FARKLI NAZAR (GÖRÜŞ)

Râcî, uzun bir müddet görmediği Aynalı Baba’yı ziyarete gider. Aynalı Baba, kısa bir sohbetten sonra, ona mûtâdı olduğu üzere bir kahve ikram eder. Râcî, yine hayal âleminin derinliklerine dalıp gider.

“Kendimi karıncalar arasında ve binlerce sokağı bulunan bir karınca yuvasında, karınca şeklinde buldum. Etrafa hayran hayran bakmaya ve tetkik etmeye başladım. Karıncalar da muhtelif içtimaî sınırlardaki insanlar gibi kısımlara ayrılmıştı. Şu kadarını söyleyebilirim ki oradaki sınıflar, insanlar arasındaki sınıflara benzemiyordu. Bu sınıflar arasında mevki farkı yoktu. En yüksek ve en alçak gibi farklar görünmüyordu. Yuvadaki karıncalar en az birkaç yüz bin kadar olsa gerek. Bunlar, beyler ve amele sınıflarına taksim edilmişlerdi. En tuhafı, maddi ve manevi her türlü ihtiyacı anlatabilecek mükemmel bir dile sahip olmalarıydı.

Yuvamızda mükemmel mektepler, zahire ambarları, yatakhane, hapishane, teneffüs ve yemek salonları, toplantı yerleri, hülasa pek mütekâmil bir toplantı yeri için iktiza eden bir binanın, bir şehrin bütün debdebe ve alayişi mevcuttu. Daha garibi şurası ki karıncaların içtimai durumu beşere nispetle daha çok terakki etmişti.

İlk önce karıncalardaki geçim düzeni ve çalışma tarzı, beşerdekilere nispetle daha mütekâmildi. İktisat ve ekonomi hususunda ise beşeriyete nazaran tavsif edilmesi kabil olmayan bir tekâmül farkı vardı. Karıncaların insanlığa en üstün oldukları taraf ise terbiye meselesidir. Karıncalar bu işte insanları çok geride bırakmışlardı. Adaleti eşitçe dağıtmakta da aynı mütalaa tereddüt göstermeden yürütülebilir. Bu sebeplere dayanarak karınca yuvalarında mektep yapılan daireler yuvanın en mutena ve en büyük kısmını işgal ettiği halde, hapishaneler sihhate uygun olmakla beraber pek küçüktü. Çünkü burada hapis cezasına uğrayanlar hemen hemen yok gibidir.

Bir karıncada en birinci haslet, vazife hissidir. Ve bu his her hisse galiptir. Nefsani ihtiras ve ihtiyaçlar uğrunda vazifesini feda değil tembellik eden karınca hemen hemen hiç bulunmaz.

Ben, karınca beylerinden birinin oğlu imişim. Eğitim ve öğretimim için amele sınıfından yedi yaşlı adam, yedi meşhur âlim babam tarafından -müşavere suretiyle- seçilmişmiş. Bu yedi âlim yalnız yuvamız halkı arasında değil, belki etraftaki yuvaların halkı arasında da ilim ve fazilet yönünden en üstünleri idiler. Hayat merdivenlerinin son kademelerine gelmiş olan bu ihtiyarlar, beni karınca nesline faydalı bir eleman olmak, en son olarak da hayırlı bir talebe yetiştirmek emeliyle çalışmaktaydılar. İyi bir eğitim usulü ile bana kısa bir zaman içinde karınca cinsine bahşedilen ilmin hemen hepsini öğretmiş bulunuyorlardı. Şimdi sık sık seyahatler yapıyor, okuduğum ve bildiklerimin tatbikatı ile uğraşıyorduk…

Uykudan uyandığım hizmetçilerim tarafından hissedildiğinde semiz bir böcek budu ile yarım buğdaydan ibaret sabah kahvaltısı getirdiler. Henüz yemeği bitirmiştim ki hocalarımdan biri yanıma geldi. Ve şu şekilde söze başladı: “Ey Şehzadem! Senenin hemen yarısında şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide ne kadar tuhaf tabiat olayları zuhur etmekte olduğunu bilirsiniz. İki numaralı lise talebesine bu sene yaptırdığımız ilmi gezintilere dair aldığımız son raporlarda şimdiye kadar âlimleri ihtilaflara düşüren hava durumunun yine başlamış, her gün muntazaman meydana gelmekte olduğu bildiriliyor. Malumunuz olmak lazım gelir ki günün bir kısmında güneş hayat nuru bahşeden kaynağını kuvvetle neşre başladığı zamanlarda parlak gökyüzünün birçok tarafları birden bire bir takım kalın ve sıra sıra bulutlarla örtülüyor. Bu bulut parçaları muhtelif zamanlarda yine yok oluyor. Acaba bu hava boşluğu durumunun sebebi nedir? Bildiğiniz gibidir ki bu gibi tabiat olayları mantıkla, akli denklemlerle bilinemez ve bulunamaz. Her durumda tecrübe ve tetkike muhtaçtır. Uzun müddetten beri birçok mesele hakkında sayısız tecrübeler ve ileri görüşler yapıldığını bilirsiniz. Nice bilinmez tabiat olayları hal olundu. Böyle bir durumda bugün onlara yüzde seksen, doksan hakikat nazarı ile bakılması mümkündür. Yalnız bu acayip hava boşluğuna ait durumu henüz doğru bir şekilde çözen olmadı. Öğretmenlerinizden bir zat bu meselede derinlemesine tetkiklerini açıklayan konferansını verecektir.

Uygun görürseniz buyurunuz bizde gidelim. Konferans arazi üzerinde verilecektir. Ve burada bütün orta ve yüksek mekteplerin talebeleri bulunacaktır.”

Büyük bir kalabalıkla acayip yapılışta olan araziye doğru seyahate başladık. İşin garip ve tuhafı şu ki ben hem insan duygu ve bilgisi ve hem de karınca anlayışı ile süslenmiştim. Nihayet acayip araziye girmiştik. Bu yerlere karınca gözleri ile baktığımda hakikaten düşünülecek ve konferanslar verilecek kadar acayip ve garip teşkilata sahip olduğunu anlıyordum. Halbuki insan gözüyle baktığım zaman iki tarafı muntazam mağazalar, süslü ve düz taşlar ile döşenmiş geniş bir caddede bulunduğumuzu görüyordum.

Bu iki his arasında büyük farkı büyük bir hayretle muhakemeye koyulduğum zaman tabiatçı hocalardan biri bu garip arazi hakkında konferans vermeğe başladı: “Efendiler!” diyordu. “En fazla dikkati çeken şu büyük hücrelerin şekliyle aralarındaki kanalların intizamıdır. Hücreler takriben düz, çatlaklar ise hemen hepsi mükemmel denilecek intizamda düzgün çizgilerle doludur. Bu intizamın sebebini ulemamız bir türlü keşfedemiyor. Halbuki böyle sun’i şeylere benzer şeyler tabiatta yoktur ve olamaz.”

Konferansın en tatlı bir yerine gelinmişti ki birdenbire yüzbinleri geçen dinleyiciler arasında bir çığlıktır koptu. Gökyüzü açık olduğu halde, yağmur düşmesi ile kıyası mümkün olmayan müthiş bir seylap ve sıcak bir tufan o anda binlerce karıncayı sürüklüyor ve boğuyordu. Bu semavi tufandan hâsıl olan deli cereyanlı nehir veya nehirler binlerce karıncayı perişan edip götürüyordu.

Herkes bir tarafa kaçıyordu. Ben bir dakika korku ve dehşete mağlup olduktan sonra bu garip tufanın sebebini anlamak hevesine düştüm. Yukarıdan hala fasılalı sağanaklarla seller akmaktaydı. Bu müthiş hadiseye insan nazarı ile baktığım zaman hayretten ve gülmekten kendimi alamadım. Garip arazi adı verilen caddede bir kaldırım kenarında yerimizi almıştım. Bulunduğumuz yerde bir kira arabası durmuş, arabacı mutlulukla uyumakta ve hayvanlar ise başlarına asılan torbalardan yem yemekteydi. Hayvanların her ikisi ittifak etmişler gibi pislemeğe koyulmuşlardı. İşte zavallı karıncaları yok eden sıcak tufan bu hayvanların pisliğinden başka bir şey değildi.

Yuvalarda bütün ahali üzüntü ve ızdırap içinde ölümümle meşguldüler. Zira ben de orada vefat edenler arasındaydım. Ulema ise acayip arazide vukua gelen tufanın sebeplerini araştırmakla meşgul oluyorlardı.

Nihayet en büyük tabiat hocalarından biri kütüphanesinde bulunan meşhur bir eserde bu sebebi keşfetti. Bu eserde deniliyordu ki: “Garip arazide öyle kuvvetli bir mıknatıslık ve elektriklik vardır ki ara sıra birdenbire şiddetlenerek havayı bulandırıyor. En küçük bir arıza ile o bulutlardan tufan üstü seller boşanıyor.”

Ben bu beyanatı işittiğim zaman gözümün önüne yemini yiyen yorgun beygirlerin pislemesi geldi de uzun bir kahkaha salıverdim. Ve arkasından uyandım. Aynalı hem gülüyor ve hem de görülmemiş garip bir oyun oynuyordu.

Âmak-ı Hayal