VELAYET ve NÜBÜVVET

Süâl:

ALLAH-u Teâlâ’ya yakınlık (İlahî kurbiyet), Cezbe ve Sülûk makâmlarını geçmek ve Fenâ ve Bekâ’ya kavuşmakla elde edilir.

Ashâb-ı Kirâm, Mahlûkların En Hayırlısı’nın sohbetinde bir kere bulunmakla, ümmetin bütün velilerinden daha üstün oldular. Acaba bütün bu Seyr ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbette mi hâsıl oldu? Yoksa bu sohbet, seyr ve sülûkun; fenâ ve bekânın hepsinden daha mı üstün idi?

Eshâb-ı Kiram’ın Fenâ ve Bekâ’ları, O Hazret’in teveccühü ve tasarrufu ile mi idi yoksa yalnız İslâm’a girmekle mi idi?

Onlar sülûk ve cezbeyi hâl ve makam olarak biliyorlar mı idi yoksa bilmiyorlar mı idi?

Eğer biliyor idi iseler, bu hâl ve makamlara ne isim vermişlerdi?

Eğer onlarda sülûk ve cezbe yolu yoktu denirse, bu yolun bid’at-i hasene olması lâzım gelmez mi?

Cevap:

Esasen, bu müşkül iş, sohbet ve hizmetle anlaşılır hale gelebilir. Zira kimsenin söz söylemediği bir mevzuyu bir yazı ile anlayabilmek hayli zordur. Lâkin mademki sordunuz; cevap verilmesi zaruri olduğundan, icmalen de olsa halledilmesi gerekir.

ALLAH-u Teâlâ seni irşad eylesin! 

Bilesin ki:

Velâyet, İlâhi yakınlıktan ibarettir. Bu, ister velinin velayeti olsun, ister nebinin velayeti olsun ve isterse de mele-i âlânın velayeti olsun… Aralarındaki fark gölgeler / zıller ve perdeler / hicaplardır.

Evliyanın velâyeti, zıllıyet (gölgesel) damgası ile mühürlüdür. Enbiyanın velâyetinde zıllıyet yoktur; lâkin esma (isim) ve sıfat perdeleri kalkmış değildir. Mele-i âlânın velâyetinde, isim ve sıfatların perdeleri yok ise de, Zatî şuun ve itibarların perdeleri vardır.

Kendisinde zıllıyet / gölgesellik şaibesi olmayan ve isim ve sıfat perdelerinden kurtulmuş olan tek makam ise nübüvvettir. Bu sebeple nübüvvet, her çeşit velayetten kesin bir şekilde üstün ve faziletlidir. Çünkü bu, asla olan gölgesiz ve hicapsız yakınlıktır.

Sorumuza gelirsek:

Sülûk ve Cezbe yolu ile Fenâ ve Bekâ hâsıl olmasıyla olan yakınlık Kurb-i velâyettir; Ümmetin evliyasının şereflendiği…

Hayr’ül-enam Resulûllah s.a. Efendimizin sohbeti ile müyesser olan ise kurb-i nübüvvettir ve bu yakınlıkta fenâ, bekâ, cezbe ve sulük yoktur…

İşbu yakınlık, asla yakınlıktır; o yakınlık ise gölgeler ve perdeler arkasındandır.

Arasındaki farkı buradan anlamalıdır.

Şayet…

Peygamberlik kurbunun kemâllerine, velâyet kurbu yolundan kavuşma olursa, o zaman Cezbe ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ gerekli olur. Zira bunlar, asla yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Fakat seyir bu yoldan olmaz da, tercih, Peygamberlik kurbunun caddesine düşerse, bunlara gerek kalmaz. Eshâb-ı Kirâm’da olduğu gibi; nübüvvet kurbunun caddesinden ilerledikleri ve tam tabi ve varis oldukları için…

Buradan da anlaşılmış oldu ki, nübüvvet kemalâtına ulaştıran yol ikidir: 

Birincisi; Velâyet kemalâtı mufassal olarak aşıldıktan ve tecelliler husule geldikten sonra nübüvvet kemalâtına adım atılmış olur.

İkincisi ise ana yol olan kurb-i nübüvvettir; kurb-i velayet tavassutu yani fenâ, bekâ, cezbe ve sulük olmadan…

Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:

Nübüvvet kemalâtının hâsıl olması, sırf mevhibeye kalmış ve ilâhi bir ikrama bırakılmıştır. Onda zorlamanın ve çalışmanın bir dahli yoktur. Amma velâyet kemalâtı böyle değildir. Zira bunun başlangıcı ve mukaddimesi irade ve gayrete dayalıdır. Onun hâsıl olması riyazete ve mücahedeye kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma ve amele girmeden bu devletle müşerref olmaları caiz ise de; velâyetin aslı olan fena ve beka, çalışma sonunda bir fazl ve kerem olarak ihsan olunur. Yani: Bu mevhibeye ermek kimin için murad edilmiş ise…

Anlatılan mevhibe ve ilahi ikramlar, enbiyaya vasıtasız; enbiyanın ashabına ise onların vasıtası ile gelmiştir; tabi ve varis oldukları için…

Enbiya ve ashabı dışında bu devletle müşerref olma caizdir ama nadirdir.

Öyle sanıyorum ki, bu devletin gölgesi, tabiinin büyüklerine ve tebe-i tabiinin ise en büyüklerine düşmüştür. Bundan sonra da gizlenmiştir.* Taa Resulûllah’ın bi’setinden sonra gelen ikinci bine nöbet ulaşıncaya kadar. Ona salât ve selâm olsun. 

Böylece evvel, âhire benzemiş oldu.

***

*[“Siz onları görse idiniz, mecnun derdiniz; onlar sizi görse idi, bunlar müslüman değil, derlerdi” sözü, bu manayı ifade eden sözlerdendir.]

***

Yeniden sorumuza dönersek:

Mevlânâ Câmî, Nefehât’ta, Fenâ ve Bekâ’dan ilk söz eden zatın Ebû Sa’îd el-Harrâz olduğunu yazar. Yani, Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk isimleri sonradan konulmuş olup büyükler tarafından keşfedilmiştir.

***

İlahî yakınlıktan ibaret olan Nübüvvet (Peygamberlik) kurbunda, arada hiç gölgelik / perde bulunmaz. Çünkü asla kavuşma vuku bulmuştur. Aslın gölgeleri olan tecelli ve zuhurlara ihtiyaç hali kalmamıştır.

Velâyet (evliyalık) kurbu da Allah-u Teâlâ’ya yakınlıktır ama bu yakınlık, araya zıl / gölge karışmadan olmaz; zıller / hakikatlerin gölgeleri tecelli eder. Arada perdeler bulunur. Bu makama uygun olan sekr ma’rifetleri hâsıl olur.

Peygamberlerin velâyeti her ne kadar zıllerden kurtulmuş ise de isimlerin ve sıfatların perdeleri araya karışır. Velâyet-i mele-i a’lâ, isimlerin ve sıfatların perdelerinin üstünde ise de, Zât-i ilâhînin i’tibârları ve şü’ûn perdelerinden kurtulamaz.

Kendisine hiç zıll karışmayan ise yalnız Nübüvvet ve Risâlet makamıdır. Bu makâm, sıfatların ve i’tibârların perdesi üstündedir. Nübüvvetin yakınlığı, zâta ve asla olduğu için Peygamberlik, Peygamberlerin kendi velayetlerinden de çok üstündür.

Vüsûl yanî kavuşmak, nübüvvet mertebesindedir. Hüsûl (tecelli ve zuhurların hasıl olması) ise velâyet makâmındadır. Çünkü zıll varsa hüsûl vardır; zıll yoksa hâsıl olmalar bitmiş ve zıller aşılmış yani vasıl olmuş demektir.

Bu sebeple velâyet mertebesinde her zaman sekr (manevi sarhoşluk) bulunur. Nübüvvet makâmında ise hep sahv, şuûr bulunur.

Aslın zılleri, görüntüleri ve gölgeleri olan tecelliler ve zuhuratlar velâyet makâmlarında ve bu makâmların başlangıcında olur.

Nübüvvet mertebesinde ise asla vüsûl nasîb olduğu için tecellî ve zuhûrlar kalmamıştır.

Sözün kısası, tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden olur. Zıllere bağlı olmakdan kurtulmuş olanlar için tecelliler kalmaz. İşte Vennecmi sûresindeki (Gözü hiç şaşmadı ve sınırı aşmadı) âyet-i kerîmesinin sırrı bu makamda aranmalıdır.

Aşk feryâtları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevâcüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîler de, zıllerin görünmesinde hâsıl olur.

Asla kavuştukdan sonra, bunların hiçbiri olmaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Başka zevkli ve şevkli şeyler burada yoktur.

Velâyet makâmında ikiliğin giderilmesi istendiği için, Evliyâ, irâdelerini yok etmeğe uğraşırlar. Bâyezîd-i Bistâmî, “İstemekten kurtulmayı istiyorum” demesi bunun içindir.

Bu yakınlıkta, insanlık sıfatlarının hepsinden kurtulmağa çalışılır.

Nübüvvet kurbunda ise ikiliği yok etmek lâzım olmadığı için sıfatlardan kurtulmak istenilmez; bu sıfatların kötü şeylere bağlanmaması aranılır.

Sıfatların kendileri de kâmil ve makbul sıfatlar olduğu için mesela irâde sıfatının yok edilmesi değil de kötü şeylere bağlanmaması, zararlı ve fuzuli şeylere yönlendirilmemesi istenir.

İlim sıfatının kendisi kâmildir. Buna aşağılık / düşüklük gelmiş ise kötü bir şeye bağlandığı / zararlı ve fuzuli şeyler öğrenildiği içindir.

Diğer bütün sıfatlar da böyledir; kötü şeylere bağlanmaması lâzımdır; kendisini yok etmek değil…

Şu halde, Nübüvvet makâmına Velâyet yolundan gelen kimsenin, yolda iken, sıfatların kendini yok etmesi lâzımdır. Peygamberlik kurbundan gelen kimsenin ise sıfatların kendilerini değil, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmesi lâzımdır.

Sıfatların ilgi sahasına giren kötü şeyler yok edilince peygamberlerin velayeti ortaya çıkmış olur. Bundan sonra gerçekleşen yükselmeler ise nübüvvetin kemalatı ile ilgilidir.

Sıfatların kendilerini yok etmek, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmekten daha güçtür. Bundan dolayı Peygamberlik kemâllerine kavuşmak, velâyet kemâllerine kavuşmaktan daha kolay ve daha çabuk olur. Asla kavuşmakta olan herşeyde de, böyle kolaylık ve çabukluk vardır. Asldan uzaklaştıkça, kolaylık ve çabukluk azalır.

Herkes bilir ki, aslın kimyâsı, ya’nî kıymetli maddesi çok olan filizinden, bu maddeyi elde etmek, kolay şekilde ve çabuk hâsıl olur. Kıymetli maddesi az olan bir filizin işlenmesinde sıkıntılar ve güclükler artar. Kıymetli maddeye kavuşmak için bir ömür elden gitse de yine de kavuşma olmayabilir. Ele geçenlerde ise kıymetli maddeye benzeyiş olabilir ama çoğu zaman bu arızî benzeyiş zemânla yok olarak kendi aslına rücu eder ve aşağılık ve kirli şeylere yönelir. Durum, yalancılık ve aldatmacılık olur.

Asla kavuşan ise böyle değildir. İşin kolay olması ve yolun çabuk olmasının yanında yalancılık ve aldatmak tehlikesi de yokdur.

Güç riyâzetler ve ağır mücâhedeler çekerek zıllerden bir zılle kavuşanlardan pek çoğu, işte bu şekilde aranılana kavuşulur, diyorlar. Daha kısa bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşturduğunu bilmiyorlar.

Allah-u Teâlâ ihsân ve ikrâm ederek seçtiği kulunu bu yolla kavuşturur. Onun için bu yola İctibâ (çekip götürme) yolu denir. Onların seçtikleri ve mücâhede çektikleri yola ise İnâbe (gitme) yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar azdır. İctibâ yolundan kavuşanlar ise çoktur.

Peygamberlerin hepsi “aleyhimüsselatü vesselam”, İçtibâ yolundan gittiler. Peygamberlerin Ashâbı da, onlara uydukları ve vâris oldukları için içtibâ yolu ile vâsıl oldular.

İçtibâ yolunda riyâzet çekmek, kavuşmak (vusül) ni’metine şükür içindir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimize  soruldu: Geçmiş ve gelecek bütün günâhlarınız afv ve magfiret olunmuş iken, niçin bu kadar eziyet çekiyorsunuz? Cevâbında: Şükr eden bir kul olmayayım mı? buyurdu.

İnâbet yolundaki mücâhedeler ise kavuşabilmek (vusulün husulü) içindir.

İkisi arasında o kadar fark var ki…

Velâyet makâmında, dünyâdan ve âhıretden vaz geçmek lâzımdır. Âhırete bağlanmayı, dünyâya bağlanmak gibi bilmelidir. Âhıret için çalışmanın, dünyâ için çalışmak gibi olduğu bilinmelidir. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî buyuruyor ki, “Selâmete kavuşmak istersen, dünyâdan selâmet bul, kurtul! Kıymetlenmek istersen, âhıret için eğilme!” Bir başkası buyuruyor ki, Âl-i İmrân sûresi yüzelliikinci âyetinde, “Dünyâyı istiyenleriniz ve âhıreti istiyenleriniz” manası ile, ikisini isteyenleri de şikâyet etmekdedir. Kısacası, Fenâ, Hakk Teâlâ’dan başka herşeyi unutmak demektir. Dünyâyı da, âhıreti de unutmak icap eder.

Kemâlât-i nübüvvet mertebesinde ise âhırete gönül bağlamak iyidir. Âhıret için çalışmak beğenilir, makbuldür. Hatta bu makâmda yalnız âhıret için çalışılır. Yalnız âhıret düşünülür. Secde sûresi onaltıncı âyetinde, “Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak dua ederler” ve İsrâ sûresi elliyedinci âyetinde, “Rablerinden çekinirler ve azâbından korkarlar” ve Enbiyâ sûresi kırkdokuzuncu âyetinde, “Onlar kıyâmet gününde merhamet umarlar” buyurulmuştur ki, bu makam sâhiplerinin hâlini göstermektedir. Bunlar, âhıret hâllerini düşünerek ağlarlar. Kıyâmet hâllerinin korkusundan sızlarlar. Kabir fitnesinden Allah-u Teâlâ’ya sığınırlar; Cehennem azâbından kurtulmak için yalvarırlar.

Bunlara göre, âhıretten korkmak, Allah-u Teâlâ’dan korkmak demektir. Allah-u Teâlâ’yı istemek ve sevmek, âhıreti istemek ve sevmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ’ya kavuşmak, âhırette vaat edilmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın kulundan rızâsı, âhırette belli olacaktır.

Hakk Teâlâ, dünyâyı sevmez. Âhıreti sever. Sevilmiyen, sevilen ile hiçbir şeyde bir tutulamaz. Çünkü sevilmeyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür. Beğenilenden yüz çevirmek, sekr (manevi sarhoşluktur). Allah-u Teâlâ’nın davet etmesine ve beğenmesine karşı gelmektir. Yûnüs sûresi yirmibeşinci âyetinde, “Allah-u Teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırıyor” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze şâhittir.

Allah-u Teâlâ, ısrarla âhırete çağırmaktadır. Âhıretten yüz çevirmek, Hakk Teâlâ’ya karşı gelmek olur. Onun beğendiği şeyi ortadan kaldırmağa uğraşmak olur. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî, velâyetde ileri gitmiş olduğundan, “Âhıreti istememek kerâmettir” dedi. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin âhıret için çalıştıklarını, âhıret azâbından titrediklerini bilmiyormuş gibi konuştu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” birgün, deve üstünde, bir sokaktan geçiyordu. Birisi Vettûri sûresinin yedinci âyetini okuyordu. (Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önleyecek yoktur) manasını işitince, aklı başından gitti. Deveden aşağı yıkıldı. Kaldırıp evine götürdüler. Günlerce hasta yatdı. Herkes ziyâretine gelirdi.

Evet, sona varmadan önce, Fenâ makâmında iken, dünyâ ve âhıret unutulur. Âhırete bağlılığın, dünyâya bağlılık gibi olduğu sanılır. Fakat Bekâ ile şereflenerek nihâyete kavuşunca ve nübüvvet kemâlâtına adım atınca, her ân âhıret düşüncesi ve Cehennem korkusu vardır. Bundan Allah-u Teâlâ’ya sığınmakdadır. Rabbinden Cenneti istemekdedir. Cennetin ağaçları, nehrleri, hûrî ve gılmânları, dünyâda olanlara hiç benzemez. Bunlarla hiçbir ilgisi yokdur. Hatta bunların zıttı, tersidirler. Kızmak ile beğenmek birbirinin tersi oldukları gibi…

Cennetin ağaçları, nehrleri ve orada olan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyiliklerin meyveleridir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Cennetde ağaç yokdur. Oraya çok ağaç dikiniz!) Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, (Bir kimse, Sübhânallahi ve bi-hamdihi Sübhânallahil’azîm derse, onun için Cennetde bir ağaç fidanı dikilir) buyurdu.

Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyâda harfler ve sesler şeklinde, bu kelimeye yerleşdirilmiş olduğu gibi, Cennette, bu kemâller ağaç şeklinde bulunmakdadır. Bunun gibi, Cennette bulunan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyi işlerin netîceleri, meyveleridir. Allah-u Teâlâ’nın kemâllerinden herhangi biri, bu dünyâda, iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleştirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennetde, lezzetler, ni’metler perdesi altında meydâna çıkar. Bunun içindir ki, oradaki lezzetleri, ni’metleri Allah-u Teâlâ beğenir. Bunları tatmak, Cennette sonsuz kalmağa ve Allah-u Teâlâ’ya kavuşmağa sebep olur. Zavallı Râbia, eğer bu inceliği anlamış olsaydı, Cenneti yakıp yok etmeği düşünmezdi. Ona bağlılığı, Allah-u Teâlâ’ya bağlılıktan başka sanmazdı!

Dünyâ lezzetleri, dünyâ ni’metleri böyle değildir. Bunların başlangıcı hep kötülük ve aşağılıktır. Bunların netîceleri, âhıret ni’metlerinden mahrûmluktur. Allah-u Teâlâ, bizi bundan korusun!

Dünya lezzetleri, eğer İslâmiyyet’in mubâh etdiklerinden ise âhırette bunların hesâbı olacaktır. Allah-u Teâlâ, eğer merhamet etmezse, hesâba çekilenlerin vay hâline!

Eğer mubâh olmıyan lezzetler ise, azâb yapılacaktır. Yâ Rabbî! Kendimize zulüm etdik. Eğer bizi afv ve magfiret etmezsen, ziyân edenlerden oluruz.

Dünyâ lezzetleri zehirdir. Âhıret lezzetleri, fâideli ilâçtır. Âhıreti, yâ mü’minlerin câhilleri düşünür, yâhut da en yüksek olanları… En yüksek olmıyanlar âhıret için üzülmezler. Kerâmet, âhıret için üzülmemektir derler.

Fârisî mısra’ tercemesi:

Onlar onlardır; ben de böyleyim yâ Rab!

***

Süâl 2: O Server “aleyhi ve alâ ekmelüttahiyyat” şaşılacak riyâzetler ve sıkıntılı açlıklar çektiği halde bu yolda riyâzetleri yasak etmişlerdir. Hatta riyâzetler, sûretlerin, görüntülerin keşflerine sebeb olduğu için, zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakta zarar bulunabileceğini düşünmek, şaşılacak birşey değil midir?

Cevâb 2: Riyâzetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede işittiniz? Bu yolda, daima nisbeti korumak ve sünnet-i seniyyeye uymak “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve hâllerini örtmeğe çalışmak ve orta hâlli yaşamak ve yiyecekte, giyecekte ve her şeyde orta hâli gözetmek vardır.

Bunların hepsi, riyâzât-i şâkka ve mücâhedât-i şedîdedir.

Câhiller bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve mücâhede, yalnız açlık çekmektir. Çok aç kalmağı pek kıymetli sanırlar. Çünkü hayvanlar gibi yaşayanlar, yemeğe ve içmeğe çok önem verdikleri için hep bunları düşünürler. Bu sebeple yememek ve içmemek bunlara ağır riyâzet ve sıkı mücâhede görünür. Bu câhiller, nisbetin hep korunmasına ve sünnete uymağa “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve benzerlerine hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamağı çirkin görmezler. Yapmağa çalışmağı da riyâzetten saymazlar.

Görülüyor ki, bu yolda, hâllerini örtmeğe çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyâzetleri yapmamak icap eder.

Böyle riyâzetleri câhiller beğenir. Aralarında yayılarak şöhrete ve âfete sebeb olur ve sonu kötü olur. Resûlullah, (Dinde ve dünyâda parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yeter. Bundan ancak Allah-u Teâlâ‘nın koruduğu kimse kurtulur) buyurdu.

Bu fakîre göre, uzun açlıklar çekmek, yemekte ve içmekde orta dereceyi gözetmekten çok dahâ kolaydır; pek hafîf kalır.

Orta hâli gözetmek riyâzeti, çok aç kalmak riyâzetinden her yönden daha üstündür.

Yüksek babam “kuddise sirruh” buyurdu ki, “Sülûkü anlatan bir kitabta gördüm: Maksada kavuşmak için yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek yeter. Bunu gözetince ayrıca zikir ve fikir lâzım olmaz.”

Sözün doğrusu da budur. Yiyecekte, giyecekte ve her işte orta dereceyi gözetmek en iyisidir.

Fârisî beyt tercümesi:

Ağzından taşacak kadar çok yime,
Açlıktan ölecek kadar az yime!

Hakk Teâlâ, Peygamberimize “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kırk erkek kuvveti ihsân eylemiştir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Eshâb-ı kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehıyye” bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muhârebede düşmana öyle güclü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabr eden yirmi kişi, ikiyüz kâfire gâlib gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı Kirâm’dan başkaları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler.

Gücü yok iken, bu işte Eshâb-ı Kirâm’a benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamıyacak hâle sokmak olur. İşitdiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” O Server gibi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” hergün oruc tutmak istedi. Zayıfladı, tâkati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. O Server “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzûrunda kalırım. Oradan yerim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.

Eshâb-ı kirâm, insanların en iyisi kadar “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” açlığa dayanamadılar ise de, onun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korunmuş değildirler.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Açlığın safâ verdiği, temizlediği meydanda bir şeydir. Çok kimselerin [Sâlih olan mü’minlerin] kalbine safâ verir. Çoğunun da [Kâfirlerin ve dünyaya düşkün olan mü’minlerin] nefsine safâ verir.

Kalbin safâ bulması, insanı doğru yola götürür ve nûrlandırır. [Âlem-i emrdeki nûrlar, feyzler, hidâyet hâsıl olur.] Nefsin safâsı ise dalâlete sürükler ve zulmeti arttırır. [Nefsin safâsı, nefsin güçlenmesi demek olur ki, kalbin ve yakın kalplerin de bozulmasına sebeb olur.]

Ahmak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli birşey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Eflâtun zemânında Peygamber olmuştu. Rûhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. Biz gericilikten kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız yoktur, dedi.

Eğer kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayâlindeki sûretlere aldanmaz, se’âdete kavuşmakdan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı.

Bu karanlık safâyı görerek, kendini nûrlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlıyamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete döndüğünü göremedi.

Kalb böyle değildir. O, yaratılışta temizdir. Nûr ile doludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmiştir. Az bir tasfiye, temizlemek ile üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar.

Nefs ise yaradılışta karanlıktır, pistir. Kalbin emri ve idâresi altına girmedikçe, dahâ doğrusu sünnete uymadıkca, islâmiyyete sarılmadıkca “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”, hattâ ve hattâ, ancak Allah-u Teâlâ’nın ihsânına kavuşmadıkca, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaradılışındaki pislikten kurtulup saadete kavuşamaz.

Eflâtun, aklı ermediği için, nefsinin safâsını, Îsâ aleyhisselâma inanan kalbin safâsı gibi sandı. O îmânlı kalbin sâhibi gibi, kendini de, nûrlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” uymak ni’meti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi. Böyle belâya düşmekten Allah-u Teâlâ’ya sığınırız!

Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tam ortada kalma mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlikesine düşmemek için, fâidelerinden de vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşünerek, zararlarını göremedikleri için açlık çekmeği emr etmişlerdir. Aklı olanlar ise bir zarardan kurtulabilmek için birçok fâidelerin bırakılacağını söylemişlerdir. İslâm âlimlerinin, (Bir işin sünnet veya bid’at olduğu anlaşılamasa; bid’ati yapmamak, sünneti yapmaktan daha iyidir) sözleri de, akıl sâhiplerinin bu sözlerine benzemektedir. Çünkü bu iş, bid’at ise zararlıdır. Sünnet ise fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini önde tutmuşlar; bid’at olabileceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.

Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği şaşılacak bir şey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Eshâb-ı kirâm için olabilir. O zaman için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, mutasavvıfların çoğu bunu anlayamamış; kendileri de böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zaman için olduğunu anlayarak, kendileri yapmamışlardır.

Her şeyin doğrusunu ancak Allah-u Teâlâ bilir.

Mektubat