Etiket arşivi: Tadil-i Erkan

KABİR AZABI

Kabir azabı iki kısımdır: Rûhanî ve cismanî.

Cismanî olanı herkesçe malumdur; kitaplarda kayıtlıdır.

Burada, kabir azabının ruhanî olanından bahsedeceğiz; onu da ‘kendini bilen’ anlar ancak.

‘Kendini bilen’ kimse, ruhun kendi zâtı ile var olduğunu ve kıyamı için bedene muhtaç olmadığını, ölümün onu yok etmeyeceğini ve ölümden sonra yaşamaya devam edeceğini de bilir. Yine bilir ki, ölüm, gözün, elin, ayağın, kulağın ve bütün hislerin ortadan kaldırılmasıdır; hisler (duyular) kendisinden alınınca, hanım, evlât, mal, mülk, makam, ev, hizmetçi, binek, akraba ve yakınlar; hatta yer, gök ve his ile anlaşılanların hepsi ondan alınmış olur.

Kişi eğer sevgisini onlara tahsis etmiş ve varlığını onlara adamış ise bu âlemden ayrılırken zaruri olarak azapta kalır.

Onlara tutulmayıp esir olmadan ALLAH sevgisi ile yaşamış, zikrine ünsiyet kazanmış ve dünya meşguliyetini zaruret ve mecbur olduğu kadar kabul etmişse, ölünce maşukuna kavuşur, üzücü ve kuruntu verici şeyler aradan kalkar, mesut ve mesrur olur.

Hal böyle iken, bütün arzu ve sevgisini dünyaya tahsis eden bir kimsenin dünyadan ayrılırken içine düşeceği azap ve elemi düşün! Bir de, mahbubu ve matlubu ALLAH olan, dünya ve içindekileri dost edinmeyip ancak kendine yetecek kadarını alan kimsenin, dünyadan ayrılırken kavuşacağı rahatlığı düşün!

O hâlde bu hakikati (ayrılık azabını) idrâk eden kimsenin kabir azabının dünya ehline muhakkak olacağı, kalbi ALLAH sevgisi ile dolu yaşayanların ondan azat olacağı hususunda şüphesi kalmaz.

Böyle olduğu «Dünya, müminin zindanı, kâfirin Cennetidir» hadîs-i şerifinden de anlaşılır. Çünkü mümin ölürken zindandan kurtuluyor, kâfir ise cennetinden çıkartılıyor…

***

Kabir azabının aslının dünya sevgisinden zuhur ettiği bilindiğine göre bu azabın mâsiva sevgisi ölçüsünde kimine az, kimine fazla olmakla iki türlü olduğu da bilinmiş olur. Dünyayı isteme ve sevme derecesine göre kimine çok, kimine az olur. Meselâ kalbi bu dünyaya yalnız bir cihetten bağlı olan kimsenin azabı; mal, mülk, hizmetçi, hayvan, mevki, makam, üstünlük ve bütün dünya nimetlerine sahip ve kalbi bunların hepsine bağlı olan kişininki gibi değildir. Şöyle ki, bir kimseye atlarından birinin çalındığını söyleseler, on atının çalınmasından daha az üzülür. Eğer bütün malını alsalar, malının yarısının alınmasından daha çok üzülür ve azap çeker. Bütün malının alınmasına da hanımının ve çocuklarının hırsızlar ve yağmacılar tarafından kaçırılmasından daha az üzülür.

Ölüm de malını, evlâdını, hanımını ve dünyada olan her şeyini yağma edip kendisini yalnız bırakandır.

Şu hâlde herkesin kabirdeki azabı ve rahatı dünyaya bağlılığı ve ondan kesilmesi miktarıncadır.

Bununla alâkalı olarak Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; «Muhakkak ki, dar maişet onun içindir» âyet-i kerîmesinin ne mânâya geldiğini bilir misiniz? Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân), «Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Buyurdu ki: «Kâfirin kabirdeki azabıyla ilgilidir; doksan dokuz ejderhayı ona musallat ederler. O ejderhaların ne olduğunu bilir misiniz? Onlar, doksan dokuz yılandır. Her yılanın dokuz başı vardır! Onu sokarlar, yalarlar ve üzerine üflerler. Bu, kıyamete kadar devam eder.»

Dalalette olanlar ise “Biz onun mezarına baktık, bunlardan hiçbirini görmedik. Eğer mezarda böyle şeyler olsaydı, gözümüz sağlamdır, biz de görür, hallerine vakıf olurduk” derler.

Onlar, ejderhaların, ölenin ruhunda olduğunu bilemediler; bilemezler de… Hatta bu ejderhalar, ölümden önce bile onun ruhunda idi; nefs-i emarenin sıfatlarından meydana gelmekte idi; başlarının sayısı da, kötü ahlakının dalları sayısı kadar idi… Lâkin bazı kişiler, bundan gâfil ve habersizdir.

O ejderhaların yaratıldığı şeyin aslı ise dünya sevgisidir. Başlarının sayısı da dünya sevgisi sebebi ile zuhur eden kin, haset, kibir, hırs, aldatma, hile, düşmanlık, makam sevgisi, şan, şöhret hayranlığı ve bunun gibi fena ahlâklar sayısıncadır.

Eğer sanıldığı gibi, bu ejderhalar ruhun dışında olsaydı, iş daha kolay olurdu. Zira bir an ondan ayrılmanın imkânı olabilirdi. Fakat ruhta yerleşmiş olduğundan ve kendi sıfatı haline geldiğinden ondan nasıl kaçabilir?

Bir kimsenin cariyesini sattığı sırada ona âşık olduğunu hissetmesinin verdiği ıstırap gibi ruhta bulunan ve ölüm sonrasında onu ısıran ejderhalar da dünya sevgisi ve ona hırs ile bağlanma tutkusudur. Ancak bütün bunlar gizli ve örtülüdür.

Doksan dokuz ejderha, ölümden önce de kendinde olup acısını duymaması onlardan haberi olmadığı için değil maşukla beraber olunca, aşkın kendisi rahata sebep olduğu içindir; ayrılık vaktinde ise ıstırap ve azap başlar.

Rahata sebep olan dünya sevgisi aynı zamanda azaba da sebeptir. Makam sevgisi ejderha gibi, mal sevgisi yılan gibi, saray ve ev sevgisi akrep gibi kalbini sokar ve kemirir. Kalanları da bunun gibidir…

Cariyeye âşık olanın, ayrılık zamanında, bu dertten kurtulması için kendini suya, ateşe atmayı veya bir akrep tarafından sokularak derdinden kurtulmayı istemesi gibi kabirde azap çeken de, bu dünyadaki akrep ve yılanlar tarafından ısırılarak kabir azabından kurtulmayı ister. Zira bu acılar bedene olmaktadır ve dışardan gelmektedir. Ruhundaki ejderhaların acısı ise içtedir ve çok daha şiddetlidir.  

Hakikatte herkes, kendi azabını buradan götürmektedir ve bu azap onların ruhları içerisinde müessir olur. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Bu ceza, yaptıklarınızın size iadesinden başka bir şey değildir”.

Ve yine bunun için ALLAH-u Teâlâ buyurur: “Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz.” Ve yine bunun için buyurdu: “Elbette Cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır.” “Cehennem onları ihata edicidir. Onlarla beraberdir” buyurdu da “Onları ihata edecek” buyurmadı.

***

Eğer denirse; “Şeriatın zahirinden anlaşılan, o ejderhaların baş gözü ile görülebileceğidir. Halbuki ruhun içerisinde olan ejderhalar zahir gözle görülür cinsten değildir.”

Bunun cevabı ise şudur: Bu ejderhalar görülebilir ama ölüler tarafından… Bu dünyada olanlar, onları görmeye kâdir değildir.  Çünkü o âleme mahsus şeyler, bu dünya gözü ile görülemez.

Bu ejderhalar, ölülere hayal ve temsili olarak da görünmezler. Bu dünyadakiler bu dünyadakileri gördüğü gibi, o âlemdekiler de oradakileri görür.

Hususen çok kimseler uykuda yılanın kendini soktuğunu görür, (korkunç bir rüyadan sonra bazıları, saçlarını ağartacak kadar dehşeti yaşar ama) yanında oturanın bundan haberi bile olmaz. Çünkü bu yılan uyuyan içindir; acısı da ona mahsustur; uyanık olan için değildir. Uyanık olanın bu yılanı görmemesi, diğerinin acısından, azabından bir şey eksiltmez.

Bir kimseyi rüyada yılan sokarsa, bir düşmandan sıkıntı göreceğine, düşmanı ona karşı zafer bulacağına işaret eder. Gerçekte ise onu yılan ısırmamıştır.  Buna rağmen acı ve ıstırap duymaktadır. İşte o ıstırap, ruhta olmakta, kalpte yaşanmaktadır. Fakat bu, dünya hayatından (bu âlemden) bir şeyle temsil edilecekse, işte o yılandır, akreptir.

Düşmanı kendisine galip gelince “Zaten rüyasını görmüştüm” der. Sonra da, “Keşke beni gerçekten yılan soksaydı da, düşmanım arzusuna kavuşmasaydı” der. Çünkü bu azap ve ıstırap onun kalbine, yılanın bedenine verdiğinden daha fazla acı vermektedir. Şu hâlde “Bu yılan yoktur; onun yarası ve eziyeti de hayalîdir” dersen, büyük hata etmiş olursun.

Şu da var ki, ona hayal veya rüya denmesinin bir sebebi de çabuk uyanıp ondan kurtulduğu içindir. O halde devamlı kalsa, kimse ona hayal veya rüya demezdi. İşte azap çeken ölü de bunun gibidir. Azapta çok uzun müddet kalıyor; sonu bir türlü gelmiyor.

Şer’i bilgilerde ifade edilen yılan ve ejderhalar kabirde beklemiyor ki, baş gözü ile herkes onları görsün ve baş gözü ile şahit olunan şeyler olsunlar. (Öyle olsa idi imtihan diye bir şey kalmazdı.) Ancak, bazı kimselere, uyku halinde bu âlemden uzaklaştırılarak yılan ve akrepler arasında azap içindeki ölüyü gösterdikleri de olmuştur,

Başkalarına uykuda, rüya âleminde vâki olan bu gibi haller, Peygamber ve velilere uyanık iken de vâki olur. Çünkü onların bu dünya ile meşguliyetleri, o âlemi müşahede etmelerine mani olmaz.

Bu kadar uzun anlatmaktan maksadımız, baş gözü ile mezara bakıp da bir şey göremeyenlerin, kabir azabını inkâr ettikleri içindir. Bu da, öbür dünyanın işlerini anlamamalarından; o âlemi bu âlem gibi zannedip ikisini birbiriyle kıyaslamalarındandır.

***

Eğer kabir azabı, kalbin bu dünyaya bağlanması sebebiyle ise, hiç kimse ondan kurtulamaz. Çünkü kadın, evlât, mal ve mevkii olup ta bunlara meyil ve sevgi bağlamayan yoktur. O hâlde kabir azabı herkese olması ve hiçbir ferdin bundan kurtulmaması gerekir, denirse; cevabında deriz ki: Durum anlatıldığı gibi değildir. Öyle insanlar vardır ki, dünyadan geçmiş, dünyada lezzet alacakları ve rahat bulacakları yerleri kalmamıştır; ölümü arzularlar. Derviş meşrep [fakîr] müslümanların çoğu böyledir.

Zengin insanlar ise ikiye ayrılır: Bir kısmı, bu şeyleri severler ama Allah-u Teâlâ’ya olan sevgileri daha fazladır. Onlar için de kabir azabı yoktur. Bunlar şu kimseye benzer ki, sevdiği bir şehir vardır; o şehirde de sevdiği bir sarayı vardır. Ancak reis olmayı, saltanatı, köşk ve bağları onlardan daha çok sever. Padişahın emri ile ona başka bir şehrin reisliği verilse, bulunduğu yer ve saraydan ayrılmak ona zor gelmez. Zira sarayının ve şehrinin sevgisinden daha çok olan reislik sevgisi, diğer sevgileri siler, onlardan eser bırakmaz.

O hâlde, Peygamberler, veliler ve zâhidlerin kalbi, kadına, evlâda, şehre ve vatana yakınlık duysa, iltifat etseler de, ALLAH’a olan sevgileri onlardan daha çoktur ve O’na kavuşmanın lezzeti, diğerlerini siler, yok eder. Bu lezzet ise ölüm ile tam hâsıl olur ve kabir azabından emin kılar.

Dünya arzularına bağlanıp kendini dünyaya tamamı ile kaptıranlar, bu azaptan kurtulamaz. Böyle olanların çokluğu o kadar fazladır ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sizden gideceği yer o [Cehennem] olmayan kimse yoktur. Bu öyle bir iştir ki, hükmü Rabbinin katında kesinleşmiştir. Sonra, müttakî olanları ondan kurtarırız. Zalimleri ise dizleri üzerine çökmüş olarak terk ederiz».

***

Îman üzere ölen ama kalbinde dünyevi sevgi ve bağlantılar baskın olan kimseler, bir müddet azap çekerler. Dünyadan uzun zaman (yıllarca) ayrı kaldıkları için, dünya lezzetini unutmaya; kalpte olan ALLAH sevgisi tekrar zuhur etmeye başlar. Bu kimsenin durumu bir sarayı diğerinden yahut bir şehri diğer bir şehirden veya bir kadını diğer bir kadından daha çok seven fakat ötekini de seven kimseye benzer. Onu en çok sevdiğinden ayırıp diğer sevdiğine mecbur bırakırlarsa, ayrılık ıstırabını çeker; bir zaman sonra buna alışır, diğerini unutur. İşte kalpte var olan sevginin aslı, uzun zamandan sonra tekrar zuhur etmeye, coşmaya başlar.

Fakat ALLAH-u Teâlâ’yı sevmeyen, o azapta ebedi kalır. Zira onların bütün sevgisi, ayrıldıkları nesneye idi ve daima O’ndan uzak kalmayı istiyor ve yaşıyorlardı. Onları azaptan kurtaracak olan sebebin zerresi dahi içlerinde yoktu. Artık hangi bahane ile kurtulabilirler? Kâfirlerin ebedi azapta kalmalarının sebeplerinden biri de budur.

İnsanlardan bazıları da sadece dilleriyle, «Ben ALLAH-u Teâlâ’yı severim yahut dünyadan daha çok severim» derler. Belki dünyadaki bütün insanların görüşü de budur. Fakat bunun bir mihenk taşı ve miyarı [ölçüsü, sağlaması] vardır ki, durum onunla anlaşılabilir ancak. Bu da şöyledir: Bir kimseye nefsi veya çok sevdiği biri, ALLAH-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına aykırı bir şey emretse, eğer kendini Dinî ölçülere uymaya meyletmiş ve istekli görür ve onu yerine getirirse, onun ALLAH-u Teâlâ’ya olan sevgisi nefsinden de, dünyadan da, sevdiklerinden de daha fazla demektir. Nitekim iki kimseyi seven ama birini diğerinden daha çok seven kimse, aralarında bir ihtilâf/zıtlık çıktığı zaman kendini daha çok sevdiğinin tarafında bulur ve onu daha çok sevdiğini bununla da anlar. Hal böyle olmayınca, sadece dil ile söylemekte fayda yoktur. Çünkü yalan olur.

Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “La ilahe illallah diyen kimse, kendisini ALLAH-u Teâlâ’nın azabından korumuş olur. Bu, dünya işlerini, din işlerine tercih etmelerine kadar devam eder. Dünyayı dine tercih edip de, La ilahe illallah dedikleri vakit, ALLAH-u Teâlâ onlara: Yalan söylüyorsunuz. Bundan sonra La ilahe illallah demeniz yalan olur, der.”

O hâlde, buradan, (velâyet nuru ile bakan) basiret sahiplerinin batınî müşahede ile kabir azabından kimlerin kurtulacağını nasıl gördükleri anlaşılmış olur. Ve yine insanların çoğunun kurtulamayacağını, fakat tıpkı dünyaya bağlılıklarının farklı olması nispetinde azaplarının da müddet ve şiddet bakımından farklı olduğu anlaşılmış olur.

***

Aldanmış ve nefsine mağrur olmuşlardan bir grup vardır ki: «Eğer kabir azabı bu ise biz bundan eminiz. Çünkü bizim dünya ile alâkamız yoktur. Onun varlığıyla yokluğu bize göre aynıdır» derler.  

Bu iddia boştur ve gerçek dışı bir iddiadır. Tecrübe etmeyince anlaşılamaz. Eğer her şeyini hırsız alır götürür yahut kendisi için kıymetli olan itibarı ve makamı arkadaşına geçer yahut kendi yanındaki sevenleri ondan yüz çevirir ve onu zemmederler de kalbine bunlardan hiç tesir gelmezse ve başkasının malı çalınmış yahut başkasının sevdiği şey elinden çıkmış gibi kabul ederse, işte o zaman bu iddia doğru olur.

Malı çalınmayınca ve sevenleri ondan yüz çevirmeyince, işin hakikati anlaşılmaz. Ya da nefsinin itibar düşkünü olmadığını iddia edip de düşük işlerde çalışmaktan kaçanın nefsindeki üstünlük davası o zaman kendini göstermeye başlar.

O hâlde kabir azabından kurtulmak isteyen, dünyadan hiçbir şeyle zaruret miktarından fazla alâkalanmamalı; ihtiyaç ve mecburiyet kadar istek ve irtibatı kalmalıdır.

Demek ki, mideye yemek doldurmak isteği onu boşaltmak isteği kadar/gibi olmalıdır. Çünkü her ikisi de lâzımdır, ihtiyaçtır, mecburidir. Diğer hususlar/arzular da bu minval üzere olmalı ve zaruret miktarını aşmamalıdır.

Kalp bu bağlardan, arzu ve şehvetlere esaretten kurtulamazsa, ibâdetlere ve ALLAH-u Teâlâ’yı zikre devamla kalpte zikri hâkim kılmaya çalışmalıdır. Böylece zikir, dünya sevgisini bastırsın, silsin.

Bununla birlikte Şer’i şerife uymak ve Hakk’ın emirlerini nefsin havâsı üzerinde tutmaya çalışmakla bu mananın hâsıl olmasına gayret etmeli ve kendinden delilini görmelidir. Eğer nefsi ona itaat eder duruma geliyor ve Din’in emirlerini her şeyin üzerinde tutuyorsa, o zaman kabir azabından kurtulduğuna inanabilir. Eğer hâl, anlatıldığı gibi olmazsa, kabir azabı kendi bedenine muhakkak değer; ALLAH’ın inayeti erişip azabını af etmesi hariç.

Kimya-yı Saadet

YÜZ ŞEHİD SEVABI

Bu zamanda, insanların pek çoğu, namazın edasında gevşek davranmaktadırlar. Namazda itminana ve tadil-i erkâna dahi, kayıtsız kalmaktadırlar. Dolayası ile istedim ki, bu babda, zaruri olarak, tekid ve mübalağa ile üstünde dura dura bazı hususları yazayım.

Bu yazılanları, dikkatle dinleyip anlamak gerek.

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu:

“Hırsızların en kötüsü, o kimsedir ki; kıldığı namazından çalar.”

Şöyle sordular:

-Ya Resulallah, o kimse, kıldığı namazından nasıl çalabilir?

Buna cevap olarak, Resulullah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu:

“Rükûunu ve secdelerini tamam etmemek sureti ile.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde ise şöyle buyurdu:

“Rükû ile secdeleri arasında belini düzeltmeyen kimsenin namazına Allah nazar etmez.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, secdeleri ve rükûunu tam yapmayan bir kimseyi gördü ve şöyle buyurdu:

“Sen hiç korkmaz mısın? Eğer bu halinde ölecek olsan, Muhammed Dini’nden başka bir din üzerine ölürsün.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: “Sizden hiçbirinizin namazı tamam olmaz; taa rükûdan tamamen kalkıp belini de doğrulttuktan sonra her uzuv yerine gelinceye kadar.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimi şöyle buyurdu:

“Bir kimse, iki secde arasında oturmadıkça, belini doğrultup onu sabit tutmadıkça namazı tamam olmaz.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, bir gün namaz kılan birinin yanından geçti; gördü ki, rükûunu ve secdesini, oturmasını, kalkmasını, hulasa namaz erkanını tamam etmiyor. Şöyle buyurdu:

“Eğer bu halinde ölecek olsan, kıyamet günü benim ümmetimden olduğun söylenemez.”

Bir başka yerde ise, şöyle buyurduğu anlatılmıştır:

“Bu durumda ölecek olsan, Muhammed Dini’nden başka bir din üzere ölmüş olursun.”

Ebu Hüreyre ‘radiyallahu anh’ şöyle anlattı:

-Bir şahıs altmış sene namaz kılar; amma, onun bu namazlarından bir tanesi dahi kabul edilmez. Bu o kimsedir ki, rükûunu ve secdelerini tamamlamaz.

Şöyle anlatıldı:

-Zeyd b.Vehb birinin namaz kıldığını gördü; amma rükûunu ve secdelerini tam yapmıyordu. Onu çağırdı ve sordu:

-Kaç senedir böyle namaz kılarsın?

O kimse, şu cevabı verdi:

-Kırk senedir.

Bunun üzerine, Zeyd b.Vehb şöyle dedi:

-Bu kırk sene içinde hiç namaz kılmamış oluyorsun. Bu halinde ölsen, Muhammed ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ sünnetinden başka bir yolda ölürsün.

Şöyle anlatıldı:

-Mü’min bir kul namazını kıldığı zaman, rükûunu ve secdelerini de güzel eda ederse, onun namazında bir güzellik ve nur olur. Melekler onu, semaya çıkarırlar. O namaz dahi, namaz kılan için dua edip şöyle der:

-Sen beni koruduğun gibi, Allah-u Teâlâ dahi seni korusun.

Şayet o kimse, namazı güzel kılmaz ise, o namaz zulmetli olur. Melekler dahi onu istemezler, semaya da çıkarmazlar. O namaz dahi, kılana şerli beddua edip şöyle der:

-Sen beni nasıl zayi ettinse, Allah da seni zayi etsin.

Namazın edası dam olarak yapılmalıdır. Tadil-i erkâna tam riayet edilmelidir. Oturmalara ve kalkmalara dahi riayet gerekir.

Namazı tamam kılmaları ve tumaninete (oturuş ve kalkışlarda azaların sükûnet bulmasına) tadil-i erkâna (her şeyin sünnet olduğu üzere yapılmasına) riayet etmeleri için başkalarına dahi delâlet edip anlatmalıdır. Zira insanların pek çoğu, bu devletten mahrumdur. Bu amel, bütünüyle terk edilmiş durumdadır. Bunu ihya etmek, İslâm’da önemli vazifelerin en önemlisidir.

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu: “Öldürüldükten sonra bir kimse sünnetimi canlandırırsa, onun için yüz şehid sevabı vardır.”

Mektubat-ı Rabbani

 

TADÎL-İ ERKÂNA RİAYET

Namazlarda ta’dîl-i erkâna riayet (rükünlerin hakkını vermek), İmam Ebû Yusuf’a göre bir rükün olduğundan farzdır. Bundan maksad, namazın kıyam, rükû ve secde gibi her rüknünü sükunetle yerine getirmek ve bu rükünleri yaparken her uzuv mutmain olup hareket halinden beri bulunmaktır. Mesela: Rükûdan kıyama kalkarken vücud dimdik bir hale gelmeli ve sükunet bulmalı, en az bir kere: “Sübhanellahi’l-Azîm” diyecek kadar ayakta durup ba’dehu (ondan sonra) secdeye varmalıdır. Her iki secde arasında da böyle bir tesbih mikdarı durmalıdır.

Tadîl-i Erkân, İmam Azam ile İmam Muhammed’e göre vaciptir. Binaenaleyh birinci kavle göre ta’dili erkana riayet edilmeksizin kılınan bir namazı iade etmek (yeniden kılmak) lazımdır. İkinci kavle göre ise, bu halde yalnız sehiv secdesi lazım gelir. Fakat böyle bir namazı iade etmek evlâdır. Bununla ihtilaftan kurtulmuş olur. Nitekim kerahete mukarin olan (kerahetle kılınan) namazları da iade vacip görülmüştür.

Namazdan manevî haz duyanlar, namazda itidale (tadil-i erkana) riayet eder, acele etmekten sakınırlar. Acele etmeyi ta’zime (hürmete) ve adaba (edebe) münafi (aykırı) görürler. Hayatın en faideli ve en kıymetli saatleri ibadetle geçen vakitlerdir. Beyhude (boş) yere veya fani bir faide uğrunda saatlerini, günlerini sarfeden insanların namaz gibi ulvi bir ibadetten, ebedi bir saadet vesilesinden ve lahuti bir huzur neşvesinden bir an evvel çıkıp kurtulmaya çalışmaları pek garip pek acınacak bir hal değil midir?

Büyük İslâm İlmihali

EN BÜYÜK RÜKÛN

Namazda tâdil-i erkânı terk eden kimse otuz zarar ile mutazarrır olur:

(Maddi ya da manevi) Fakirlik husule gelir.

(Kendisine) Buğz hâsıl olur.

İnsanların haklarını zâyi eder olur.

Küfre düşmesine sebep olur.

Her gün yüz altmış defa mâsiyet izhar etmiş olur: Çünkü farzlarla vitir yirmi rekat, sünnet-i müekkedeler on iki rekattır. Hepsi otuz iki rekattır. Beşle çarpılacak olursa yüz altmış olur. Yahut bunlardan daha fazla kılacak olursa daha fazla olur.

Hak din üzere ölemez.

O kimseye hırsız demek sahih olur.

Namazı, nazar-ı Hakk’tan mahrum olur.

Namazı makbul olmaz.

Namazı yüzüne vurulur.

Semaya çıkan namaz geri çevrilir.

Edebe riayet etmemek ve emre imtisal etmemektir.

Hüsrana uğrayanlardan olur.

Diğer amellerin fesadına sebep olur.

Tadili terk ettiğinde iadesi vacip olur.

Ona cahil olan kimse iktida eder.

İmamdan evvel hareket etmeye sebeptir ki bu da haramdır.

Zikirlerin yerinde olmamasına sebeptir.

Harekeyi yahut harfleri terk sebebiyle ezkârı terk eyler.

Hakk Teâlâ’nın gadabına sebeptir: Çünkü emr-i şerife muhalefet edilmiştir.

Şeytanın sevinmesine sebeptir.

Cennetten uzak olmaya sebeptir.

Cehenneme yakın olmaya sebeptir.

Son derece sevdiği nefsine cefa ve onu azaba atmaya sebeptir.

Nefsini kirletmiş olur: Çünkü günah necasettir.

Hafaza meleklerine ezâ vardır.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Hazretlerini mahzun etmiş olur.

Yaptığı günaha gece ve gündüzü şahit tutmuş ve onlara ezâ etmiş olur.

Bütün mahlukata karşı da eza ve haksızlıktır: Çünkü günah sebebi ile yağmur az olur ve bereket kalkar (bulaşıcı hastalıklar çoğalır…).

Tâdil-i erkân, rükûda, kıyamda, secdelerde, iki secde arasındaki oturmada a’za ve cevarihin (bedenin her bir uzvunun) teskinidir (sakinleşip sükûnet bulmasıdır). Yani bu beş mevzide a’za hareketten kalıp karar ve sükûnette olmasıdır. Bu sakinlik halinin en az zamanı bir tesbih miktarıdır.

Tâdil-i erkân, Ebû Yûsuf’a göre farzdır, İmam-ı Âzam ve İmam Muhammede’e göre vaciptir. İmam Şâfi, İmam-ı Ahmed, bir sahih rivayet üzere İmam-ı Malik indlerinde farzdır.

Ey mü’min! Tâdil-i erkâna ihtimam et çünkü farzdır. Veya vaciptir. Veya sünnettir.

Eğer farz olursa bu zamana kadar kıldığın namazları düşün! Eğer tâdil-i erkâna yakın değilse hepsi fasittir ve kazası lâzımdır.

Ey mü’min! Gaflet uykusundan uyan! Basiret üzere ol ve ibadeti adet zannetme! Adapla eda et! Kul olduğunu biliyorsan şer’i şerife uygun olarak hareket et! Çünkü ceza gününde huzur-u Mevlâ’da cevap vermek çok zordur.

Görmüyor musun ki çok cüz’i ve ufak bir şeyin kendi miktarında tesiri olup, dirhemin onda bir miktarı az bir afyon, insan vücudunda tesir meydana getirdiği halde koca din-i mübiyn-i İslâm’ın en büyük rüknü olan namazın -ki onun hakkında: “Muhakkak ki namaz fuhşiyyat ve münkirattan men eder” buyurulmuş- bu şekilde tesirleri görülmeyip fahşa ve münkerden nehi eylemesi şöyle dursun, günden güne münkerâtın çoğalması ve fuhşiyyatın her tarafta şüyu bulmakta olması gösteriyor ki ikamesine memur olduğumuz namaz, bu değil. Yoksa fahşa ve münkerden nehyeder, hiç olmazsa bir çekirdek miktarı afyonun hassası kadar hassa ve eser bırakırdı.

Ey mü’min!

İnsaflıca düşün kendine gel!

Hakk Teâlâ Hazretleri, an ve an, gün ve gün nimet ve ihsanlarına mazhar eyledi. Gücün yetmediği şeyi teklif etmedi. Az amele ecr-i celil ihsan eyledi. Hakk Celle ve Âla Kerîm, Halîm, Rahîm ve Latîf’tir. Kullarının ayıp ve kusurları sebebi ile rızıklarını kesmedi. Settar’ul-uyûb ‘Celle azametühü ve ammet âlâuhû nuamâuhu’ ayıplarımızı setr eyledi. Çeşitli nimetler ve esnaf-ı kerem ile mün’am ve mükrem olduk. Şimdi bizlere lâzım olan,  bütün günahlardan tövbe edip, emirlere isteyerek imtisal etmek ve bilhassa, imândan sonra en ehem ve elzem olan namaza ihtimam etmektir.

Mecmûat’ül-Cevâhir