HÜCCET

İmam-ı Ebu’l-Leys Semerkandî ‘rahmetullahi aleyh’ anlattı:

Bağdat şehrinin hali vakti yerinde olanları hacca gitmeye karar vermiş; onların hazırlandıklarını gören bir fakir ve salih dokumacı da kendi kendine şöyle demişti:

-Varayım, şunlarla ben de hacca gideyim. Onların malları varsa benim de Mevlâm var; beni besler ve bana ihsanını eksik etmez, ben de Mevlâma sığınır, onlarla birlikte giderim.

Bu niyetle hazırlığını yaptı ve kafilenin yola çıktığı gün, peşlerinden yola koyuldu. Şehrin ileri gelenleri, hac yolcularını uğurladılar. Fakir dokumacının da uzaktan kendilerini takip ettiğini gören komşularından biri, bineğini tepti ve yanına giderek sordu:

-Hayrola komşu, sen de hacca mı gidiyorsun?

Dokumacı safiyetle cevap verdi:

-Beli, ben de varayım. Rabbimin evini ziyaret edeyim inşallah, dedi. Komşusu ise onunla eğlendi:

-Bineğin yok, azığın yok, bari birkaç bin akçacığın var mı?

Dokumacı, düşünmeden tekrar cevap verdi:

-Rabbim beni besler. Allah-u Teâlâ Rezzak-ı âlemdir. Hepimiz O’nun hazinesinden yemiyor muyuz?

O ise bu sözlere güldü ve birbirlerinden ayrıldılar, dokumacı bir daha hoca olan o komşusuna görünmedi.

Mekke-i Mükerreme’ye vardılar, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettiler, Arafat’ta vakfeye durdular, döndüler veda tavafını da yaptıktan sonra ülkelerine avdet etmek üzere Mekke şehrinden çıktılar.

Komşusu baktı ki dokumacı da hac farizasını ifa etmiş, geri dönüyor, yaklaştı ve sordu:

-Komşu vardın, beyti tavaf ettin mi?

-Şükür Allah-u Teâlâ’ya ki, benim yüzümün karasına bakmadı ve bana o şerif makamı nasip etti; geldim sağlıkla tavaf ettim, şimdi de memlekete dönüyorum.

Komşusu onunla alay etmek istedi:

-Komşu, sana da hüccet verdiler mi? Beratını aldın mı?

-Nasıl hüccet verirler?

-Beytullah’a varana, cehennemden azad olduğuna dair hüccet verirler. Bizim hüccetimiz var, deyince biçare dokumacı bu söze aldandı ve ağlayarak hemen geri döndü.

Komşusu, yaptıklarını yol arkadaşlarına anlattı, hepsi dokumacının haline gülüştüler ve onlar da yollarına devam ettiler.

Dokumacı, o hızla Harem-i şerife girdi ve Beyt-i Muazzamın kapısına başını koydu, yüzünü yerlere sürerek ağlamaya başladı ve niyazda bulundu:

-Ey Âlemlerin Rabbi olan Allahım! Ey sultan-ı kadim-i bizeval. Sen kadirsin, ganisin ve ihsanın bütün kullarına şâmildir. O kullarına, cehennemden azad olacaklarına dair hüccet vermişsin. Ben kuluna hüccet verilmedi. Yoksa ben azad olunmadım mı?

Bir yandan yalvarıyor, bir yandan da gözlerinden sel gibi yaşlar akıtıyordu. Öyle bir an geldi ki, yorgun ve bitap düştü ve kendinden geçti. Gördü ki bir kişi geldi ve:

-Kaldır başını ey miskin… Al hüccetini, var yoldaşlarına yetiş, dedi. Dokumacı dehşet içinde kaldı ve baktı ki hakikaten elinde öyle bir berat var ki kağıdı dünya kağıtlarına benzemez. Kokusundan canı mest oldu, beratı öptü başına koydu, yüzüne gözüne sürdü; itina ile koynuna yerleştirdi ve tekrar yola koyuldu. Bir süre sonra da hemşerilerine yetişti. Onlar hâlâ işin alayında idiler ve aralarında garip dokumacıyı aldattıkları için gülüşüyorlardı. Yanlarına yaklaşınca sordular:

-Hüccetini aldın mı?

-Evet aldım.

Kendisi ile alay eden komşusu ileri vardı ve:

-Görelim şunu, dedi. Dokumacı ihtiram ile koynundan çıkardığı hüccetini ona uzatırken:

-Seninki ile bir arada dursun, dedi.

Komşusu, uzattığı beratı aldı ve baktı ki ne görsün? Kâğıdı yeşil, yazısı ak nurdan, kokusu canları mest eyler. Bunu görünce bir sayha vurdu ve kendisini bineğinden aşağı attı. Aklı başından gitti; bir müddet sonra kendine geldi, dokumacının hüccetini yüzüne gözüne sürdü:

-Yazık, yazık benim geçen ömrüme, yok yere çürütmüşüm, diye ah edip ağlamaya başladı. Ah nolaydı, diyordu. Şu dokumacı komşum gibi fakir ve sadık olsaydım. Beni de böyle aldatsaydılar; tek onun eriştiği saadete ben de erişseydim.

Fakir dokumacı, sıdk-u sadakâtı berekâtı ile ne mertebeye erişmişti. Onun fakirliği ile alay edenler hacca giderken alay yollu: “Bari birkaç bin akçen var mı?” diyenler, bütün servetlerini feda etseler böyle bir saadete nail olabilirler miydi?

Her ne hal ise, hacılar Bağdat’a döndüler. Dokumacı, hoca olan komşusuna:

-Hüccetim sende kalsın, dedi. Öldüğüm zaman kefenimin arasına koyar ve beni öyle defnedersiniz.

O da, bu vasiyet üzerine hücceti sandığına koydu ve kilitledi ve ticaretle meşgul olduğundan bir başka şehre gitti. Onun Bağdat’ta bulunmadığı sırada, dokumacı vefat etti. Cenazesini kaldırdılar. Bir müddet sonra dönünce, komşusunun ölümünü öğrenerek ah-u vah etmeye başladı:

-Eyvah… Bende emaneti vardı. Vasiyetini yerine getiremedim; o ahrete gitti, hücceti bende kaldı, diye ağlayarak gelip sandığı açtı ki, hüccet yerinde yok.. Ne yapacağını şaşırmış bir halde:

-Varayım, kabrini açıp bakayım. Olur ki, birisi hücceti almış ve ona vermiştir, diyerek dokumacının kabrine gitti ve kabri açmaya teşebbüs edince, bir nida geldi:

-Bırak, kabrini açma! Biz ona hücceti veririz de, sonra yabanda mı bırakırız. Hüccet yerini ve sahibini buldu, denildi.

 O da bu nida üzerine kendinden geçti ve olduğu yere yığıldı kaldı. Bir de baktı ki, komşusu dokumacı karşıdan geliyor ve ona şöyle diyordu:

-Ey komşu! Allah senden razı olsun ki o hüccet bana geldi, münker-nekire gösterdim bana bir şey demediler. Amma ben hücceti senin sayende aldım. Eğer sen bana: “Git, hüccetini al demeseydin, ben hüccetsiz gittimdi.”

Müzekkin-Nüfus