarettir. Sâlik de, bu yolda gidene denir.

Eğer bir sâlik iyi sözleri, fiilleri ve ahlâkı devamlı hale getirirse mârifetlerin yüzü ona görünmeye; eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar. 

“Allahumme erini hakaikel eşyâ-i kemâhiye: Allah’ım, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster” hadis-i şerifindeki mâna ortaya çıktıkça irfanda kemâl zûhur etmeye başlar.

Her kim bu dört haslette kemâle erişirse, insanî kemâlâtı tahsil etmiş olur. Zira insanî kemâlât tamamiyle bu dörde münhasırdır.

Sufiler derler ki: Eğer yüz bin sâlik bu yola sülûk etse, ancak birisi bu dört mertebenin kemâline erişir. Diğerleri noksan kalır. Zira insanın her meselede kemâle erişmesi nâdir vuku’ bulur; hususiyle tarik-i Hakk’ta…

*****

Kazanılması ve üzerinde sebat edilmesi gereken şeylere makam; bertaraf edilmesi lâzım gelen ve sülûke mâni olan şeylere de hicap denir.

Sülûkte hicap ve engeller gayet fazladır. Ancak hicap ve engellerin temeli dörttür: Mal sevgisi, makam sevgisi, taklid ve isyandır. Makamların ve hallerin asılları da dörttür: Güzel sözler, güzel fiiller, güzel ahlâk ve maârif-i cemile (güzel marifetler)dir.

Ey ârif!

Dört makamın tahsilinin kolaylaşması için ilk önce bu dört hicabı terk etmek gerek. Zira dört hicabı terk, abdest mesabesinde; dört makamın tahsili ise namaz mesabesindedir.

Her bir hicap, yıkanması farz olan abdest uzuvlarından biri gibi, dört makamın her biri de vacip olan namazın dört rek’atından biri gibidir. Önce abdest, sonra namaz… Önce tahliye (boşaltma), sonra tehliye (yerleşme)… Önce parlatma, sonra aydınlatma… Önce fasl (ayırma), sonra vasl (kavuşturma)…

Yine demişlerdir ki:

İnsan bir nesneden ölmedikçe, onun karşılığında olan şeyden dirilmez. Kötü ahlâktan bir sıfatı terk edene, güzel ahlâktan onun karşılığında olan sıfat verilir. (Cimrilikten ölenin cömertlikle dirilmesi gibi…)

Dört hicabın terki ve dört makamda ilerleme, dört şeye riayetle husule gelir: Birincisi uzlet, ikincisi az konuşmak, üçüncüsü az yemek, dördüncüsü ise az uyumaktır. Fakat bu zikredilenlerin arif ve irşâda izinli bir mürşidin sohbetinde olup onun emir ve işaretiyle olması gerekir.

Her mürşide gönül verme ki
Yolunu sarpa uğratır.
Mürşidi kâmil olanın
Gittiği yol âsân imiş.

Ey sâlik!

Sülûkta, riyazet ve mücahedeler yapmakta niyet, Hakk Teâlâ’yı talep olmamalıdır. Zira Hakk Teâlâ herkesle beraber mevcuttur; ayrıca talep etmeye hacet yoktur. Her şeyin varlığı O’ndandır. Âlemler O’nunla kâimdir. Her şey yine O’na rücû edecektir.

Keza niyet, temizlik ve güzel ahlâkı tahsil etmek; ilim, marifet, sırların keşfi ve nurları iktibas da olmamalıdır. Zira bunların her biri, manevi mertebelerden bir mertebeye mahsustur. Sâlik o mertebeye eriştiği vakit, istese de istemese de, o mertebeye mahsus olan haller kendi üzerinde zâhir olur. O mertebeye erişmemiş ise talep etmekle de ele bir şey geçmez… Bulunduğu mertebeye mahsus olmayan vasıflar onda açığa çıkmaz. Vakti geldiğinde dişlerin çıkması; vakti gelmeden de talep edilse dahi çıkmaması gibi…

Ey ârif!

İnsan için olan mertebeler tıpkı ağaç için olan mertebeler gibidir… Şöyle ki; bahçıvan, ağacın mertebesine göre, toprağın bakımını yaparak ağaç için uygun halde saklarsa; diken ve yabani otlardan temizleyerek vaktinde suyunu verirse vakti (mertebesi) geldiğinde o ağaç yaprak, çiçek açmaya başlar ve vakti geldiğinde de meyve vermeye durur.

Sâliklerin terbiyesi de buna benzer… Vakti (mertebesi) geldiğinde bulunduğu mertebeye has nitelikler kendisinde zûhur eder.

O vakit ister talep etsin, ister istemesin, temizlik, güzel ahlak, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların zuhurundan her biri zâhir olur. Nice nice leziz haller, acayip keyfiyetler baş gösterir.

(Vakti gelmeden görünenlerin durumu, izahı başkadır.)

Ağacın bütün mertebelerinin tohumunda mevcut olup bahçıvanın bakımlı terbiyesiyle ağaç husule geldiğinde mertebeler ve nitelikleri ortaya çıkması gibi insanın zatında / özünde de temizlik, güzel ahlâk, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların ortaya çıkması gibi vasıflar vardır. Ancak insanın zatında gizli olan bu vasıflar bir kâmil mürşidin sohbetinde bulunmak ve terbiyesinden geçmekle zûhur eder ve husûle gelir.

Eğer öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini istersen, bu kendi özünde gizlidir; zatına yerleştirilmiştir. Bu sebeple “Her ne ararsan kendinde ara” demişlerdir! Çünkü bütün kemâlât özünde gizlidir; derûnunda mevcuttur.

Zannedersin özünü âlem-i asgarsın sen!
Gafil olma, gözünü aç, âlem-i ekbersin sen!
Hz. Ali (kerremellahû vechehû) 

*****

Yine demişlerdir ki: “Hiç kimse dışarda Hakk’ı arayacağı bir yol bulamaz” “Ne kadar Hakk’ı bulan varsa, kendi derûnunda bulmuştur.”

Herkesin derûnunda manevi bir kuyu vardır. Eğer mürşid mârifetiyle sa’y-ü gayret gösterip özünde gizli olan kuyuyu kazarsa âb-ı hayat, ilahî füyûzât gelmeye başlar. Başkalarından feyz almak, başkalarının kuyusundan kendi kuyusuna su boşaltmak gibidir ki ömrü uzun olmaz.

Eğer bir sâlik, kendi derûnundaki kuyuyu açabilirse, ondan Rabbani feyzler fışkırır. İnsanî hakîkat olan kalbin ortasında, sonsuz ehadiyet denizinden cetvel gibi bir kanal ortaya çıkıp akmaya başlar. Bu su eksilmez, kesilmez, kokuşmaz. Bilakis an be an artar ve sefası çoğalır. Kendisine ve ondan içenlere şifa olur.

Her kim onunla sohbet ve muaşeret ederse ondan fayda görür ve istifade eder.

Eğer bir kimsenin kendi derûnunda ilahî feyz kendini gösterirse, o kimse herkesten daha fazla mütevâzi ve mûtedil olur.

Ey sâlik!

Eğer kendi nefsini insanlık mertebelerinin sonuna eriştirip her gün kendi sıfat ve makamlarını temaşa ederek vuslat sarayının has bahçelerinde nimetler içinde yüzemiyor, Hakk Teâlâ’ya yakınlık içindeki kulluk makamına kavuşamıyorsan ve dahi mukarreblere has derecede sürekli Hakk Teâlâ’nın cemâlini temaşa ile nimetlenmeye gücün yetmiyorsa, bâri gayret et de nefsini cehennem ateşinden kurtarıp cennet ehlinden olasın!

Ey sâlik!

Bunun için farzlardan başka çok namaz kılmanın tasasında, farzın dışında çok Hac etmenin derdinde olma! Gereğinden fazla fıkıh ezberlemenin sevdasında da olma. Zaruretleri defedecek kadarını bilmek kâfidir.

Ancak doğru sözlü ve iyi nefisli olmaya gayret et ve ihtimam göster. Böylelikle cehennem azabından kurtulmuş olabilesin. Zira cehennem ehlinin ekseri azabı, istikamet yokluğu ve kötü nefisli olmak yüzündendir.

Halk ile muamelede halka menfaatli olup mazarratının olmaması, cennet ehlinin alametlerindendir.

İstikamet ve nefis temizliğin, zati sıfatın ve melekên olması lazımdır ki cehennem azabından kurtulabilesin. Eğer içten olmayarak veya gösteriş (veya çıkar) için olursa o kimse yine cennet ehlinden değildir.

Şöyle olmak gerekir: “Bütün vakitlerde iyilik yapmak ve halka faydalı olmak -ihtiyârsız- âdet ve tabiat haline gelsin.

Hakikatlerin Özü

MANEVİ YOLCULUK

Nuranî beş cevher ile zulmanî beş unsurdan yaratılmış olan insana küçük âlem (âlem-i sagir) denir. İnsandan hariç yaratılmış olan her şeye de büyük âlem (âlem-i kebir) denir.

İnsana küçük âlem denmesi, büyük âlemde ne varsa küçük bir numunesinin kendisinde bulunması sebebiyledir; hem büyük âlemin bir parçasıdır ve hem de hulasası, özü gibidir.

[İnsan ile büyük âlem arasındaki münasebet, kalbi ile kendisi arasında da mevcuttur.

Büyük âlemde olan her şey nasıl ki insanda varsa, küçük âlemde olan her şey de kalbde vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir topluluktur. Bu sebeple, insanın kalbine hem hakîkat-i câmi’a/toplayıcı hakîkat ve hem de en küçük âlem denir.]

***

Âlem-i kebir (büyük âlem), bir başka cihetle, Halk âlemi ve Emr âlemi olmak üzere ikiye ayrılır.

Halk âlemi: Arş’ın altında, içindeki her şeydir. Emr âlemi: Arş’ın üstünde, dışındaki her şeydir.

Canlılar, Dünya, Gökler, Cennet, Cehennem Arş’ın altında ve halk alemindendir. İnsanın tabiatındaki beş unsur olan toprak, su, hava, ateş ve nefsi de Arş’ın altından ve halk âlemindendir.

Arş’ın üstündekilere gelince… ‘OL’ emr-i sübhanisi ile maddesiz, zamansız, ölçüsüz, şekilsiz ve hacimsiz olarak yaratılmışlardır. Bu âlemde bulunan her şey eksiklik ve ayıplardan uzaktır. İnsanda bulunan nurani beş cevher yani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa da bu âlemdendir; asılları da bu âlemdedir.

***

İnsandaki kalbin Âlem-i kebîrdeki aslı Arş’tır; Emr âlemindeki Arş’ın küçük âlem olan insandaki nümûnesi kalbdir.

Kalbden kasıt göğüs kafesinde bulunan et parçası değil, (ampuldeki elektrik gibi) o et parçasında bulunan maddesiz, mekânsız bir kuvvet, nurani bir cevherdir. 

Kalb, küçük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi yani madde âlemle manevi âlem arasında bir geçit olduğu gibi Arş da büyük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi arasında bir geçittir.

Kalb ile Arş, her ne kadar Halk âleminde bulunuyor olsa da, Emr âlemindendirler.

Diğer dört cevher (ruh, sır, hâfi, ahfa) büyük âlemde (-ki Emr âleminde)ndir ve asılları da Arş’ın üstündedir. Arş’ın üstünden kasıt, binlerce yıllık mesafeden sonra gelen bir üst… Ruhun aslı, arşın yedi bin sene üstündedir ki bu mesafe yeryüzü ile arşın zemini arasındaki mesafe kadardır. Sırrın aslı da kalbin üstünde bir bu kadar mesafedir. Hafinin aslı, sırrın üstünde bir o kadar mesafedir. Ahfânın aslı da hafinin üstünde bir o kadar mesafedir.

***

Bu yönleri ile insan, hem halk âleminden ve hem de emr âlemindendir. Kendisinde hem halk âlemi ve hem de emr âlemi vardır.

İnsanın bu topluluğu yani câmiiyyeti onun ALLAH’a yakınlığına, kerem ve fazilet sahibi olmasına sebep olduğu gibi Hak’tan uzaklaşmasına, yoldan çıkmasına ve cahil kalmasına da sebep olmaktadır.

İnsanın Allah-u Teâlâ’ya yakınlığı, onun aynasının tam ve kâmil oluşu, ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinin zuhur ve tecellisi için kabiliyetli oluşu sayesindedir. Hak’tan uzaklığı ise âlemdeki her şeye muhtaç olması sebebiyledir. Çünkü insana her şey lazımdır. Bu ihtiyacı sebebiyle gönlü, kalbi her şeye takılır, kayar ve onlarla meşgul olur. Bu da onun Hak Teâlâ’dan uzak kalmasına; gaflete dalması ve yoldan sapmasına sebep olur.

***

Asılları Emr âleminde olan nuranî cevherlerin diğer adı ile letaifin (latifelerin) insan vücudundaki yeri veya bağlı olduğu merkezler birbirinden farklı olduğu gibi her birinin yaratılış sebebi, vasfı ve özelliği de birbirinden farklıdır: Kalb, ilâhi huzur ve tecelli için; ruh, cezbe ve muhabbet için; sırr, vahdet (birlik) için; hafi, istiğrak; ahfa ise izmihlal için yaratılmıştır.

Vahdetten maksat, insanın âlemdeki tek maksadının rıza-i ilahi olması; istiğraktan maksat, ilahi tecelli ve nurlar içerisinde kaybolması; izmihlâlden maksat ise ilahi sırlar, gizli ilim ve tecelliler ile nefsaniyetin yok olmasıdır.

Ancak;

Bu nurani cevherlerin, halk âlemine indirildikten ve insan vücuduna yerleştirildikten sonra zulmanî beş unsurun da sebep olduğu zulmet ve gaflet ile üstün ve ulvi vasıfları körelmiş ve kendi hakîkatlerinden bi-haber hale gelmişlerdir.

Nefsaniyetin bu beş latifeyi köreltmiş ve nurlarını söndürmüş olmasının yanında feyz alma kapılarını da kapatmış bulunması sebebi ile kalbin huzuru, dünya ile huzur bulmaya; ruhun muhabbeti dünya muhabbetine; sırrın vahdeti nefsin arzularını tek gaye edinmeye; hafinin istiğrakı dünyevî istekler uğrunda kendini kaybetmeye ve ahfanın izmihlâli ise dünya ile ilgili ihtiraslar içinde eriyip yok olmaya kadar alçalmıştır.

Daha öz bir ifade ile;

Nuranî cevherlerin sultanı olan ruh (diğer latifelerle birlikte), bu âleme inmeden önce kendine mahsus sabit bir makam ve derecede,  terakki edemez bir halde iken, kendisine, melekleri de geride bırakabileceği üstün bir kabiliyet ihsan edildi: Nüzul şartlı terakki… İnme şartı ile yükselme… Bulunduğu makamdan çok daha yükseklere…

Ruhun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek ve cisimleri gösterme kuvvetini kazanması için önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır.

Bu sebeple ruh, cesede indirildi. Her yönü ile birbirinin zıttı olan ruh ile cesedin (latifeler ile bedeni unsurların) bir arada bulunabilmesi için de ceset ruha sevdirildi.

İşte rûh, nefse karşı olan bu  sevgisi sebebi ile kendini nefs âlemine attı ve nefse tâbi’, esîr oldu. Hatta kendinden geçti. Kendini unuttu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu.

Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allah-u Teâlâ’ya olan bilgisini de unuttu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. 

Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun!

Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Onun esfel-i sâfilîne indirilmesi, a‘lâ-yı illiyyîn’e yükselmesi içindi. Buna kavuşamazsa, yükselmeğe uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun!

Allah-u Teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lütfuna, inayetine kavuşturdu ise başını kaldırır, elinden kaçmış olan nimetleri hatırlar, eski hâline döner. Yok eğer başını kaldırmaz, nefsle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır.

Saadetten uzaklaşmasına sebep ise (sultanları nefs olan) zulmanî beş unsur ve sebep oldukları manevi hastalıklardır: Kalbin zıttı olan toprak, ibadetlere karşı isteksizlik/tenbellik ve şer’i ölçülere kayıtsızlık ile; sırrın zıttı olan su, girdiği kabın renk ve şeklini alması gibi bulunduğu ortamın hali ile hallenme, iyinin yanında iyi, kötünün yanında kötü olma gibi iki yüzlülük ve münafıklık ile; hafinin zıttı olan ateş, öfke, hiddet ve benlik ile; ahfânın zıttı olan hava, kendini beğenme ve üstünlük davası gütmek ile; ruhun zıttı olan (emmare-i) nefs ise şer’i hükümler başta olmak üzere hiç kimsenin hükmü altına girmemek, her şeyi ve herkesi kendi hükmü altına almak istemesi gibi küfür ve nankörlük  ile…

Tam bir manevi bataklık…

Mesnevi’de şöyle geçer:

“Hızla yürürken çamura düşen merkep bile oradan kalkıp kurtulmak ister. Yerleşmek için çamuru düzeltmeye, yaşanır hâle getirmeye çalışmaz. Çünkü oranın yaşanır ve kalıcı bir yer olmadığını bilir. Gönlü kötü huy, günah ve arzular çamuruna düşen kimse daha mı duygusuz ki sıçrayıp kalkmaz? Üstelik günah işlerken yorumlarda bulunur, kendini haklı bulmaya çalışır ve kendisini alçaltan duygulardan kurtarmak için çabalamaz. Oysa Allah, kulun işlediği günahları bilmekte, kulun vicdânı da günahlardan dolayı kendi kendini suçlamaktadır. Fakat kör nefis, gurura kapılmış ve suçlarını görmemiştir.”

Çaresi?

Samimi bir niyet ve peşinden gayret…

En güzel ve latif yolu ise nefsinin esaretinden kurtulmuş yani o manevi bataklıktan çıkmış olan birinin veya ‘pir’inin elinden tutmak, uzattığı ‘ip’lere sımsıkı sarılmak…

Nasılı ise…

Manevi yolculuk, kalbden başlar ve kalbin ruh makamına ve daha yükseklere çıkması ile devam eder. Ruhun ve onun üstündeki latifelerin manevi yükselişi de aynı şekilde onların üst makamlara ulaşmasına bağlıdır. Nefs’in de manevi yükselişi kalb makamına inmesi ile olur. İşin sonunda bu altı latife ahfa makamına ulaşır ve hep birlikte kudsi âleme (asıllarına ve daha da ötesine) doğru uçmaya başlarlar. “Ölmeden evvel ölmek” dedikleri şey altı latifenin bu şekilde bedenden ayrılmasıdır.

Bütün latifelerin bir makamda birleşmesi ve oradan uçması şart değildir. Bazen kalb ve ruh ikisi beraber bu işi yaparlar. Bazen üçü, bazen de dördü. En kâmil olanı ise altı latifenin birlikte olmasıdır.

Kalbin asıl makamına ulaşmasının alameti, huzur ve o huzurdan oluşan şühûddur. Ruhun asıl makamına ulaşmasının alameti, vahdettir. Hafinin asıl makamına ulaşmasının alameti, istiğraktır. Ahfânın asıl makamına ulaşmasının alameti, izmihlaldir. Bazan bu sonuçların haricinde keşifler, nurlanmalar gibi haller de zuhur edebilir. 

Bazen de letaifler asli makamlarına çıkmasına rağmen anlatılan bu haller sâlikte oluşmayabilir. Fakat bu durumda da günahlardan kaçınma melekesi, şer’i ölçülerin dışına çıkmama titizliği, iyi amellerinin gözünden düşmesi, heva ve hevesinin esaretinden kurtulmuş olma, manevi huzur ve sekînet, kendinden geçme (manevi sarhoşluk), kendini görmeme gibi zahiri alametler görülür.

İlâhi huzur oluşmaksızın cezbe sarhoşluğunun oluşması, cezbe olmaksızın mahv halinin oluşması da letaiflerin bir kısmının ulaşıp bir kısmının ulaşamamasının âlametlerindendir.

Bu arada… 

Altı latife kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra eğer tekrar bedene döner/döndürülürse beden ile sevgi irtibatı dışında bir irtibat ile beden hükmünü alırlar; manevi yolculuğunu tamamlamış olarak…

İşte bu makam, irşad makamının başlangıcıdır.

(Geri dönmeyenler/döndürülmeyenler ise uzlet velilerinden olurlar.) 

İşte manevi yolculuğu murad eden müridlerin terbiyesi ile nakıs insanların irşadı, altı latifesi kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra tekrar bedene ve insanlar arasına dönen kâmil ve kemâle erdirici velilerin yani Peygamber varisi mürşid-i kâmillerin vesilesiyle olur. O âlemin güzelliklerini bu aşağı âleme taşımakla aslını, vatanını unutan latifeleri gayrete getirir, hakikati hissettirirler.

“Onlar, öyle bir topluluktur ki;
onlarla oturan şaki olmaz…”

Hadis-i Şerif

Ve dahi sözleri ilâç, nazarları şifa olur; kalbe bağlı marazların da tabibi olmuşlardır.

Letaifi karanlık, zulmet ve gaflet gibi manevi hastalıklar içinde kıvranan bir kimsenin hali böyle bir tabibe kavuşuncaya kadar aynı hâl üzere devam eder. Lütf-u ilahi yetişip de bu nimete kavuşursa, işler düzelmeye; manevi tedavi ve terbiye ile nefsin galibiyeti mağlubiyete; kalb ve diğer latifelerdeki zulmet nurlanmaya; zikir bütün vücutta egemen olmaya ve latifeler vücuttan (gurbetten) ayrılarak asıllarına (vatanlarına) doğru -nûr hızı ile- uçmaya, yükselmeye başlarlar.

“Vatan sevgisi imandandır.”
Hadis-i Şerif

(Hakiki imanın olduğu bedende, asli vatan sevgisi ve oraya yolculuk arzusu da vardır.)

Bu yolculuk, elli bin senelik olmasına rağmen, Lütf-u İlahi ile göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede de tamamlanabilir.

Latifeler, asli makamlarına ulaşmadan önce yaratılışında liderlik ve hükmetme bulunan nefse, bulunduğu kötülük hali üzre hizmet ederler idi. Asli makamlarına ulaştıktan sonra yalnız ve hizmetçisiz kalan nefs, latifelerin peşine düşer ve onların makamına çıkar. Yine onlara baş olur ama hayır üzere…

Emmare nefs mutmainne olur. Yani şer’i ölçülere inanmaksızın,  zorla ve şekil yönü ile uyan nefs, iman ederek şevkle ve hakîki veçhesiyle uyar hale gelir ki ehl-i imandan şekil yönü ile kulluk edenler cennetin suretine, hakîki veçhesiyle kulluk edenler ise cennetin hakikatine kavuşurlar.

Nefis mutmain olduğu için kendisiyle mücadele edecek vasfı kalmamıştır. Bu mücadele, olsa olsa (şer’i daire dışına meyletmeksizin) azimet-i terk ve evlâ olana muhalefet şeklinde tezahür eder.

İnsan tabiatı gereği olan fıtri ihtiyaçların karşılanması ise bunun dışındadır ve kulluğa aykırı değildir. Bu ihtiyaçları karşılayanlar da heva ve hevesine (nefsaniyetine) düşkün sayılmaz. Çünkü tabiatın gereğini yapmak, mükelleflik dairesi dışında olup, bunun kaynağı nefsin hevası değildir.

Ruhun yükselmesi  ise mücadelenin devamı ile mümkün olduğu için kalbin temkin bulması (aslına kavuşması) ve nefsin mutmain olmasından sonraki mücadele mülk âleminden olan diğer dört unsurun yani toprak, su, hava ve ateşin   zulmanî  veçhesiyle, ifrat ve tefridiyle devam eder…

Kalbin temkin bulması ve nefsin mutmain olmasıyla bedendeki ateş unsuru kendisinin hayırlı olduğu iddiasından yani benlik davasından vazgeçmez… Toprak unsuru miskinliğinden, su unsuru ikiyüzlülüğünden ve hava unsuru da üstünlüğünden…

Ne zamanki bu unsurlar ifrat ve tefritten kurtulup denge haline kavuşur yani i’tidal bulur yani o rezil sıfatlar yerini güzel ahlâka bırakırsa işte o zaman hadis-i şerifte buyrulan “şeytanım Müslüman oldu” manası o kul için de gerçekleşmiş olur ki ‘hem varis ve hem de vekil ‘ olur. Onun kalbinden her yöne hikmet pınarları fışkırır. Duyulan, görülen, tadılan, koklanan, dokunulan ve idrak edilen her şeyden hikmet hasıl olur. Bu makamda her şey Allah’tan olur, Allah’a olur ve Allah için olur.

Beden unsurları i’tidal bulmayan nefsi mutmainne için rezil sıfatlara dönmek mümkün olsa da beden unsurları i’tidal bulanlar için bu, söz konusu değildir.

“Açın gözünüzü!..
Allah Veli’lerine korku yoktur ve
onlar mahzun da olmazlar… Onlar ki îman etmişler ve takvaya ermişlerdir… Dünya hayatında da Ahirette de buşra (müjde) vardır onlara… Allah Kelimeleri için asla tebdil (değişme) yoktur… İşte bu aziym kurtuluştur. (Yunus Suresi: 62-64)

[Bazı kısımları haricinde bu yazı,
Müceddidi Elf-i Sani
(hicrî ikinci bin yılın müceddidi)
İmam-ı  Rabbani  Hazretlerinin
Mektubat isimli eseri ve diğer risaleleri ile
onları esas alan bazı kaynaklardan derlemedir…]

SEYR-U SÛLÜK

Ey ma’rifetullaha tâlib olan! ALLAH cümlemizi buna muvaffak kılsın!

Bilesin ki, Sâdât-ı Nakşibendiye hazerâtının i’tikâdı ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdıdır. Tarîklarının esası şeriat-ı mutahharanın ahkâmını muhafaza etmektir. Bu yoldaki seyyidlerimizden müceddid-i elf-i sânî olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, şeriat ahkâmına riâyet husûsunda buyurmuştur ki: “Bilesin, âdâbdan velevki bir edebi muhâfaza, mekruhlardan velev ki tenzihi olsun bir mekruhu terketmek, zikirden, tefekkürden, murâkabe ve teveccühten çok daha efdaldir.”

Evet bütün bu zikir, fikir, murâkabe ve teveccüh; şeriat-ı mutahharanın ahkâmına riâyetle beraber bir kimsede toplanırsa nurun-alâ nurdur. O kimse hakikaten büyük bir kurtuluşa ermiştir. Ama bu da insanın yaratılış gayesi olan ibâdet ve ubûdiyyete ihlâsla devam etmeksizin asla hâsıl olmaz.

İnsanın aşk ve muhabbet sahibi olması asıl maksatlardan olmayıp, ubûdiyyet makamına vasıl olmak için bir vesiledir. Bunun için insan mâsivâ ile alâkasını kesmedikçe ALLAH’a hakikaten kul oldum diyemez.

Bu yolda aşk ve mahabbet, kulun mâsivâdan alâkasını kesmesine vesiledir. Onun içindir ki ubûdiyyet, velâyet mertebelerinin en yükseğidir. Ve velâyet dereceleri içinde ubûdiyyet / kulluk makamından yüksek bir makam yoktur.

Bu makâmdan düşmemenin tek şartı da ibâdete ihlâsla devam etmektir.

İbâdet insana her an kendini ALLAH’ın huzurunda bilme şuurunu kazandırır. Bu sebeple kulun, tam istifade edebilmesi için ibâdet ânında ALLAH’tan gayriyle alâkayı kesmesi ve ALLAH’ın huzurunda olmanın haşyetini duyması lâzımdır. Bu büyük saâdet de, ancak ALLAH’ın lütfu ile kulun kalbinde ibâdet şevki olmasıyle kazanılır. Bunu kazanmak için en sağlam yol da, o aşka sahip bir şeyh-i kâmilin sohbetine (ve terbiyesine) devâm etmektir.

Şeyh Ebu Ali ed-Dekkak ‘kuddise sirruh’ demiştir ki: “Kendi başına biten ağacın meyvesi olmaz; olsa da tatsız olur. Sünnetullah her şeyi bir sebebe bağlamak üzere câridir. Nasıl ki baba ve ana olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir Mürşid- i Kâmil’in terbiyesine girmeden yeni bir âleme doğuşta bir çok özürler, sürçmeler ve yıkılmalar olabilir.”

Er-Risâletü’l-Mekkiyye adlı eserde, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” denmiştir.

El-hadîkatü’n-Nediyye kitâbında mezkûrdur ki: “Kalb-i selîme ve huzur-u ilâhide olmanın haşyetine sahip olmayan herkese, fıkh-ı bâtını, bu yolda insanı kurtuluşa ve helâke götüren şeyleri, seyr-u sülûkün âdâbını ve muâmelâtı öğrenmek farzdır, farz-ı ayındır.”

Gerçi cezbe-i ilâhî ve ilm-i ledünnî ve fıtrat-ı kudsiyye ile de kalb-i selîme sâhib olanlar vardır. Ama bunlar çok nadirdir. Dînin hükümleri ise istisnalara göre değil bütün insanların durumlarına göre konulmuştur.

İlm-i zâhiri tahsil etmek, insanı ilm-i batını tahsil etmekten müstağni kılmaz. Evvelki ve sonrakilerden birçok büyük ulemâ ilm-i zâhirden sonra ilm-i bâtını terbiye ve hizmet yoluyla tahsilin zaruretine inanmışlar ve bu yolun salikleri olmuşlardır.

Bütün bu büyük âlimler, zahiri ilimleriyle meşgul olup onları tahsil ettikten sonra bâtınî ilimleri, ehillerinden, sohbet, hizmet, seyr-u sülük, hüsn-i i’tikâd, ihlâs, rezâili terk ve fezâille zînetlenmek suretiyle tahsil ettiler ve hayr-ı küllîye nâil oldular.

Rivâyet olunur ki, bir âlim şöyle anlatır: Nâsiyelerinde hayır âşikare görülen bir cemâat içinde İmam-ı Gazâlî’yi gördüm. Üzerinde yamalı bir elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki: “Ey İmam! Bağdat medresesinde ders vermen bundan iyi değil miydi?”

Bana derin derin baktı ve dedi ki:

“Bedr-i saâdet, irâde felekinde tulû’ edince,
Akıl güneşi vuslat mağribine meyletti.” 

Şeriat ve tarikat ilimlerinde bir âlim-i mütabahhir bulunan imam arif-i billâh Abdülvehhab Şa’rânî “Meşâriku’l-Envâri’l-Kudsiyye” kitabında der ki:

“Ehl-i tarik, insanı ALLAH’ın huzuruna kalb huzuru ile çıkmaktan men eden kötü sıfatlardan temizlenmeye irşad edecek bir mürşid-i kâmile intisâb etmenin mutlaka zarurî olduğunda icmâ’ ve ittifâk etmişlerdir.

Fakat mürşidinin âlim, ârif, kâmil ve mükemmil bir mürşid olması lâzımdır. Huzurlu namaz kılmayı insana bu mürşid öğretecektir. Zira namazın kemâli de tamamı da bu huzura bağlıdır.

Emrâz-ı bâtıniyyenin ilâcı dünya sevgisinden, kibirden, kendini beğenmekten, riyakârlıktan, insanlara kin beslemekten, hassaden düşmanlıktan, ikiyüzlülükten ve bunlar gibi kötü hasletlerden temizlenmektir.

Bunların hepsi de Hazret-i Peygamber Efendimizin hâdis-i şeriflerinde bir bir beyan edilmiş ve azaplarının ağır olduğu haber verilmiştir. Bu kötü hasletlerden terbiyesi ile kendisini kurtaracak bir müşid-i kâmili olmayanlar,  ALLAH’ı ve Resûlünü saymamış, âsi olmuş olduklarını bilmelidirler. Çünkü bir mürşidin terbiyesine girmeyen insan, bu mezmum hasletlerden kurtulamaz, ilim vâdisinde yüzlerce kitabı ezberlese bile…

Bu kimse, tıp mevzuunda bir kitap ezberleyip de hangi ilacı hangi hastalık için ve ne zaman tatbik edeceğini bilmeyen kimse gibidir. Onun bu kitabı okuttuğunu duyan ve işin hakikatini bilmeyen herkes: “O ne büyük bir tabip imiş” derler. Fakat bir hasta ona halini arz edip hastalığın adını ve devâsını sorsa, işte o zaman: “Bu cahil biridir, tabiplikten haberi yok” der.

Bunun için ey mü’min kardeşim!

Bu tavsiyeyi tut ve bir mürşid-i kâmilin eteğine yapış!

Sakın ola ki Kur’an’ın ve Sünnet’in ruhuna uymayan bir yola sofiyenin yoludur demiyesin! Çünkü Kur’an’ın ve Sünnet’in kabul etmediği yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyyeyi yaşamak ve bütün hayatımızı Kur’an’ın emirlerine ve Resûlullah’ın sünnetlerine göre tanzim etmektir.”

Abdülvehhab eş-Şa’rânî yine bu kitabında: “Resûlullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ adına, amel etmediğimiz ilimle mağrur olmamak ve kendimizi aldatmamak üzere bizden söz alındı. Bu gün insanların pek çoğu ise amelsiz ilimle mağrur olmakta, kendilerini aldatmaktadır. Halbuki önceki sâlih zatlar böyle değildi.  

Bu ahde sâdık kalmak isteyenin bu yola sülük etmesi lâzımdır. Bu yolculuğunda menzil-i maksuduna tehlikesiz ulaşabilmek için bir mürşid-i kâmile muhakkak ihtiyacı vardır. Ki mürşidi onu ALLAH’ın izni ve tevfîki ile murâkabe derecelerine ulaştıracak, terbiyesi ile ilâhî haşyetini kalbinde duyuracaktır. İlmiyle âmil olan âlimler böyle yapmışlar, böyle söylemişlerdir.

Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî der ki: “Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katıksız kuru ekmek gibidir.”

Aliyyu’l-Havvâs şöyle der: “İlim talibi, bir şeyh-i kâmile bağlanmadıkça kemâle eremez. Zira ilmi onu mağrur eder ve bu mağruriyeti onun gözüne çok hakikatleri perdeler ve göstermez. Mürşid-i kâmil ise ona, nefsinin tuzaklarından kurtaracak yolu gösterir.

Ehl-i tarikle beraber olmayan bir kimse, her işini birbirine karıştıracak, ilimsiz amel davasında bulunacak, aslını bilmeden yaptığı yanlış ameli doğru yapıyorum diye iddiaya kalkışacak, kendisine “ibadetin az” diyene karşı nefsi kabaracak, kendisini ikaz edeni bir sürü hatalarla ithâma kalkışacak ve bir sürü delil öne sürecektir. Bu sözümde şüphesi olan varsa tecrübe edebilir.”

Ey kardeşim!

Bir şeyh-i kâmilin terbiyesi altında yola koyul, ona hizmet et! Cefâsına ve göreceğin ezalara katlan. Olmaz gibi görünen işlerine sabret!

Bu senin için büyük bir dönüştür! Fakat bu yolculukta dünyevî işler mazeret gösterilirse menzil-i maksuda ulaşılmaz.

İlmin kendine has bir büyüklüğü, insana verdiği bir gururu vardır. Ve nefis, hileleri ve tuzaklariyle bunu beklemektedir. Nice büyük ulemâ zahirî ilimleriyle mağrur olarak bu gizli tehlikeleri görmemişler ve birçokları yıkılıp gitmişlerdir. Henüz ilim tahsili çağında olanlar, bu tuzaklardan mürşidsiz nasıl geçebileceklerdir?

“ALLAH dilediğini ve dileyeni sırat-ı müstakime hidâyet eder.”

Âdâb / El-Behcetü’s-Seniyye

CİHAD-I EKBER

Din-i İslâmı Mübin’in bir sureti, bir de hakikati vardır.

Onun sureti; Allah’a, Resulüne, Allah katından gelenlere iman ettikten sonra, şer’i hükümleri yerine getirmekten ibarettir. Nefs-i emmarenin yaratılışında bulunan itirazı, yüz çevirmesi, azgınlığı ve inkârcılığı ile beraber olan îman, îmanın suretidir. Bu sıfatlarla beraber kılınan namaz ve tutulan oruç dahi böyledir; şekli namaz ve şekli oruçtur/namaz ve orucun şekil yönüdür. Diğer şer’i hükümlerde de durum böyledir. Zira insanın temeli olan ve kendisine her kişinin ‘ben’ -ene- diye işaret ettiği nefis, küfrü ve inkârı üzeredir. Böyle bir nefisten hakîki anlamda îman ve sâlih ameller nasıl beklenebilir?

Sübhan Allah’ın rahmeti icabıdır ki; sırf şekli yapılan amelleri kabul buyurur ve rıza ve rahmetinin mahalli olan cennete girme müjdesini verir. Yine Sübhan Hakk’ın ihsanındandır ki; îmanın kendisi için, kalbin tasdiki ile yetinmiş; nefsin boyun eğmesini şart koşmamıştır.

Evet, cennetin dahi bir sûreti ve bir hakîkati vardır. Suret ehli, cennetin sureti ile haz alırken; hakikat ehli ise cennetin hakikatinden hazzını alır.

Suret ve hakikat ehlinden her biri cennet meyvelerinden bir meyveyi yerken suret sahibi olanların aldığı lezzet ile hakikat erbabının aldığı lezzet birbirinden farklı olacaktır.

İstikamet üzere olmak şartı ile şer’i şerifin suretini yaşamak, ahiret felahına ve kurtuluşuna bir vesiledir; cennete girme ile neticelenir. Şer’i şerifin sureti sağlandı mı umumî manada velayet de sağlanmış olur. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir:

«Allah, îman edenlerin velîsidir. (yardımcısıdır.)» (3/68)

***

Bu zamanda sâlikler, ayağını tarikata attıktan sonra, hususi manada velayete doğru yürümeye ve tedricen/yavaş yavaş nefsini emmarelikten (kötülükleri emretme vasfından) mutmainliğe çıkma hususunda istidat sahibi olmuş olurlar. Ancak bilinmesi yerinde olur ki; hususi manada velâyet,  şer’i emirleri yerine getirmeye bağlıdır. Zikr-i ilâhî dahi bu Tarikat-ı Aliyye’nin temel esası olup şer’î emirlerdendir.

Yasaklardan kaçınmak dahi, bu Tarikat-ı Aliyye’de zarurî olarak riayet edilmesi gerekli ameller arasındadır.

Farzların edası, yakınlık sağlayan ameller arasındadır/kurbiyet vesilesidir.

Tarikatta irfan sahibi, hidayet yolunu gösteren, hakka götüren yolda vesile olabilecek bir mürşidi aramak ve talep etmek de şer’î emirler arasındadır. Bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu: «Ona vesile arayın.» (5/35)

***

Hülâsa, şer’i şerifin hem sureti ve hem de hakikati gereklidir. Zira bütün velayet ve nübüvvet kemallerinin ana esasları, şer’î/dinî hükümlerde bulunur. Velayet kemâlleri, şer’i şerifin suretinin neticeleridir. Nübüvvet kemalleri ise, şer’i şerifin hakikatinin semereleri/meyveleridir.

***

Velayetin mukaddimesi/ilk basamağı tarikattır ki kendisinden istenen masivayı nefyetmektir. Gayr  ve gayriyyeti nefyetmek, o tarikattan maksuttur. Allah-u Teâlâ’nın lütfu ile masiva tamamiyle nazardan silinince, ağyarın ne ismi ne de resmi kalmayınca fenâ makamı hasıl olmuş, tarikat makamının nihayetine ulaşmış ve “seyr-i ilellah” tamamlanmış olur. Bundan sonra kendisine “seyr-i fillah” denilen “ispat makamı”na başlanılır. Bu makam, valâyetten kastedilen en yüksek maksat olan hakîkatın yeridir/vatanıdır; beka billah makamıdır.

Tarikat ve hakikat ile yani fenâ ve bekâ makamları ile velayet/velilik payesini almış ve emmare dahi mutmainneye dönüşmüş olur. Bu makamda nefis, küfründen ve inkârından dönmek sureti ile Mevlâsından razı hale gelir. Şanı Yüce Mevlâ dahi ondan razı olmaktadır. Onun cibilletindeki/yaratılışındaki kerahet/hakkı kerih görme dahi zail/yok olur. Gerçi bu nefis için demişlerdir ki: Nefis itminan makamına vâsıl olsa dahi, azgınlığından ve tuğyanından (tamamıyla) geri dönmez/vaz geçmez.

Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin: «Küçük cihaddan büyük cihada döndük.» hadis-i şerifinde buyurduğu büyük cihaddan murad olan mana için dediler ki: Nefisle olan cihattır. Ancak, bu fakirin keşfinde kendisine zahir olan, alışılan bu mananın hilafınadır. Çünkü itminana eren/mutmain olan nefiste azgınlık ve inatlaşma bulamıyorum. Hatta onun inkiyad/boyun eğme makamında karar kılmış olduğunu görüyorum ki: Masivayı/gayr ve gayriyeti görmekten ve bilmekten kurtulmuş; makam ve riyaset sevgisinden, lezzet ve elemden dahi halâs olmuş bir kalb haline gelmiştir. Bu durumda serkeşlik nerede, inatlaşma kiminle?

Ancak “Nefis henüz itminana ermeden, halinde ve renginde kıl kadar bile farklılaşma olsa, her türlü serkeşliğe ve tuğyana müsaittir” diyorlarsa buna bir itirazımız yoktur. Fakat itminan/kalıcı manevi huzur gerçekleştikten sonra muhalefet ve azgınlaşmaya yer yoktur.

Fakir, bu babda derin görüşe daldı, mutalaasını yaptı. Bu muammanın hallinde büyükler katındaki manaya muhalif olduğu için derin fikre daldı. Lâkin, Allah’ın inayeti ile mutmainne olan nefiste kıl kadar muhalefet ve inatlaşma bulmadığı gibi, onda kendinden (vaz)geçme ve yok olmanın dışında bir şey de görmedi.

Bir nefis ki, kendisini Mevlâsı yolunda feda eder; onda muhalefet mecali nasıl olsun? Nefis ki, Yüce Hazret-i Hak’tan razıdır; Yüce Hak ki, ondan razı olmuştur; onda tuğyan/azgınlık nasıl tasavvur edilir? İşbu tuğyan rızaya aykırı düşmektedir. Yüce Hakkın razı olduğu şey, bir başka manada razı olmadığı olamaz; hem de hiç bir şekilde.

Hakîkat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah’tır. Mümkündür ki, ‘Cihad-ı ekber’den murad; kalıb/beden/vücut ile olan cihaddır. Zira kalıb, her biri, farklı şeyleri isterken farklı şeylerden de nefret ettiren muhtelif tabiatlerden terkip edilmiştir. Şehvet ve gazap kuvvetlerinden her biri, kalıptan kaynaklanmaktadır. Sair hayvanatı görmez misin ki: Kendilerinde nefs-i natıka olmamasına rağmen, bu rezil sıfatlar onlarda da vardır. Hemen hepsi de şehvet, gazap, hırs ve tamahla muttasıftır.

İşte anlatılan manada bir cihad daima vardır. Onu, ne nefsin itminanı durdurabilir, ne kalbin temkini/süküneti kaldırabilir.

Anlatılan manadaki cihadın bekasında/devamında bir çok faydalar vardır. Kalıbın temizlenip pâklanması gerçekleşir. Böylelikle bu dünyadaki kemâlât ortaya çıkar. Öbür dünyanın muamelesi/kemâlâtı birinci derecede bu cihada bağlıdır.

Bu dünyanın kemalâtında kalb asıldır/önderdir, kalıp ise ona tâbî hükmündedir. Öbür âlemin kemalâtında ise iş tersine olur: Kalıb önder kalb ise ona tabidir.

Bu dünya hayatında bozulma başlayıp öbür âlemin belirtileri görünmeye başladığında bu cihad biter, bu kıtal dahi kalkar.

Sübhan Allah’ın fazlı ile, nefis itminan makamına ulaşıp; Şanı Yüce Allah’ın hükümlerine boyun eğince, işte o zaman, hakikî İslâm/İslâm’ın hakikati müyesser olur ve imanın hakikati dahi hâsıl olur. Bundan sonra da her ne yapar ise hakikat olur. Namazını eda eder ise bu namazın hakikati olur. Oruç tutar ise bu tuttuğu orucun hakikati olur. Eğer hacca gider ise bu hac dahi haccın hakikati olur. Şer’i hükümlerin kalanları dahi, bu kıyasa tabi tutulabilir.

Tarikat ve hakikat vazifelerinden her biri; şer’i şerifin (şeriatın) hakikati ile onun sureti ortasında bulunmaktadır ve ikisi arasında bir aracıdır.

Şeriatın sureti ile hakikati arasındaki farkın nefisten kaynaklandığını da bilmek gerekir. Şöyle ki, şeriatın suretinde nefs-i emmare azgınlık halinde ve inkâr üzeredir. Hakikatinde ise mutmainnedir ve Müslüman’dır.

Suretler demek olan velayet kemalâtı ile hakikatler demek olan nübüvvet kemalâtı arasındaki fark da kalıptan/bedenden kaynaklanmaktadır. Zira kalıp parçaları/bedendeki unsurlar, velayet makamında tuğyanından, inadından dönüp çekilmemiştir.

Misal olarak, şöyle anlatabiliriz: Nefis itminan bulmasına rağmen ateş cüz’ü/bedendeki ateş unsuru, daha hayırlı olma davasından dönmemiş; kibrinden vaz geçmemiştir. Toprak cüz’ü/bedendeki toprak unsuru dahi, hasislikten/alçaklık ve denaetten/düşüklükten dönüp pişman olmamıştır. Kalıbın sair parçaları dahi bu kıyasa tabi tutulabilir.

Nübüvvet kemalâtında ise kalıbın parçaları, itidal haddine gelmiştir. İfrattan ve tefritten kendini almıştır. Mümkündür ki, Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin şu hadis-i şerifi bu manaya ola: «Şeytanım Müslüman oldu.»

Afakta nasıl şeytan var ise enfüste dahi şeytan vardır ve bu, en/daha hayırlı olduğunu iddia eden, kibir ve üstünlük davasına sebep olan ateş cüz’ü/parçasıdır. Bütün bu sıfatlar, ondaki sıfatların en düşükleridir. Onun İslâm olması demek, bu rezillerin de rezili sıfatlarının zeval bulup gitmesi demektir.

Nübüvvet kemalâtında kalbin temkini ile nefsin itminanı ve kalıp cüzlerinin/beden unsurlarının itidali/dengesi vardır. Velayette ise kalbin temkini vardır; ancak nefsin itminanı daha sonra mümkün olmaktadır.

Daha sonra tabirini şu mana icabı kullandık; zira, nefsin bir zorlama olmadan, kâmil manada itminan bulması ancak kalıp cüzlerinin itidalinden sonra olmaktadır. Bu sebepledir ki, velayet erbabı, beden parçaları dengeye gelmemiş bir nefs-i mutmainnenin tekrar beşerî sıfatlara dönmesine cevaz verdiler. Kalıp cüzlerinin itidalinden sonra nefse hâsıl olan itminan ise beşerî sıfatlara dönmekten yana emin ve beridir.

Nefsin rezilliklere dönmesi ve dönmemesi üzerinde ortaya çıkan ihtilâf nefsin makamlarına ve görüşlere göredir. Çünkü her şahıs kendi makamından konuşur ve vicdanında bulduğunu söyler.

***

Burada şöyle bir soru ortaya çıkabilir: Kalıp cüzleri itidal haddini bulup inadından ve tuğyanından alındıktan/el etek çektikten sonra, onunla cihad nasıl tasavvur edilir? Bu durumda ondan cihadın kalkması gerekir.

Cevap: Nefs-i mutmainne ile bu beden cüzleri arasında fark vardır. Nefs-i mutmainne, istihlâk/kendinden geçmiş ve izmihlale sahib olup/kendini kaybetmiş olarak emir âlemine katılmıştır. İstihlâk ve sekir halinin kemali ile muttasıftır. Bu beden cüzlerinin ise sekir ve istihlâk ile bir münasebeti yoktur. Bunun sebebi de, şer’î hükümleri yerine getirmektir. Çünkü şer’î hükümleri yerine getirmenin ayıklık/uyanıklığa bağlı olması sebebi ile beden cüzlerinin sekir hali ve kendinden geçmişlikle bir alakası yoktur.

Kendinden geçmiş kişinin muhalefet etmeye mecali yoktur, onda uyanıklık da yoktur. Birtakım menfaat ve maslahatları icabı bir tür muhalefetin bazı işlerde görülmesi caizdir/olabilir. Lâkin umulan odur ki: Allah’ın fazlı ile bu muhalefet, müstahapları terkten ve tenzihi kerahetten yukarı çıkmaz.

Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, cüzleri mutedil/denge halinde olan kalıp ile cihad düşünülebilir ama nefs-i mutmainne mertebesinde cihada cevaz yoktur.

***

Allah Sübhanehû’nun fazlı ile şeriatin hakikati ve meyveleri demek olan nübüvvet kemâlâtı nihayete erdiğinde, yani bütünüyle hasıl olduğunda, artık ilerleme amellere bağlı olmaktan çıkar. O yerde muamele sırf Allah’ın fazlına kalır. Orada itikadın bir tesiri olmadığı gibi, ilmin ve amelin dahi bir hükmü yoktur. Orada fazl içinde fazl vardır; kerem içinde kerem vardır.

Bu makam, önce anlatılan makamlara nisbetle cidden yüksektir. Onun için tam bir genişlik vardır, nuraniyet vardır ki; geçen makamlarda bu anlatılanlardan yana bir eser yoktur. Bu makam, asaleten ülül-azm peygamberlere mahsustur. Onlara salât ve selâmlar olsun. Kendisine inayet yetişen herkes, tabi ve varis olma yolu ile bundan nasiplenirler.

Bir mısra:

Kerem sahipleri ile yaplan işte zorluk yoktur.

***

Biri kalkıp da, “Bu makamda şeriatın suretine de hakikatine de ihtiyaç kalmamıştır; artık şer’i hükümleri yerine getirmeye gerek yoktur.” diyecek hataya düşmesin. Zira biz şöyle diyoruz: Şeriat bu işin aslı/özü ve bu yolun/muamelenin esasıdır. Bir ağaç ne kadar uzarsa uzasın ; bir bina ne kadar yükselirse yükselsin ve üzerine köşkler, saraylar kurulsun; bunların hiç biri kökten ve temelden müstağni olamazlar. Kendilerinden, zatî olan ihtiyaçları gitmez.

Misal olarak bir evi ele alalım. Ne kadar yükselip çıkarsa çıksın, aşağı kata olan ihtiyaçtan kurtulamaz. Alt kata bir halel/bozukluk gelecek olsa, bundan üst kat dahi etkilenir; ona da aynı şekilde halel gelir. Alt katın kayması veya yıkılması, üst katın kayması ve yıkılmasını gerektirir. Hülâsa şeriat, bütün hallerde lâzımdır; bütün vakitlerde gereklidir. Her şahıs, onun hükümlerini yerine getirmeye muhtaçtır.

Mektubat-ı Rabbani

“Kişi Sevdiği İle Beraberdir.” Hadis-i Şerifinin Şerhi Mahiyetinde Bir Mektup

MANEVİ BERABERLİK


Mevlana Halid ‘kuddise sirruhû’ bu mektubu (risaleyi) Devlet-i Ali Osmaniyye’nin merkezinde bulunan halifelerine göndermiştir. 

***

‘Rahman ve Rahim olan ALLAH’ın İsmi ile’

Hamd ALLAH’a mahsustur.

O bize kâfidir.

Selam, seçtiği kullarının üzerine olsun.

ALLAH’tan şiddetli aşkı talep eden Hayru’l-Beşer Efendimiz’in ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ sünnetine sımsıkı sarılan fakir kul Halid en-Nakşibendî’den Daru’l-Hilafe’de (hilafet merkezi İstanbul’da) ikamet eden ihlas ve kerem sahibi kardeşlerine…

Allah-û Teâlâ saltanat merkezi İstanbul’u hainlerin hilelerinden korusun! ALLAH’ın yardımı; orasını ve tüm İslâm beldelerini himaye eden Padişaha kıyamete kadar devam etsin!

Hepinize kâmil selam, hürmet ve ikrâm…

Sıhhatinize delalet eden mektubunuz geldi. Münkirlerin çokluğuna ve sıkıştırmalarına rağmen ulvî tarikımız üzerinde sebatınız bizi sevindirdi. Bunun için Allah-u Teâlâ’ya çok çok hamdettim.

Hakk’el-yakin sırlarından gâfil olan bazı kimselerin rabıtayı (mânevî beraberliği) tarikatte bid’at saydıkları ve onun aslının, hakikatinin olmadığına dair itikadları bize kadar ulaştı.

Hayır, öyle değildir!

Rabıta, Tarikat-ı Aliyye’nin esaslarından büyük bir esastır. Hatta Kitab-ı Aziz ve Sünnet-i Resul’e yapışmaktan sonra vâsıl olma sebeplerinin en üstünüdür. Öyle ki, büyüklerimizden bazıları sülûk (manevî yolculuk) esnasında yalnız onunla yetinmişler, bazıları ise rabıtadan başkasını emretti ise de fenâ fi’llahın mukaddimesi (başlangıcı) olan fenâ fi’ş-şeyhe kavuşturan yolların en kısasının rabıta olduğunu söylemişlerdir.

Büyüklerimizden Ubeydullah Ahrar ‘kuddise sirruhû’ söyle buyurmuştur: Âlemlerin Rabbi’nin “Ey iman edenler, ALLAH’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” mealindeki kavl-i celilesinde emrettiği ‘sadıklarla beraber olmak’ emri, zahiri veya manevi beraberliği gerektirir. Manen beraber olmak da râbıta ile olur. 

Rabıta ile ilgili bu hüküm ehli nezdinde meşhur olup Reşahât adlı eserde tafsilatlıca açıklanmıştır.

Rabıtayı inkâr edenler onun ne demek olduğunu iyi anlayamamışlardır. Şayet iyi anlasalardı inkâr etmezlerdi.

Tarikatta rabıta, müridin, fenâ fi’llaha kavuşmuş kâmil mürşidinin ruhaniyetinden mânen beslenmesi, manevi gıda alması demektir. Mürşidin sûretini düşünmek, gıyabında da huzurundaki gibi feyz (manevi gıda) almasını sağlar. Huzûru ve nûru kuvvetlendirir. Bu vesile ile mürid, kötü ve çirkin işlerden (fahşa ve münkerden) uzak kalabilir.

[Rabıta, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş kâmil mürşidin sûretini hayâl ederek, ayrı yerde de olsa, onunla mânen, ruhen irtibât kurmaktır.

“Onlar görüldüğü zaman ALLAH hatıra gelir” hadîs-i şerifinin mucibince kamil mürşidi gözle görmek nasıl ki mürîdi zikir yapmış gibi faidelendiriyorsa; râbıta da aynı şekilde istifade ettirir.

Şurası sarih bir hakîkattır ki, her an sâlihlerle oturmaya teşfik eden sayısız hadîs-i şerif mevcuddur. İşte râbıta, bunu, manevî olarak tahakkuk ettiren bir vesiledir.]

Bu, inkârı tasavvur edilemeyen bir hakikattir. Bunu, alnına hüsran damgası vurulmuş, rahmetten uzak ve azâba yakın olandan başkası inkâr etmez.

Eğer bir kimsenin evliyaya itikâdı varsa, onlar zaten, râbıtanın güzelliği ve faydasının büyüklüğünü açıklamışlar ve hatta bu hususta ittifak etmişlerdir. Nitekim onların kûdsi kelimelerini takip edenlere ve hoş sohbetlerinin kokusunu koklayanlara bunlar gizli değildir…

Tevfîk Allah-u Teâlâ’dandır ve hidayet yoluna ileten O’dur.

***

İbn-i Hacer El Mekki, ‘Şemail’ adlı kitabının şerhinin sonunda, Hafız Celalüddin es-Suyuti’nin ‘Peygamberi ve Melekleri Görme Hususundaki Karanlığın Aydınlatılması’ isimli kitabında söylediği söze ittifak ederek şöyle demiştir: Abdullah İbni Abbas’dan ‘aleyhimürrıdvan’ rivayet olunur ki: O, Peygamber Efendimizi rüyasında gördü. Sabahleyin Ezvâcı tâhirâttan birinin yanına gitti. Kendisine Rasûlullah Efendimizin aynasını verdi.  Abdullah İbn-i Abbas aynaya baktı ve aynada Rasûlullah Efendimizin mübarek suretini görüp kendi suretini görmedi. İşte bu hâl, sufilerin ıstılahında fenâ fî’r-râbıtadır (râbıtada fenâ/yok olmaktır: rabıta ile fenâ bulmaktır).

Sözümüz ve itirazımız Peygamber Efendimizin sureti hakkında değildir, denilmesin. Zira biz deriz ki; bu, Peygambere has olan özelliklerden değildir. Bu cinsten olan hususiyetlerde onlar ile veliler müşterektir. Ehli nezdinde bunda hiçbir şüphe yoktur.

Marifetler sahibi imam Tâceddin el-Hanefi en-Nakşibendi el Osmani ‘kuddise sirruhû’, Taciyye risalesinde ALLAH’a ulaştıran yolları açıklarken şöyle der: Üçüncüsü, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş bir mürşide râbıta yapmaktır. Zira “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldüğü zaman ALLAH hatırlanır.” mealindeki hadis-i şerif mucibince, onları görmek, zikrin faydasını verir. Böyle bir mürşidin sohbeti ise “Onlar ALLAH ile meclis kuranlardır” mucibince İlahî huzuru temin eder.

İmam Sühreverdi’nin Avarif isimli kitabında, Hambeli âlimlerinden Gavsu’l a’zam ve imamu’l efham Abdülkadir el-Ceyli’den ‘kuddise sirruhû’ şöyle nakledilmiştir: “Fakir kişinin Veliler ile rabıtası vardır. Zahiri olarak ikram ve iltifat görmese de bu rabıta sebebiyle bâtınî olarak onlardan istifade eder; beslenir.”

[Misalde hata olmasın, bilgi veya enerji haznesi olan bir merkezden kablosuz aktarım yapmak gibi bir şey… Bahsi, feyz ve rahmete; görülmesi ise zikir ve haşyete vesile olacak kadar nefsi terbiye olmuş ve hakk’el-yakîni bulmuş bir zat-ı şerife ihsan edilen manevi dirayet ile deruni ilimlerden gönül ve muhabbet bağı ile (rabıtaya devamla) istifade etmek… Şer’i ölçülerin zahir ve/veya batınına uymakta zorlanan kalb-i manevî, şifa olan gıdasını bu vesile ile ala ala beslenir, tedavi olur; nefis ve şeytan gibi acımasız iki düşmana karşı kuvvet ve hayat bulur.]

[Sâlik, sülûkünün başında Rabbini (şanına lâyık şekilde) bilmesi, Rabbine kalbiyle şehadet getirmesi mümkün değildir. Bu olmayınca ALLAH’ı (haşa) hâdis bir mahlûk gibi (yukarda bir mekânda veya bir sûrette) tasavvur edecektir. Bu durum, kişiyi küfür yoluna sürükler. 

Şurası muhakkaktır ki mürîdin, Rabbini doğrudan doğruya istihzâr etmesi yani vasıtasız olarak huzura varması en mükemmel olanıdır. Fakat mürîd, kat’î surette sülûkunun başlangıcında buna muktedir olamaz. Bu durumdaki hiçbir kul havâtırdan, vesveseden kurtulamaz. Bunun ne demek olduğunu ârifler bilir. Kendine bir rehber bulmayan da mazur sayılmaz.

İdrâk edilebilen hâdis bir mahlûk ile idrâk edilemeyen Kadîm Hâlik’ı hayâlen (vehimle) değil, şuhûden (yani kalb ile) bildirecek vesileyi, “O’na yakîn’e vesile arayın” emrine uyarak arayıp bulmak ve ona başvurmak lâzımdır.]

[Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri Mektûbat’ında, rabıta hakkında şunları yazmıştır: Bu Tarikat-ı Aliyye’de sülûk etmek, kendisine uyulan mürşide karşı muhabbet râbıtası iledir. Bir mürid, kendisine tabi olunan mürşide beslediği muhabbet vasıtasıyla (karpuzun güneşin hararetiyle saat saat olgunlaşması gibi) saat saat onun boyasıyla boyanır… İn’ikâs / aksetme yolu ile onun nurları ile nurlanır. Ki bu zat, seyr-i murâdî (ALLAH tarafından seçilmiş ve sevilmiş kullara ait bir seyr) ile bu yolu katetmiş ve ilâhi cezbe kuvvetiyle bu yüksek kemalâtlara boyanmıştır.]

[Müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş olmayan bir kimseye râbıta etmek ise râbıta edeni menzil-i maksûduna ulaştırmadığı gibi; bilâkis onu içinden çıkılmaz ve helâk edici vartalara düşürür.]

Bu manâda büyüklerin sözleri sayılamayacak kadar çoktur.

Bu sözlerde, velilerin öldükten sonra tasarruf ettiklerine dair açık deliller de vardır. Birçok muhakkik, bu hususta açıklayıcı risaleler yazmışlardır. Onun için inkârından kaçınılmalıdır. Zira inkârı tehlikelidir, helâke götürür. 

İşleri ümmetin yükünü çekmek ve dertlerine çare bulmak olan evliyâ-ı kiram ve dinde söz sahibi âlimler, hak ve hakikat olduğunu açıkladığı böyle hükümleri avâmın inkâr etmesi nasıl caiz olabilir? Bu zevatın arasında öyleleri vardır ki, ledünni ilimleri Allah-u Teâlâ’dan vasıtasız almışlardır.

Hulasa-i kelam, bu yol şerefli Sahabe-i Kiram’ın ‘alehimurrıdvan’ yolunun ta kendisidir. Eksiği ve fazlası yoktur.  Bunun içindir ki, Şah-ı Nakşibend olarak tanınan Es-Seyyid Muhammed el-Buhari ‘kuddise sirruhû’ şöyle buyurmuştur: “Bizim yolumuzdan yüz çevirenin dini tehlikeye girer.”

***

Bu fakir sizlere sabah akşam İslâm’ın medarı olan Devlet-i Ali Osmaniyye’nin devamı ve din düşmanlarına galip olması için sâlih dualar etmenizi emreder!

ALLAH’ın selamı, rahmeti ve bereketi başta ve sonda sizlerle olsun. 

Hâlid-i Nakşibendi

VELAYET ve NÜBÜVVET

Süâl:

ALLAH-u Teâlâ’ya yakınlık (İlahî kurbiyet), Cezbe ve Sülûk makâmlarını geçmek ve Fenâ ve Bekâ’ya kavuşmakla elde edilir.

Ashâb-ı Kirâm, Mahlûkların En Hayırlısı’nın sohbetinde bir kere bulunmakla, ümmetin bütün velilerinden daha üstün oldular. Acaba bütün bu Seyr ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbette mi hâsıl oldu? Yoksa bu sohbet, seyr ve sülûkun; fenâ ve bekânın hepsinden daha mı üstün idi?

Eshâb-ı Kiram’ın Fenâ ve Bekâ’ları, O Hazret’in teveccühü ve tasarrufu ile mi idi yoksa yalnız İslâm’a girmekle mi idi?

Onlar sülûk ve cezbeyi hâl ve makam olarak biliyorlar mı idi yoksa bilmiyorlar mı idi?

Eğer biliyor idi iseler, bu hâl ve makamlara ne isim vermişlerdi?

Eğer onlarda sülûk ve cezbe yolu yoktu denirse, bu yolun bid’at-i hasene olması lâzım gelmez mi?

Cevap:

Esasen, bu müşkül iş, sohbet ve hizmetle anlaşılır hale gelebilir. Zira kimsenin söz söylemediği bir mevzuyu bir yazı ile anlayabilmek hayli zordur. Lâkin mademki sordunuz; cevap verilmesi zaruri olduğundan, icmalen de olsa halledilmesi gerekir.

ALLAH-u Teâlâ seni irşad eylesin! 

Bilesin ki:

Velâyet, İlâhi yakınlıktan ibarettir. Bu, ister velinin velayeti olsun, ister nebinin velayeti olsun ve isterse de mele-i âlânın velayeti olsun… Aralarındaki fark gölgeler / zıller ve perdeler / hicaplardır.

Evliyanın velâyeti, zıllıyet (gölgesel) damgası ile mühürlüdür. Enbiyanın velâyetinde zıllıyet yoktur; lâkin esma (isim) ve sıfat perdeleri kalkmış değildir. Mele-i âlânın velâyetinde, isim ve sıfatların perdeleri yok ise de, Zatî şuun ve itibarların perdeleri vardır.

Kendisinde zıllıyet / gölgesellik şaibesi olmayan ve isim ve sıfat perdelerinden kurtulmuş olan tek makam ise nübüvvettir. Bu sebeple nübüvvet, her çeşit velayetten kesin bir şekilde üstün ve faziletlidir. Çünkü bu, asla olan gölgesiz ve hicapsız yakınlıktır.

Sorumuza gelirsek:

Sülûk ve Cezbe yolu ile Fenâ ve Bekâ hâsıl olmasıyla olan yakınlık Kurb-i velâyettir; Ümmetin evliyasının şereflendiği…

Hayr’ül-enam Resulûllah s.a. Efendimizin sohbeti ile müyesser olan ise kurb-i nübüvvettir ve bu yakınlıkta fenâ, bekâ, cezbe ve sulük yoktur…

İşbu yakınlık, asla yakınlıktır; o yakınlık ise gölgeler ve perdeler arkasındandır.

Arasındaki farkı buradan anlamalıdır.

Şayet…

Peygamberlik kurbunun kemâllerine, velâyet kurbu yolundan kavuşma olursa, o zaman Cezbe ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ gerekli olur. Zira bunlar, asla yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Fakat seyir bu yoldan olmaz da, tercih, Peygamberlik kurbunun caddesine düşerse, bunlara gerek kalmaz. Eshâb-ı Kirâm’da olduğu gibi; nübüvvet kurbunun caddesinden ilerledikleri ve tam tabi ve varis oldukları için…

Buradan da anlaşılmış oldu ki, nübüvvet kemalâtına ulaştıran yol ikidir: 

Birincisi; Velâyet kemalâtı mufassal olarak aşıldıktan ve tecelliler husule geldikten sonra nübüvvet kemalâtına adım atılmış olur.

İkincisi ise ana yol olan kurb-i nübüvvettir; kurb-i velayet tavassutu yani fenâ, bekâ, cezbe ve sulük olmadan…

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:

Nübüvvet kemalâtının hâsıl olması, sırf mevhibeye kalmış ve ilâhi bir ikrama bırakılmıştır. Onda zorlamanın ve çalışmanın bir dahli yoktur. Amma velâyet kemalâtı böyle değildir. Zira bunun başlangıcı ve mukaddimesi irade ve gayrete dayalıdır. Onun hâsıl olması riyazete ve mücahedeye kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma ve amele girmeden bu devletle müşerref olmaları caiz ise de; velâyetin aslı olan fena ve beka, çalışma sonunda bir fazl ve kerem olarak ihsan olunur. Yani: Bu mevhibeye ermek kimin için murad edilmiş ise…

Anlatılan mevhibe ve ilahi ikramlar, enbiyaya vasıtasız; enbiyanın ashabına ise onların vasıtası ile gelmiştir; tabi ve varis oldukları için…

Enbiya ve ashabı dışında bu devletle müşerref olma caizdir ama nadirdir.

Öyle sanıyorum ki, bu devletin gölgesi, tabiinin büyüklerine ve tebe-i tabiinin ise en büyüklerine düşmüştür. Bundan sonra da gizlenmiştir.* Taa Resulûllah’ın bi’setinden sonra gelen ikinci bine nöbet ulaşıncaya kadar. Ona salât ve selâm olsun. 

Böylece evvel, âhire benzemiş oldu.

***

*[“Siz onları görse idiniz, mecnun derdiniz; onlar sizi görse idi, bunlar müslüman değil, derlerdi” sözü, bu manayı ifade eden sözlerdendir.]

***

Yeniden sorumuza dönersek:

Mevlânâ Câmî, Nefehât’ta, Fenâ ve Bekâ’dan ilk söz eden zatın Ebû Sa’îd el-Harrâz olduğunu yazar. Yani, Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk isimleri sonradan konulmuş olup büyükler tarafından keşfedilmiştir.

***

İlahî yakınlıktan ibaret olan Nübüvvet (Peygamberlik) kurbunda, arada hiç gölgelik / perde bulunmaz. Çünkü asla kavuşma vuku bulmuştur. Aslın gölgeleri olan tecelli ve zuhurlara ihtiyaç hali kalmamıştır.

Velâyet (evliyalık) kurbu da Allah-u Teâlâ’ya yakınlıktır ama bu yakınlık, araya zıl / gölge karışmadan olmaz; zıller / hakikatlerin gölgeleri tecelli eder. Arada perdeler bulunur. Bu makama uygun olan sekr ma’rifetleri hâsıl olur.

Peygamberlerin velâyeti her ne kadar zıllerden kurtulmuş ise de isimlerin ve sıfatların perdeleri araya karışır. Velâyet-i mele-i a’lâ, isimlerin ve sıfatların perdelerinin üstünde ise de, Zât-i ilâhînin i’tibârları ve şü’ûn perdelerinden kurtulamaz.

Kendisine hiç zıll karışmayan ise yalnız Nübüvvet ve Risâlet makamıdır. Bu makâm, sıfatların ve i’tibârların perdesi üstündedir. Nübüvvetin yakınlığı, zâta ve asla olduğu için Peygamberlik, Peygamberlerin kendi velayetlerinden de çok üstündür.

Vüsûl yanî kavuşmak, nübüvvet mertebesindedir. Hüsûl (tecelli ve zuhurların hasıl olması) ise velâyet makâmındadır. Çünkü zıll varsa hüsûl vardır; zıll yoksa hâsıl olmalar bitmiş ve zıller aşılmış yani vasıl olmuş demektir.

Bu sebeple velâyet mertebesinde her zaman sekr (manevi sarhoşluk) bulunur. Nübüvvet makâmında ise hep sahv, şuûr bulunur.

Aslın zılleri, görüntüleri ve gölgeleri olan tecelliler ve zuhuratlar velâyet makâmlarında ve bu makâmların başlangıcında olur.

Nübüvvet mertebesinde ise asla vüsûl nasîb olduğu için tecellî ve zuhûrlar kalmamıştır.

Sözün kısası, tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden olur. Zıllere bağlı olmakdan kurtulmuş olanlar için tecelliler kalmaz. İşte Vennecmi sûresindeki (Gözü hiç şaşmadı ve sınırı aşmadı) âyet-i kerîmesinin sırrı bu makamda aranmalıdır.

Aşk feryâtları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevâcüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîler de, zıllerin görünmesinde hâsıl olur.

Asla kavuştukdan sonra, bunların hiçbiri olmaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Başka zevkli ve şevkli şeyler burada yoktur.

Velâyet makâmında ikiliğin giderilmesi istendiği için, Evliyâ, irâdelerini yok etmeğe uğraşırlar. Bâyezîd-i Bistâmî, “İstemekten kurtulmayı istiyorum” demesi bunun içindir.

Bu yakınlıkta, insanlık sıfatlarının hepsinden kurtulmağa çalışılır.

Nübüvvet kurbunda ise ikiliği yok etmek lâzım olmadığı için sıfatlardan kurtulmak istenilmez; bu sıfatların kötü şeylere bağlanmaması aranılır.

Sıfatların kendileri de kâmil ve makbul sıfatlar olduğu için mesela irâde sıfatının yok edilmesi değil de kötü şeylere bağlanmaması, zararlı ve fuzuli şeylere yönlendirilmemesi istenir.

İlim sıfatının kendisi kâmildir. Buna aşağılık / düşüklük gelmiş ise kötü bir şeye bağlandığı / zararlı ve fuzuli şeyler öğrenildiği içindir.

Diğer bütün sıfatlar da böyledir; kötü şeylere bağlanmaması lâzımdır; kendisini yok etmek değil…

Şu halde, Nübüvvet makâmına Velâyet yolundan gelen kimsenin, yolda iken, sıfatların kendini yok etmesi lâzımdır. Peygamberlik kurbundan gelen kimsenin ise sıfatların kendilerini değil, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmesi lâzımdır.

Sıfatların ilgi sahasına giren kötü şeyler yok edilince peygamberlerin velayeti ortaya çıkmış olur. Bundan sonra gerçekleşen yükselmeler ise nübüvvetin kemalatı ile ilgilidir.

Sıfatların kendilerini yok etmek, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmekten daha güçtür. Bundan dolayı Peygamberlik kemâllerine kavuşmak, velâyet kemâllerine kavuşmaktan daha kolay ve daha çabuk olur. Asla kavuşmakta olan herşeyde de, böyle kolaylık ve çabukluk vardır. Asldan uzaklaştıkça, kolaylık ve çabukluk azalır.

Herkes bilir ki, aslın kimyâsı, ya’nî kıymetli maddesi çok olan filizinden, bu maddeyi elde etmek, kolay şekilde ve çabuk hâsıl olur. Kıymetli maddesi az olan bir filizin işlenmesinde sıkıntılar ve güclükler artar. Kıymetli maddeye kavuşmak için bir ömür elden gitse de yine de kavuşma olmayabilir. Ele geçenlerde ise kıymetli maddeye benzeyiş olabilir ama çoğu zaman bu arızî benzeyiş zemânla yok olarak kendi aslına rücu eder ve aşağılık ve kirli şeylere yönelir. Durum, yalancılık ve aldatmacılık olur.

Asla kavuşan ise böyle değildir. İşin kolay olması ve yolun çabuk olmasının yanında yalancılık ve aldatmak tehlikesi de yokdur.

Güç riyâzetler ve ağır mücâhedeler çekerek zıllerden bir zılle kavuşanlardan pek çoğu, işte bu şekilde aranılana kavuşulur, diyorlar. Daha kısa bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşturduğunu bilmiyorlar.

Allah-u Teâlâ ihsân ve ikrâm ederek seçtiği kulunu bu yolla kavuşturur. Onun için bu yola İctibâ (çekip götürme) yolu denir. Onların seçtikleri ve mücâhede çektikleri yola ise İnâbe (gitme) yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar azdır. İctibâ yolundan kavuşanlar ise çoktur.

Peygamberlerin hepsi “aleyhimüsselatü vesselam”, İçtibâ yolundan gittiler. Peygamberlerin Ashâbı da, onlara uydukları ve vâris oldukları için içtibâ yolu ile vâsıl oldular.

İçtibâ yolunda riyâzet çekmek, kavuşmak (vusül) ni’metine şükür içindir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimize  soruldu: Geçmiş ve gelecek bütün günâhlarınız afv ve magfiret olunmuş iken, niçin bu kadar eziyet çekiyorsunuz? Cevâbında: Şükr eden bir kul olmayayım mı? buyurdu.

İnâbet yolundaki mücâhedeler ise kavuşabilmek (vusulün husulü) içindir.

İkisi arasında o kadar fark var ki…

Velâyet makâmında, dünyâdan ve âhıretden vaz geçmek lâzımdır. Âhırete bağlanmayı, dünyâya bağlanmak gibi bilmelidir. Âhıret için çalışmanın, dünyâ için çalışmak gibi olduğu bilinmelidir. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî buyuruyor ki, “Selâmete kavuşmak istersen, dünyâdan selâmet bul, kurtul! Kıymetlenmek istersen, âhıret için eğilme!” Bir başkası buyuruyor ki, Âl-i İmrân sûresi yüzelliikinci âyetinde, “Dünyâyı istiyenleriniz ve âhıreti istiyenleriniz” manası ile, ikisini isteyenleri de şikâyet etmekdedir. Kısacası, Fenâ, Hakk Teâlâ’dan başka herşeyi unutmak demektir. Dünyâyı da, âhıreti de unutmak icap eder.

Kemâlât-i nübüvvet mertebesinde ise âhırete gönül bağlamak iyidir. Âhıret için çalışmak beğenilir, makbuldür. Hatta bu makâmda yalnız âhıret için çalışılır. Yalnız âhıret düşünülür. Secde sûresi onaltıncı âyetinde, “Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak dua ederler” ve İsrâ sûresi elliyedinci âyetinde, “Rablerinden çekinirler ve azâbından korkarlar” ve Enbiyâ sûresi kırkdokuzuncu âyetinde, “Onlar kıyâmet gününde merhamet umarlar” buyurulmuştur ki, bu makam sâhiplerinin hâlini göstermektedir. Bunlar, âhıret hâllerini düşünerek ağlarlar. Kıyâmet hâllerinin korkusundan sızlarlar. Kabir fitnesinden Allah-u Teâlâ’ya sığınırlar; Cehennem azâbından kurtulmak için yalvarırlar.

Bunlara göre, âhıretten korkmak, Allah-u Teâlâ’dan korkmak demektir. Allah-u Teâlâ’yı istemek ve sevmek, âhıreti istemek ve sevmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ’ya kavuşmak, âhırette vaat edilmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın kulundan rızâsı, âhırette belli olacaktır.

Hakk Teâlâ, dünyâyı sevmez. Âhıreti sever. Sevilmiyen, sevilen ile hiçbir şeyde bir tutulamaz. Çünkü sevilmeyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür. Beğenilenden yüz çevirmek, sekr (manevi sarhoşluktur). Allah-u Teâlâ’nın davet etmesine ve beğenmesine karşı gelmektir. Yûnüs sûresi yirmibeşinci âyetinde, “Allah-u Teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırıyor” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze şâhittir.

Allah-u Teâlâ, ısrarla âhırete çağırmaktadır. Âhıretten yüz çevirmek, Hakk Teâlâ’ya karşı gelmek olur. Onun beğendiği şeyi ortadan kaldırmağa uğraşmak olur. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî, velâyetde ileri gitmiş olduğundan, “Âhıreti istememek kerâmettir” dedi. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin âhıret için çalıştıklarını, âhıret azâbından titrediklerini bilmiyormuş gibi konuştu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” birgün, deve üstünde, bir sokaktan geçiyordu. Birisi Vettûri sûresinin yedinci âyetini okuyordu. (Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önleyecek yoktur) manasını işitince, aklı başından gitti. Deveden aşağı yıkıldı. Kaldırıp evine götürdüler. Günlerce hasta yatdı. Herkes ziyâretine gelirdi.

Evet, sona varmadan önce, Fenâ makâmında iken, dünyâ ve âhıret unutulur. Âhırete bağlılığın, dünyâya bağlılık gibi olduğu sanılır. Fakat Bekâ ile şereflenerek nihâyete kavuşunca ve nübüvvet kemâlâtına adım atınca, her ân âhıret düşüncesi ve Cehennem korkusu vardır. Bundan Allah-u Teâlâ’ya sığınmakdadır. Rabbinden Cenneti istemekdedir. Cennetin ağaçları, nehrleri, hûrî ve gılmânları, dünyâda olanlara hiç benzemez. Bunlarla hiçbir ilgisi yokdur. Hatta bunların zıttı, tersidirler. Kızmak ile beğenmek birbirinin tersi oldukları gibi…

Cennetin ağaçları, nehrleri ve orada olan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyiliklerin meyveleridir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Cennetde ağaç yokdur. Oraya çok ağaç dikiniz!) Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, (Bir kimse, Sübhânallahi ve bi-hamdihi Sübhânallahil’azîm derse, onun için Cennetde bir ağaç fidanı dikilir) buyurdu.

Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyâda harfler ve sesler şeklinde, bu kelimeye yerleşdirilmiş olduğu gibi, Cennette, bu kemâller ağaç şeklinde bulunmakdadır. Bunun gibi, Cennette bulunan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyi işlerin netîceleri, meyveleridir. Allah-u Teâlâ’nın kemâllerinden herhangi biri, bu dünyâda, iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleştirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennetde, lezzetler, ni’metler perdesi altında meydâna çıkar. Bunun içindir ki, oradaki lezzetleri, ni’metleri Allah-u Teâlâ beğenir. Bunları tatmak, Cennette sonsuz kalmağa ve Allah-u Teâlâ’ya kavuşmağa sebep olur. Zavallı Râbia, eğer bu inceliği anlamış olsaydı, Cenneti yakıp yok etmeği düşünmezdi. Ona bağlılığı, Allah-u Teâlâ’ya bağlılıktan başka sanmazdı!

Dünyâ lezzetleri, dünyâ ni’metleri böyle değildir. Bunların başlangıcı hep kötülük ve aşağılıktır. Bunların netîceleri, âhıret ni’metlerinden mahrûmluktur. Allah-u Teâlâ, bizi bundan korusun!

Dünya lezzetleri, eğer İslâmiyyet’in mubâh etdiklerinden ise âhırette bunların hesâbı olacaktır. Allah-u Teâlâ, eğer merhamet etmezse, hesâba çekilenlerin vay hâline!

Eğer mubâh olmıyan lezzetler ise, azâb yapılacaktır. Yâ Rabbî! Kendimize zulüm etdik. Eğer bizi afv ve magfiret etmezsen, ziyân edenlerden oluruz.

Dünyâ lezzetleri zehirdir. Âhıret lezzetleri, fâideli ilâçtır. Âhıreti, yâ mü’minlerin câhilleri düşünür, yâhut da en yüksek olanları… En yüksek olmıyanlar âhıret için üzülmezler. Kerâmet, âhıret için üzülmemektir derler.

Fârisî mısra’ tercemesi:

Onlar onlardır; ben de böyleyim yâ Rab!

***

Süâl 2: O Server “aleyhi ve alâ ekmelüttahiyyat” şaşılacak riyâzetler ve sıkıntılı açlıklar çektiği halde bu yolda riyâzetleri yasak etmişlerdir. Hatta riyâzetler, sûretlerin, görüntülerin keşflerine sebeb olduğu için, zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakta zarar bulunabileceğini düşünmek, şaşılacak birşey değil midir?

Cevâb 2: Riyâzetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede işittiniz? Bu yolda, daima nisbeti korumak ve sünnet-i seniyyeye uymak “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve hâllerini örtmeğe çalışmak ve orta hâlli yaşamak ve yiyecekte, giyecekte ve her şeyde orta hâli gözetmek vardır.

Bunların hepsi, riyâzât-i şâkka ve mücâhedât-i şedîdedir.

Câhiller bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve mücâhede, yalnız açlık çekmektir. Çok aç kalmağı pek kıymetli sanırlar. Çünkü hayvanlar gibi yaşayanlar, yemeğe ve içmeğe çok önem verdikleri için hep bunları düşünürler. Bu sebeple yememek ve içmemek bunlara ağır riyâzet ve sıkı mücâhede görünür. Bu câhiller, nisbetin hep korunmasına ve sünnete uymağa “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve benzerlerine hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamağı çirkin görmezler. Yapmağa çalışmağı da riyâzetten saymazlar.

Görülüyor ki, bu yolda, hâllerini örtmeğe çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyâzetleri yapmamak icap eder.

Böyle riyâzetleri câhiller beğenir. Aralarında yayılarak şöhrete ve âfete sebeb olur ve sonu kötü olur. Resûlullah, (Dinde ve dünyâda parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yeter. Bundan ancak Allah-u Teâlâ‘nın koruduğu kimse kurtulur) buyurdu.

Bu fakîre göre, uzun açlıklar çekmek, yemekte ve içmekde orta dereceyi gözetmekten çok dahâ kolaydır; pek hafîf kalır.

Orta hâli gözetmek riyâzeti, çok aç kalmak riyâzetinden her yönden daha üstündür.

Yüksek babam “kuddise sirruh” buyurdu ki, “Sülûkü anlatan bir kitabta gördüm: Maksada kavuşmak için yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek yeter. Bunu gözetince ayrıca zikir ve fikir lâzım olmaz.”

Sözün doğrusu da budur. Yiyecekte, giyecekte ve her işte orta dereceyi gözetmek en iyisidir.

Fârisî beyt tercümesi:

Ağzından taşacak kadar çok yime,
Açlıktan ölecek kadar az yime!

Hakk Teâlâ, Peygamberimize “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kırk erkek kuvveti ihsân eylemiştir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Eshâb-ı kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehıyye” bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muhârebede düşmana öyle güclü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabr eden yirmi kişi, ikiyüz kâfire gâlib gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı Kirâm’dan başkaları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler.

Gücü yok iken, bu işte Eshâb-ı Kirâm’a benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamıyacak hâle sokmak olur. İşitdiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” O Server gibi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” hergün oruc tutmak istedi. Zayıfladı, tâkati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. O Server “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzûrunda kalırım. Oradan yerim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.

Eshâb-ı kirâm, insanların en iyisi kadar “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” açlığa dayanamadılar ise de, onun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korunmuş değildirler.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Açlığın safâ verdiği, temizlediği meydanda bir şeydir. Çok kimselerin [Sâlih olan mü’minlerin] kalbine safâ verir. Çoğunun da [Kâfirlerin ve dünyaya düşkün olan mü’minlerin] nefsine safâ verir.

Kalbin safâ bulması, insanı doğru yola götürür ve nûrlandırır. [Âlem-i emrdeki nûrlar, feyzler, hidâyet hâsıl olur.] Nefsin safâsı ise dalâlete sürükler ve zulmeti arttırır. [Nefsin safâsı, nefsin güçlenmesi demek olur ki, kalbin ve yakın kalplerin de bozulmasına sebeb olur.]

Ahmak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli birşey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Eflâtun zemânında Peygamber olmuştu. Rûhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. Biz gericilikten kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız yoktur, dedi.

Eğer kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayâlindeki sûretlere aldanmaz, se’âdete kavuşmakdan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı.

Bu karanlık safâyı görerek, kendini nûrlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlıyamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete döndüğünü göremedi.

Kalb böyle değildir. O, yaratılışta temizdir. Nûr ile doludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmiştir. Az bir tasfiye, temizlemek ile üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar.

Nefs ise yaradılışta karanlıktır, pistir. Kalbin emri ve idâresi altına girmedikçe, dahâ doğrusu sünnete uymadıkca, islâmiyyete sarılmadıkca “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”, hattâ ve hattâ, ancak Allah-u Teâlâ’nın ihsânına kavuşmadıkca, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaradılışındaki pislikten kurtulup saadete kavuşamaz.

Eflâtun, aklı ermediği için, nefsinin safâsını, Îsâ aleyhisselâma inanan kalbin safâsı gibi sandı. O îmânlı kalbin sâhibi gibi, kendini de, nûrlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” uymak ni’meti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi. Böyle belâya düşmekten Allah-u Teâlâ’ya sığınırız!

Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tam ortada kalma mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlikesine düşmemek için, fâidelerinden de vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşünerek, zararlarını göremedikleri için açlık çekmeği emr etmişlerdir. Aklı olanlar ise bir zarardan kurtulabilmek için birçok fâidelerin bırakılacağını söylemişlerdir. İslâm âlimlerinin, (Bir işin sünnet veya bid’at olduğu anlaşılamasa; bid’ati yapmamak, sünneti yapmaktan daha iyidir) sözleri de, akıl sâhiplerinin bu sözlerine benzemektedir. Çünkü bu iş, bid’at ise zararlıdır. Sünnet ise fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini önde tutmuşlar; bid’at olabileceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.

Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği şaşılacak bir şey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Eshâb-ı kirâm için olabilir. O zaman için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, mutasavvıfların çoğu bunu anlayamamış; kendileri de böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zaman için olduğunu anlayarak, kendileri yapmamışlardır.

Her şeyin doğrusunu ancak Allah-u Teâlâ bilir.

Mektubat