Etiket arşivi: Arş

S O N S U Z Â L E M L E R

O Celle celaluhu ve celle şanuhu’, biri diğeriyle tam bir uyum içinde yedi Semâ yaratmış olandır.  Rahman’ın yaratmasında hiçbir çelişki göremezsin…
Ayet-i Kerime Meâli

Güneş’in içine 1 milyon 300 bin taneden fazla Dünya sığar. İçinde yer aldığı ve yolculuğuna devam ettiği Samanyolu Galaksisi’nde ise kendisinden çok daha büyüklerinin de olduğu milyarlarca yıldız mevcut.

Büyüklüklerini asla kavrayamayacağımız o her bir yıldız ile diğeri arasındaki mesafe o kadar çok ki, en hızlı hava taşıtlarından daha hızlı giden araçla birinden diğerine yolculuk yapsak, ömrümüzün biteceği ama o yolculuğun bitmeyeceği kadar.

Öyle ki; yüz yıllık bir ömürle hiç durmaksızın, saatte bin kilometre hızla giden bir araçla yolculuk yapsak, gidebileceğimiz en uzak mesafe bir milyar kilometre bile değildir… Oysa Güneş’e en yakın olan yıldızın uzaklığı 38 trilyon kilometre; Kutup yıldızının uzaklığı ise 428 trilyon km’dir.

Saatte bin kilometre hızla herhangi bir yere varılamayacağı için saniyede 300 bin kilometre kat eden ışık hızıyla Güneş’e sekiz dakikada, en yakın yıldıza yaklaşık dört yılda, Kutup yıldızına kırk beş yılda ve en uzak yıldızlardan birine ise ancak on binlerce yılda varılabilir.

Eni 20 bin, boyu 100 bin ışık yılı olduğu tahmin edilen Galaksi’mizde ise milyarlarca yıldız ve her bir yıldız ile diğeri arasında, ışığın bir yılda aldığı mesafeye göre birler ve binlerce yıllık mesafe mevcut.

En yakın galaksi ile arasındaki mesafe 2,5 milyon ışık yılı olan Samanyolu Galaksi’si gibi veya ondan çok daha büyük milyarlarca galaksi var Evren’imizde…

Milyarlarca galaksi içinde milyarlarca yıldız ve içinde milyarlarca yıldızı barındıran galaksilerden milyarlarcası ve bu da sayısız âlemlerden ve ‘O’nun ’Celle celaluhu ve celle şanuhu’ ‘OL’ emr-i sübhanisi ile kudret ve azametinin tecellilerinden sadece bir tanesi…

Sayısız âlemlerden bir tanesinin içindeki milyarlarca galaksiden birinde yolculuğuna devam eden milyarlarca yıldızdan sadece bir tanesinin çevresinde dönen küçük bir gezegenin üzerinde yaşamına devam eden bizler ise, ‘O’nun ’Celle celaluhu ve celle şanuhu’ ‘OL’ emr-i sübhanisi ile kudret ve azametinin tecellilerinden sadece bir tanesinin içinde bile bir zerre değiliz.

Okyanusta bir damla bile değil…

Sadece biz mi?

İçine 1 milyon 300 bin taneden fazla Dünya sığacak kadar büyük olan Güneş ve etrafında dönen gezegenlerin tamamı bile yaratılmış olanların içinde okyanusta bir damla sayılmaz.

“Fe’Sübhanellah..”

“La havle ve la kuvvete illa billah”

*     *     *     *     *

Birinci kat semâ ve içindekilerin tümü, ikinci kat semâ içinde çöldeki bir yüzük oranındadır; ikinci kat semâ ve içindekilerin tümü, üçüncü kat semâ içinde gene çöldeki bir yüzük gibidir… Yedi kat semânın her biri bir diğeri içinde çöldeki yüzük gibi kalır. Dünyanız ve yedi kat semâ, Kürsi’nin içinde çöle atılmış bir yüzük halkası kadardır. Kürsi de Arş’ın içinde gene çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir.

*     *     *

Arşın taşıyıcılarından bir melekten bahsetmem için bana izin verildi ki, onun kulağı ile omzu arasındaki mesafe kuş uçuşu ile yedi yüz yıllık bir mesafe kadardır.

*     *     *

Allah’a yakîn sahibi birtakım melekler var ki, onlar dünyanın ve insanın var oluşundan bile haberdar değillerdir.

*     *     *

Semâ gıcırdamaktadır! Ve gıcırdamak da hakkıdır!. Onda bir ayak basacak kadar yer yoktur ki, bunda secde ya da rukû halinde bir melek bulunmasın!

*     *     *

Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz semâ âlemine uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide birbirinin yüzüne doğru, sıra ile birbiri ardından yürüyüp giden bir takım melâike görmüştü. “Bunlar nereye gidiyorlar?” diye Cebrâil ’Aleyhi’s-selam’’a sordu. Cebrâil ’Aleyhi’s-selam’: “Bilmiyorum. Ancak ben yaratıldığımdan beri bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tanesini bir daha görmem, dedi. Onlardan birine, ikisi birden: “Sen ne zaman yaratıldın?” diye sordular. O da: “Bilmiyorum. Ancak Cenab-ı Hakk her dört yüz bin senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz bin yıldız yarattı, cevabını verdi.

*     *     *

Muhakkak ki Allah-u Teâlânın, kendisine Hızkıyaiyl denilen bir meleği ve onun da on sekiz bin kanadı vardır. Bir kanattan diğer kanada mesafe beş yüz yıl kadardır.

Hatırından: Arş’ın tamamını görebilir misin? diye geçti. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Hazretleri ona kanatları kadar ziyade etti. Böylece bir kanattan diğer kanada mesafe beş yüz yıl olmak üzere otuz altı bin kanadı oldu. Sonra Allah-u Teâlâ Hazretleri ona: “Ey Melek, uç” diye vahyetti. Bunun üzerine yirmi bin yıl kadar uçtu da Arş’ın kaimelerinden birinin başına ulaşamadı.

Sonra Allah-u Teâlâ Hazretleri, kanatlarını ve kuvvetini bir kat daha artırdı ve kendisine uçmasını emretti. Bunun üzerine otuz bin yıl kadar daha uçtu da yine vasıl olamadı.

Allah-u Teâlâ Hazretleri ona şöyle vahy etti: “Ey Melek! Eğer sen, kanatların ve kuvvetin ile Sur’un nefhine kadar dahi uçacak olsan, Arş’ımın kaimesine ulaşamazsın.” Bunun üzerine Melek: “Sûbhane Rabbiyel A’la” dedi. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de: “Sebbi hisme Rabbikel A’la”yı inzal eyledi.”

*     *     *

ALLAH’ım!

Eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster! 

*     *     *

Ya Rabbi!

Sana olan hayretimi arttır!

*     *     *

ALLAH’ım!

Hoşnutsuzluğundan rızana; cezalandırmandan bağışlamana; Senden (ve Seni yanlış bilmekten yine) Sana sığınırım! Senin Kendine olan medh-ü senân gibi medh-ü senâ etmekten acizim. Ancak Sen Kendini hakkıyla medh-ü sena edersin.

Hadis-i Şerifler

*    *    *    *    *

İçinde sayısız gök cismini barındıran sayısız evrenler de dâhil olmak üzere her biri kendi başına birer âlem olan zerrelere kadar canlı ve cansız her bir varlığın sürekli olarak yenilenmesi ve yenilerinin varlık âlemine her daim çıkıvermesi,

O, her an yeni bir yaratış ve tecellidedir.
(Ayet-i Kerime Meâli)

âyet-i kerimesiyle beyan edilirken…

İman etmekten öte ne o büyüklük ve ihtişamı kavrayıp idrak edebiliriz ve ne de her biri kendi başına birer âlem olan küçüklük ve kusursuzluğu…

Anlayıp idrak etmemiz gereken ise: Sayısız âlemleri ‘yok’ tan ve bir ‘OL’ emriyle var eden Âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı’nı tanımak ve O’na kulluk yapmak için yaratıldığımızdır ve’s-Selâm.

*     *     *     *     *

Asırlardır uğraşılması ve araştırılmasına rağmen halen kaçta kaçının anlaşıldığı dahi bilinmeyen Evren’imizde, kimi Güneş’ten küçük, kimi Güneş kadar ve kimi de içine milyondan fazla Güneş’in sığabileceği kadar büyük trilyonlarca yıldızın barındığı milyarlarca galaksinin olması; her bir yıldız ve galakside nice sır ve varlıkların bulunması ve hepsinin yaratılışının gayesi Âlemlerin Rabbi’ne kulluktan başka bir şey olmaması; sadece bir ‘OL’ emriyle var edilen bu âlem gibi sayısız âlemlerin yaratılmış olması ve bütün bunların Âlemlerin Rabbi’ne kolaydan da kolay gelmesi her ne kadar idrakimizin kat be kat üstünde ise de; sayısız âlemler içinde eşref-i mahlûk olarak var edildiğimizi ve bu şerefi de sadece kulluk ve şükürle muhafaza edebileceğimizi; aksi halde ise esfel-i sâfiline düşeceğimizi idrâk, idrâkimizin üstünde değildir…

Kur’an-ı Hakim ve Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz bildiriyorken…

 *     *     *     *     *

Bilinmeyi sevdim âlemi; bilmelerini sevdim Âdem’i meydana getirdim.

Ey ademoğlu!
Seni Kendim için, eşyayı da senin için var ettim. O halde, Kendim için var ettiğimi,
senin için var ettiğimin ayarına düşürme!
Kuds-i Hadisler

Ölçüsünce, Kâinatta bir zerre bile olmayan ve bir toz tanesinden binlerce kere küçük bir mikroba yenik düşecek kadar aciz olan bizleri, Kendisini tanıyıp sevmek ve Kendisine kulluk yapmak için var eden Âlemlerin Rabbi’ne sonsuz şükürler olsun, ezelden ebede kadar ve razı olduğu şekilde…

Ey işlerini mutlak adalet, rahmet ve hikmetle yürüten Yüce Rabbimiz! Kitab-ı Kerim’in ve Resul-i Ekrem’inle bildirdin ve bizler de lütuf ve ihsanınla bildik ve iman ettik Elhamdülillah; marifet ve muhabbetinin olmayıp taatinin yapılmadığı bir hayat ve dünyanın ind-i izzetinde zerre kadar bile değeri yoktur… İki dünyada da gerçek huzur, ancak ve sadece kulluğunla mümkündür. Bunun dışında, hiçbiri hariç olmamak üzere başka bütün yollar ve gidişatlar birer serap ve sonu haraptan başka bir şey değildir.

*     *     *     *     *

Ey Kendisine razı olduğu şekilde kulluk yapanların kalplerine huzur ve sekineti indiren; aksi yolda ve gidişat-ta ısrar edenleri ise manevi güzelliklerle yakîn halinden mahrum eden Allah’ım! İndinde bir sinek kanadı kadar bile değeri olmayan ve razı olmadığın her yönüyle rahmetinden mahrum kalan dünyanın zehirli bal hükmünde olan debdebesi, manevi kalbimizin günahlarla kirlenmesi oranında bizlere cazip ve çekici gelse de, razı olduğun işlere yönelmekle Sana rücu yoluna sülûk etmeyen kalbi katılaşmış kimseler gibi olmaktan…

Nasıl olduğu bizce meçhul olan “ruhundan üflediğin” andan beri Sana kavuşmayı arzulayan ruhumuzu seraplarla aldatmak ve dünya oyuncağı ile kandırmaktan; istemeyerek de olsa bu hale düştüğümüzde kendimizi doğru yolda olanlardan saymaktan…

Dünyevi meşgalelerin birinden diğerine, diğerinden ötekine koşturma tasası ve telâşesi içinde bir ömür değil bin ömür tüketse bile durmak bilmeyen; bin dünya eline geçse de doymak bilmeyen ve dahi bu halinden pişmanlık hissetmeyen nefs-i emmare ve bataklığından…

Kendisinden üstün ve eşref-i mahluk olarak yarattığın insanoğlunu, kin ve kıskançlığı sebebi ile doğru yoldan uzaklaştırmak isteyen şeytan-ı aleyhi’l-lane ve tuzaklarından…

Hiç beklemediğimiz an ve mekânda gelecek olan ölüm meleğine razı olmadığın halde yakalanmaktan bizleri muhafaza eyle Allah’ım!

Sonsuz lütfûn ve kereminle!

Amin!

*    *    *    *    *

Dünya hayatının misali gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yediği yeryüzü bitkileri gürleşip birbirine karışıverir.

Nihayet yeryüzü güzelliğini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada,  gece veya gündüz emrimiz ona gelir de, sanki dün yerinde yokmuş, hiç şenlenmemiş gibi kökünden biçilmiş bir hale getiriverir.

Düşünen bir topluluk için âyetlerimizi işte böyle açıklıyoruz.
Ayet-i Kerime Meâlleri

“Yolcu Yolunda Gerek”

MANEVİ YOLCULUK

Nuranî beş cevher ile zulmanî beş unsurdan yaratılmış olan insana küçük âlem (âlem-i sagir) denir. İnsandan hariç yaratılmış olan her şeye de büyük âlem (âlem-i kebir) denir.

İnsana küçük âlem denmesi, büyük âlemde ne varsa küçük bir numunesinin kendisinde bulunması sebebiyledir; hem büyük âlemin bir parçasıdır ve hem de hulasası, özü gibidir.

[İnsan ile büyük âlem arasındaki münasebet, kalbi ile kendisi arasında da mevcuttur.

Büyük âlemde olan her şey nasıl ki insanda varsa, küçük âlemde olan her şey de kalbde vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir topluluktur. Bu sebeple, insanın kalbine hem hakîkat-i câmi’a/toplayıcı hakîkat ve hem de en küçük âlem denir.]

***

Âlem-i kebir (büyük âlem), bir başka cihetle, Halk âlemi ve Emr âlemi olmak üzere ikiye ayrılır.

Halk âlemi: Arş’ın altında, içindeki her şeydir. Emr âlemi: Arş’ın üstünde, dışındaki her şeydir.

Canlılar, Dünya, Gökler, Cennet, Cehennem Arş’ın altında ve halk alemindendir. İnsanın tabiatındaki beş unsur olan toprak, su, hava, ateş ve nefsi de Arş’ın altından ve halk âlemindendir.

Arş’ın üstündekilere gelince… ‘OL’ emr-i sübhanisi ile maddesiz, zamansız, ölçüsüz, şekilsiz ve hacimsiz olarak yaratılmışlardır. Bu âlemde bulunan her şey eksiklik ve ayıplardan uzaktır. İnsanda bulunan nurani beş cevher yani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa da bu âlemdendir; asılları da bu âlemdedir.

***

İnsandaki kalbin Âlem-i kebîrdeki aslı Arş’tır; Emr âlemindeki Arş’ın küçük âlem olan insandaki nümûnesi kalbdir.

Kalbden kasıt göğüs kafesinde bulunan et parçası değil, (ampuldeki elektrik gibi) o et parçasında bulunan maddesiz, mekânsız bir kuvvet, nurani bir cevherdir. 

Kalb, küçük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi yani madde âlemle manevi âlem arasında bir geçit olduğu gibi Arş da büyük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi arasında bir geçittir.

Kalb ile Arş, her ne kadar Halk âleminde bulunuyor olsa da, Emr âlemindendirler.

Diğer dört cevher (ruh, sır, hâfi, ahfa) büyük âlemde (-ki Emr âleminde)ndir ve asılları da Arş’ın üstündedir. Arş’ın üstünden kasıt, binlerce yıllık mesafeden sonra gelen bir üst… Ruhun aslı, arşın yedi bin sene üstündedir ki bu mesafe yeryüzü ile arşın zemini arasındaki mesafe kadardır. Sırrın aslı da kalbin üstünde bir bu kadar mesafedir. Hafinin aslı, sırrın üstünde bir o kadar mesafedir. Ahfânın aslı da hafinin üstünde bir o kadar mesafedir.

***

Bu yönleri ile insan, hem halk âleminden ve hem de emr âlemindendir. Kendisinde hem halk âlemi ve hem de emr âlemi vardır.

İnsanın bu topluluğu yani câmiiyyeti onun ALLAH’a yakınlığına, kerem ve fazilet sahibi olmasına sebep olduğu gibi Hak’tan uzaklaşmasına, yoldan çıkmasına ve cahil kalmasına da sebep olmaktadır.

İnsanın Allah-u Teâlâ’ya yakınlığı, onun aynasının tam ve kâmil oluşu, ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinin zuhur ve tecellisi için kabiliyetli oluşu sayesindedir. Hak’tan uzaklığı ise âlemdeki her şeye muhtaç olması sebebiyledir. Çünkü insana her şey lazımdır. Bu ihtiyacı sebebiyle gönlü, kalbi her şeye takılır, kayar ve onlarla meşgul olur. Bu da onun Hak Teâlâ’dan uzak kalmasına; gaflete dalması ve yoldan sapmasına sebep olur.

***

Asılları Emr âleminde olan nuranî cevherlerin diğer adı ile letaifin (latifelerin) insan vücudundaki yeri veya bağlı olduğu merkezler birbirinden farklı olduğu gibi her birinin yaratılış sebebi, vasfı ve özelliği de birbirinden farklıdır: Kalb, ilâhi huzur ve tecelli için; ruh, cezbe ve muhabbet için; sırr, vahdet (birlik) için; hafi, istiğrak; ahfa ise izmihlal için yaratılmıştır.

Vahdetten maksat, insanın âlemdeki tek maksadının rıza-i ilahi olması; istiğraktan maksat, ilahi tecelli ve nurlar içerisinde kaybolması; izmihlâlden maksat ise ilahi sırlar, gizli ilim ve tecelliler ile nefsaniyetin yok olmasıdır.

Ancak;

Bu nurani cevherlerin, halk âlemine indirildikten ve insan vücuduna yerleştirildikten sonra zulmanî beş unsurun da sebep olduğu zulmet ve gaflet ile üstün ve ulvi vasıfları körelmiş ve kendi hakîkatlerinden bi-haber hale gelmişlerdir.

Nefsaniyetin bu beş latifeyi köreltmiş ve nurlarını söndürmüş olmasının yanında feyz alma kapılarını da kapatmış bulunması sebebi ile kalbin huzuru, dünya ile huzur bulmaya; ruhun muhabbeti dünya muhabbetine; sırrın vahdeti nefsin arzularını tek gaye edinmeye; hafinin istiğrakı dünyevî istekler uğrunda kendini kaybetmeye ve ahfanın izmihlâli ise dünya ile ilgili ihtiraslar içinde eriyip yok olmaya kadar alçalmıştır.

Daha öz bir ifade ile;

Nuranî cevherlerin sultanı olan ruh (diğer latifelerle birlikte), bu âleme inmeden önce kendine mahsus sabit bir makam ve derecede,  terakki edemez bir halde iken, kendisine, melekleri de geride bırakabileceği üstün bir kabiliyet ihsan edildi: Nüzul şartlı terakki… İnme şartı ile yükselme… Bulunduğu makamdan çok daha yükseklere…

Ruhun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek ve cisimleri gösterme kuvvetini kazanması için önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır.

Bu sebeple ruh, cesede indirildi. Her yönü ile birbirinin zıttı olan ruh ile cesedin (latifeler ile bedeni unsurların) bir arada bulunabilmesi için de ceset ruha sevdirildi.

İşte rûh, nefse karşı olan bu  sevgisi sebebi ile kendini nefs âlemine attı ve nefse tâbi’, esîr oldu. Hatta kendinden geçti. Kendini unuttu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu.

Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allah-u Teâlâ’ya olan bilgisini de unuttu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı. 

Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun!

Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Onun esfel-i sâfilîne indirilmesi, a‘lâ-yı illiyyîn’e yükselmesi içindi. Buna kavuşamazsa, yükselmeğe uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun!

Allah-u Teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lütfuna, inayetine kavuşturdu ise başını kaldırır, elinden kaçmış olan nimetleri hatırlar, eski hâline döner. Yok eğer başını kaldırmaz, nefsle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır.

Saadetten uzaklaşmasına sebep ise (sultanları nefs olan) zulmanî beş unsur ve sebep oldukları manevi hastalıklardır: Kalbin zıttı olan toprak, ibadetlere karşı isteksizlik/tenbellik ve şer’i ölçülere kayıtsızlık ile; sırrın zıttı olan su, girdiği kabın renk ve şeklini alması gibi bulunduğu ortamın hali ile hallenme, iyinin yanında iyi, kötünün yanında kötü olma gibi iki yüzlülük ve münafıklık ile; hafinin zıttı olan ateş, öfke, hiddet ve benlik ile; ahfânın zıttı olan hava, kendini beğenme ve üstünlük davası gütmek ile; ruhun zıttı olan (emmare-i) nefs ise şer’i hükümler başta olmak üzere hiç kimsenin hükmü altına girmemek, her şeyi ve herkesi kendi hükmü altına almak istemesi gibi küfür ve nankörlük  ile…

Tam bir manevi bataklık…

Mesnevi’de şöyle geçer:

“Hızla yürürken çamura düşen merkep bile oradan kalkıp kurtulmak ister. Yerleşmek için çamuru düzeltmeye, yaşanır hâle getirmeye çalışmaz. Çünkü oranın yaşanır ve kalıcı bir yer olmadığını bilir. Gönlü kötü huy, günah ve arzular çamuruna düşen kimse daha mı duygusuz ki sıçrayıp kalkmaz? Üstelik günah işlerken yorumlarda bulunur, kendini haklı bulmaya çalışır ve kendisini alçaltan duygulardan kurtarmak için çabalamaz. Oysa Allah, kulun işlediği günahları bilmekte, kulun vicdânı da günahlardan dolayı kendi kendini suçlamaktadır. Fakat kör nefis, gurura kapılmış ve suçlarını görmemiştir.”

Çaresi?

Samimi bir niyet ve peşinden gayret…

En güzel ve latif yolu ise nefsinin esaretinden kurtulmuş yani o manevi bataklıktan çıkmış olan birinin veya ‘pir’inin elinden tutmak, uzattığı ‘ip’lere sımsıkı sarılmak…

Nasılı ise…

Manevi yolculuk, kalbden başlar ve kalbin ruh makamına ve daha yükseklere çıkması ile devam eder. Ruhun ve onun üstündeki latifelerin manevi yükselişi de aynı şekilde onların üst makamlara ulaşmasına bağlıdır. Nefs’in de manevi yükselişi kalb makamına inmesi ile olur. İşin sonunda bu altı latife ahfa makamına ulaşır ve hep birlikte kudsi âleme (asıllarına ve daha da ötesine) doğru uçmaya başlarlar. “Ölmeden evvel ölmek” dedikleri şey altı latifenin bu şekilde bedenden ayrılmasıdır.

Bütün latifelerin bir makamda birleşmesi ve oradan uçması şart değildir. Bazen kalb ve ruh ikisi beraber bu işi yaparlar. Bazen üçü, bazen de dördü. En kâmil olanı ise altı latifenin birlikte olmasıdır.

Kalbin asıl makamına ulaşmasının alameti, huzur ve o huzurdan oluşan şühûddur. Ruhun asıl makamına ulaşmasının alameti, vahdettir. Hafinin asıl makamına ulaşmasının alameti, istiğraktır. Ahfânın asıl makamına ulaşmasının alameti, izmihlaldir. Bazan bu sonuçların haricinde keşifler, nurlanmalar gibi haller de zuhur edebilir. 

Bazen de letaifler asli makamlarına çıkmasına rağmen anlatılan bu haller sâlikte oluşmayabilir. Fakat bu durumda da günahlardan kaçınma melekesi, şer’i ölçülerin dışına çıkmama titizliği, iyi amellerinin gözünden düşmesi, heva ve hevesinin esaretinden kurtulmuş olma, manevi huzur ve sekînet, kendinden geçme (manevi sarhoşluk), kendini görmeme gibi zahiri alametler görülür.

İlâhi huzur oluşmaksızın cezbe sarhoşluğunun oluşması, cezbe olmaksızın mahv halinin oluşması da letaiflerin bir kısmının ulaşıp bir kısmının ulaşamamasının âlametlerindendir.

Bu arada… 

Altı latife kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra eğer tekrar bedene döner/döndürülürse beden ile sevgi irtibatı dışında bir irtibat ile beden hükmünü alırlar; manevi yolculuğunu tamamlamış olarak…

İşte bu makam, irşad makamının başlangıcıdır.

(Geri dönmeyenler/döndürülmeyenler ise uzlet velilerinden olurlar.) 

İşte manevi yolculuğu murad eden müridlerin terbiyesi ile nakıs insanların irşadı, altı latifesi kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra tekrar bedene ve insanlar arasına dönen kâmil ve kemâle erdirici velilerin yani Peygamber varisi mürşid-i kâmillerin vesilesiyle olur. O âlemin güzelliklerini bu aşağı âleme taşımakla aslını, vatanını unutan latifeleri gayrete getirir, hakikati hissettirirler.

“Onlar, öyle bir topluluktur ki;
onlarla oturan şaki olmaz…”

Hadis-i Şerif

Ve dahi sözleri ilâç, nazarları şifa olur; kalbe bağlı marazların da tabibi olmuşlardır.

Letaifi karanlık, zulmet ve gaflet gibi manevi hastalıklar içinde kıvranan bir kimsenin hali böyle bir tabibe kavuşuncaya kadar aynı hâl üzere devam eder. Lütf-u ilahi yetişip de bu nimete kavuşursa, işler düzelmeye; manevi tedavi ve terbiye ile nefsin galibiyeti mağlubiyete; kalb ve diğer latifelerdeki zulmet nurlanmaya; zikir bütün vücutta egemen olmaya ve latifeler vücuttan (gurbetten) ayrılarak asıllarına (vatanlarına) doğru -nûr hızı ile- uçmaya, yükselmeye başlarlar.

“Vatan sevgisi imandandır.”
Hadis-i Şerif

(Hakiki imanın olduğu bedende, asli vatan sevgisi ve oraya yolculuk arzusu da vardır.)

Bu yolculuk, elli bin senelik olmasına rağmen, Lütf-u İlahi ile göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede de tamamlanabilir.

Latifeler, asli makamlarına ulaşmadan önce yaratılışında liderlik ve hükmetme bulunan nefse, bulunduğu kötülük hali üzre hizmet ederler idi. Asli makamlarına ulaştıktan sonra yalnız ve hizmetçisiz kalan nefs, latifelerin peşine düşer ve onların makamına çıkar. Yine onlara baş olur ama hayır üzere…

Emmare nefs mutmainne olur. Yani şer’i ölçülere inanmaksızın,  zorla ve şekil yönü ile uyan nefs, iman ederek şevkle ve hakîki veçhesiyle uyar hale gelir ki ehl-i imandan şekil yönü ile kulluk edenler cennetin suretine, hakîki veçhesiyle kulluk edenler ise cennetin hakikatine kavuşurlar.

Nefis mutmain olduğu için kendisiyle mücadele edecek vasfı kalmamıştır. Bu mücadele, olsa olsa (şer’i daire dışına meyletmeksizin) azimet-i terk ve evlâ olana muhalefet şeklinde tezahür eder.

İnsan tabiatı gereği olan fıtri ihtiyaçların karşılanması ise bunun dışındadır ve kulluğa aykırı değildir. Bu ihtiyaçları karşılayanlar da heva ve hevesine (nefsaniyetine) düşkün sayılmaz. Çünkü tabiatın gereğini yapmak, mükelleflik dairesi dışında olup, bunun kaynağı nefsin hevası değildir.

Ruhun yükselmesi  ise mücadelenin devamı ile mümkün olduğu için kalbin temkin bulması (aslına kavuşması) ve nefsin mutmain olmasından sonraki mücadele mülk âleminden olan diğer dört unsurun yani toprak, su, hava ve ateşin   zulmanî  veçhesiyle, ifrat ve tefridiyle devam eder…

Kalbin temkin bulması ve nefsin mutmain olmasıyla bedendeki ateş unsuru kendisinin hayırlı olduğu iddiasından yani benlik davasından vazgeçmez… Toprak unsuru miskinliğinden, su unsuru ikiyüzlülüğünden ve hava unsuru da üstünlüğünden…

Ne zamanki bu unsurlar ifrat ve tefritten kurtulup denge haline kavuşur yani i’tidal bulur yani o rezil sıfatlar yerini güzel ahlâka bırakırsa işte o zaman hadis-i şerifte buyrulan “şeytanım Müslüman oldu” manası o kul için de gerçekleşmiş olur ki ‘hem varis ve hem de vekil ‘ olur. Onun kalbinden her yöne hikmet pınarları fışkırır. Duyulan, görülen, tadılan, koklanan, dokunulan ve idrak edilen her şeyden hikmet hasıl olur. Bu makamda her şey Allah’tan olur, Allah’a olur ve Allah için olur.

Beden unsurları i’tidal bulmayan nefsi mutmainne için rezil sıfatlara dönmek mümkün olsa da beden unsurları i’tidal bulanlar için bu, söz konusu değildir.

“Açın gözünüzü!..
Allah Veli’lerine korku yoktur ve
onlar mahzun da olmazlar… Onlar ki îman etmişler ve takvaya ermişlerdir… Dünya hayatında da Ahirette de buşra (müjde) vardır onlara… Allah Kelimeleri için asla tebdil (değişme) yoktur… İşte bu aziym kurtuluştur. (Yunus Suresi: 62-64)

[Bazı kısımları haricinde bu yazı,
Müceddidi Elf-i Sani
(hicrî ikinci bin yılın müceddidi)
İmam-ı  Rabbani  Hazretlerinin
Mektubat isimli eseri ve diğer risaleleri ile
onları esas alan bazı kaynaklardan derlemedir…]