Etiket arşivi: Namaz

KABİR AZABI

Kabir azabı iki kısımdır: Rûhanî ve cismanî.

Cismanî olanı herkesçe malumdur; kitaplarda kayıtlıdır.

Burada, kabir azabının ruhanî olanından bahsedeceğiz; onu da ‘kendini bilen’ anlar ancak.

‘Kendini bilen’ kimse, ruhun kendi zâtı ile var olduğunu ve kıyamı için bedene muhtaç olmadığını, ölümün onu yok etmeyeceğini ve ölümden sonra yaşamaya devam edeceğini de bilir. Yine bilir ki, ölüm, gözün, elin, ayağın, kulağın ve bütün hislerin ortadan kaldırılmasıdır; hisler (duyular) kendisinden alınınca, hanım, evlât, mal, mülk, makam, ev, hizmetçi, binek, akraba ve yakınlar; hatta yer, gök ve his ile anlaşılanların hepsi ondan alınmış olur.

Kişi eğer sevgisini onlara tahsis etmiş ve varlığını onlara adamış ise bu âlemden ayrılırken zaruri olarak azapta kalır.

Onlara tutulmayıp esir olmadan ALLAH sevgisi ile yaşamış, zikrine ünsiyet kazanmış ve dünya meşguliyetini zaruret ve mecbur olduğu kadar kabul etmişse, ölünce maşukuna kavuşur, üzücü ve kuruntu verici şeyler aradan kalkar, mesut ve mesrur olur.

Hal böyle iken, bütün arzu ve sevgisini dünyaya tahsis eden bir kimsenin dünyadan ayrılırken içine düşeceği azap ve elemi düşün! Bir de, mahbubu ve matlubu ALLAH olan, dünya ve içindekileri dost edinmeyip ancak kendine yetecek kadarını alan kimsenin, dünyadan ayrılırken kavuşacağı rahatlığı düşün!

O hâlde bu hakikati (ayrılık azabını) idrâk eden kimsenin kabir azabının dünya ehline muhakkak olacağı, kalbi ALLAH sevgisi ile dolu yaşayanların ondan azat olacağı hususunda şüphesi kalmaz.

Böyle olduğu «Dünya, müminin zindanı, kâfirin Cennetidir» hadîs-i şerifinden de anlaşılır. Çünkü mümin ölürken zindandan kurtuluyor, kâfir ise cennetinden çıkartılıyor…

***

Kabir azabının aslının dünya sevgisinden zuhur ettiği bilindiğine göre bu azabın mâsiva sevgisi ölçüsünde kimine az, kimine fazla olmakla iki türlü olduğu da bilinmiş olur. Dünyayı isteme ve sevme derecesine göre kimine çok, kimine az olur. Meselâ kalbi bu dünyaya yalnız bir cihetten bağlı olan kimsenin azabı; mal, mülk, hizmetçi, hayvan, mevki, makam, üstünlük ve bütün dünya nimetlerine sahip ve kalbi bunların hepsine bağlı olan kişininki gibi değildir. Şöyle ki, bir kimseye atlarından birinin çalındığını söyleseler, on atının çalınmasından daha az üzülür. Eğer bütün malını alsalar, malının yarısının alınmasından daha çok üzülür ve azap çeker. Bütün malının alınmasına da hanımının ve çocuklarının hırsızlar ve yağmacılar tarafından kaçırılmasından daha az üzülür.

Ölüm de malını, evlâdını, hanımını ve dünyada olan her şeyini yağma edip kendisini yalnız bırakandır.

Şu hâlde herkesin kabirdeki azabı ve rahatı dünyaya bağlılığı ve ondan kesilmesi miktarıncadır.

Bununla alâkalı olarak Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; «Muhakkak ki, dar maişet onun içindir» âyet-i kerîmesinin ne mânâya geldiğini bilir misiniz? Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân), «Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Buyurdu ki: «Kâfirin kabirdeki azabıyla ilgilidir; doksan dokuz ejderhayı ona musallat ederler. O ejderhaların ne olduğunu bilir misiniz? Onlar, doksan dokuz yılandır. Her yılanın dokuz başı vardır! Onu sokarlar, yalarlar ve üzerine üflerler. Bu, kıyamete kadar devam eder.»

Dalalette olanlar ise “Biz onun mezarına baktık, bunlardan hiçbirini görmedik. Eğer mezarda böyle şeyler olsaydı, gözümüz sağlamdır, biz de görür, hallerine vakıf olurduk” derler.

Onlar, ejderhaların, ölenin ruhunda olduğunu bilemediler; bilemezler de… Hatta bu ejderhalar, ölümden önce bile onun ruhunda idi; nefs-i emarenin sıfatlarından meydana gelmekte idi; başlarının sayısı da, kötü ahlakının dalları sayısı kadar idi… Lâkin bazı kişiler, bundan gâfil ve habersizdir.

O ejderhaların yaratıldığı şeyin aslı ise dünya sevgisidir. Başlarının sayısı da dünya sevgisi sebebi ile zuhur eden kin, haset, kibir, hırs, aldatma, hile, düşmanlık, makam sevgisi, şan, şöhret hayranlığı ve bunun gibi fena ahlâklar sayısıncadır.

Eğer sanıldığı gibi, bu ejderhalar ruhun dışında olsaydı, iş daha kolay olurdu. Zira bir an ondan ayrılmanın imkânı olabilirdi. Fakat ruhta yerleşmiş olduğundan ve kendi sıfatı haline geldiğinden ondan nasıl kaçabilir?

Bir kimsenin cariyesini sattığı sırada ona âşık olduğunu hissetmesinin verdiği ıstırap gibi ruhta bulunan ve ölüm sonrasında onu ısıran ejderhalar da dünya sevgisi ve ona hırs ile bağlanma tutkusudur. Ancak bütün bunlar gizli ve örtülüdür.

Doksan dokuz ejderha, ölümden önce de kendinde olup acısını duymaması onlardan haberi olmadığı için değil maşukla beraber olunca, aşkın kendisi rahata sebep olduğu içindir; ayrılık vaktinde ise ıstırap ve azap başlar.

Rahata sebep olan dünya sevgisi aynı zamanda azaba da sebeptir. Makam sevgisi ejderha gibi, mal sevgisi yılan gibi, saray ve ev sevgisi akrep gibi kalbini sokar ve kemirir. Kalanları da bunun gibidir…

Cariyeye âşık olanın, ayrılık zamanında, bu dertten kurtulması için kendini suya, ateşe atmayı veya bir akrep tarafından sokularak derdinden kurtulmayı istemesi gibi kabirde azap çeken de, bu dünyadaki akrep ve yılanlar tarafından ısırılarak kabir azabından kurtulmayı ister. Zira bu acılar bedene olmaktadır ve dışardan gelmektedir. Ruhundaki ejderhaların acısı ise içtedir ve çok daha şiddetlidir.  

Hakikatte herkes, kendi azabını buradan götürmektedir ve bu azap onların ruhları içerisinde müessir olur. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Bu ceza, yaptıklarınızın size iadesinden başka bir şey değildir”.

Ve yine bunun için ALLAH-u Teâlâ buyurur: “Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz.” Ve yine bunun için buyurdu: “Elbette Cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır.” “Cehennem onları ihata edicidir. Onlarla beraberdir” buyurdu da “Onları ihata edecek” buyurmadı.

***

Eğer denirse; “Şeriatın zahirinden anlaşılan, o ejderhaların baş gözü ile görülebileceğidir. Halbuki ruhun içerisinde olan ejderhalar zahir gözle görülür cinsten değildir.”

Bunun cevabı ise şudur: Bu ejderhalar görülebilir ama ölüler tarafından… Bu dünyada olanlar, onları görmeye kâdir değildir.  Çünkü o âleme mahsus şeyler, bu dünya gözü ile görülemez.

Bu ejderhalar, ölülere hayal ve temsili olarak da görünmezler. Bu dünyadakiler bu dünyadakileri gördüğü gibi, o âlemdekiler de oradakileri görür.

Hususen çok kimseler uykuda yılanın kendini soktuğunu görür, (korkunç bir rüyadan sonra bazıları, saçlarını ağartacak kadar dehşeti yaşar ama) yanında oturanın bundan haberi bile olmaz. Çünkü bu yılan uyuyan içindir; acısı da ona mahsustur; uyanık olan için değildir. Uyanık olanın bu yılanı görmemesi, diğerinin acısından, azabından bir şey eksiltmez.

Bir kimseyi rüyada yılan sokarsa, bir düşmandan sıkıntı göreceğine, düşmanı ona karşı zafer bulacağına işaret eder. Gerçekte ise onu yılan ısırmamıştır.  Buna rağmen acı ve ıstırap duymaktadır. İşte o ıstırap, ruhta olmakta, kalpte yaşanmaktadır. Fakat bu, dünya hayatından (bu âlemden) bir şeyle temsil edilecekse, işte o yılandır, akreptir.

Düşmanı kendisine galip gelince “Zaten rüyasını görmüştüm” der. Sonra da, “Keşke beni gerçekten yılan soksaydı da, düşmanım arzusuna kavuşmasaydı” der. Çünkü bu azap ve ıstırap onun kalbine, yılanın bedenine verdiğinden daha fazla acı vermektedir. Şu hâlde “Bu yılan yoktur; onun yarası ve eziyeti de hayalîdir” dersen, büyük hata etmiş olursun.

Şu da var ki, ona hayal veya rüya denmesinin bir sebebi de çabuk uyanıp ondan kurtulduğu içindir. O halde devamlı kalsa, kimse ona hayal veya rüya demezdi. İşte azap çeken ölü de bunun gibidir. Azapta çok uzun müddet kalıyor; sonu bir türlü gelmiyor.

Şer’i bilgilerde ifade edilen yılan ve ejderhalar kabirde beklemiyor ki, baş gözü ile herkes onları görsün ve baş gözü ile şahit olunan şeyler olsunlar. (Öyle olsa idi imtihan diye bir şey kalmazdı.) Ancak, bazı kimselere, uyku halinde bu âlemden uzaklaştırılarak yılan ve akrepler arasında azap içindeki ölüyü gösterdikleri de olmuştur,

Başkalarına uykuda, rüya âleminde vâki olan bu gibi haller, Peygamber ve velilere uyanık iken de vâki olur. Çünkü onların bu dünya ile meşguliyetleri, o âlemi müşahede etmelerine mani olmaz.

Bu kadar uzun anlatmaktan maksadımız, baş gözü ile mezara bakıp da bir şey göremeyenlerin, kabir azabını inkâr ettikleri içindir. Bu da, öbür dünyanın işlerini anlamamalarından; o âlemi bu âlem gibi zannedip ikisini birbiriyle kıyaslamalarındandır.

***

Eğer kabir azabı, kalbin bu dünyaya bağlanması sebebiyle ise, hiç kimse ondan kurtulamaz. Çünkü kadın, evlât, mal ve mevkii olup ta bunlara meyil ve sevgi bağlamayan yoktur. O hâlde kabir azabı herkese olması ve hiçbir ferdin bundan kurtulmaması gerekir, denirse; cevabında deriz ki: Durum anlatıldığı gibi değildir. Öyle insanlar vardır ki, dünyadan geçmiş, dünyada lezzet alacakları ve rahat bulacakları yerleri kalmamıştır; ölümü arzularlar. Derviş meşrep [fakîr] müslümanların çoğu böyledir.

Zengin insanlar ise ikiye ayrılır: Bir kısmı, bu şeyleri severler ama Allah-u Teâlâ’ya olan sevgileri daha fazladır. Onlar için de kabir azabı yoktur. Bunlar şu kimseye benzer ki, sevdiği bir şehir vardır; o şehirde de sevdiği bir sarayı vardır. Ancak reis olmayı, saltanatı, köşk ve bağları onlardan daha çok sever. Padişahın emri ile ona başka bir şehrin reisliği verilse, bulunduğu yer ve saraydan ayrılmak ona zor gelmez. Zira sarayının ve şehrinin sevgisinden daha çok olan reislik sevgisi, diğer sevgileri siler, onlardan eser bırakmaz.

O hâlde, Peygamberler, veliler ve zâhidlerin kalbi, kadına, evlâda, şehre ve vatana yakınlık duysa, iltifat etseler de, ALLAH’a olan sevgileri onlardan daha çoktur ve O’na kavuşmanın lezzeti, diğerlerini siler, yok eder. Bu lezzet ise ölüm ile tam hâsıl olur ve kabir azabından emin kılar.

Dünya arzularına bağlanıp kendini dünyaya tamamı ile kaptıranlar, bu azaptan kurtulamaz. Böyle olanların çokluğu o kadar fazladır ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sizden gideceği yer o [Cehennem] olmayan kimse yoktur. Bu öyle bir iştir ki, hükmü Rabbinin katında kesinleşmiştir. Sonra, müttakî olanları ondan kurtarırız. Zalimleri ise dizleri üzerine çökmüş olarak terk ederiz».

***

Îman üzere ölen ama kalbinde dünyevi sevgi ve bağlantılar baskın olan kimseler, bir müddet azap çekerler. Dünyadan uzun zaman (yıllarca) ayrı kaldıkları için, dünya lezzetini unutmaya; kalpte olan ALLAH sevgisi tekrar zuhur etmeye başlar. Bu kimsenin durumu bir sarayı diğerinden yahut bir şehri diğer bir şehirden veya bir kadını diğer bir kadından daha çok seven fakat ötekini de seven kimseye benzer. Onu en çok sevdiğinden ayırıp diğer sevdiğine mecbur bırakırlarsa, ayrılık ıstırabını çeker; bir zaman sonra buna alışır, diğerini unutur. İşte kalpte var olan sevginin aslı, uzun zamandan sonra tekrar zuhur etmeye, coşmaya başlar.

Fakat ALLAH-u Teâlâ’yı sevmeyen, o azapta ebedi kalır. Zira onların bütün sevgisi, ayrıldıkları nesneye idi ve daima O’ndan uzak kalmayı istiyor ve yaşıyorlardı. Onları azaptan kurtaracak olan sebebin zerresi dahi içlerinde yoktu. Artık hangi bahane ile kurtulabilirler? Kâfirlerin ebedi azapta kalmalarının sebeplerinden biri de budur.

İnsanlardan bazıları da sadece dilleriyle, «Ben ALLAH-u Teâlâ’yı severim yahut dünyadan daha çok severim» derler. Belki dünyadaki bütün insanların görüşü de budur. Fakat bunun bir mihenk taşı ve miyarı [ölçüsü, sağlaması] vardır ki, durum onunla anlaşılabilir ancak. Bu da şöyledir: Bir kimseye nefsi veya çok sevdiği biri, ALLAH-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına aykırı bir şey emretse, eğer kendini Dinî ölçülere uymaya meyletmiş ve istekli görür ve onu yerine getirirse, onun ALLAH-u Teâlâ’ya olan sevgisi nefsinden de, dünyadan da, sevdiklerinden de daha fazla demektir. Nitekim iki kimseyi seven ama birini diğerinden daha çok seven kimse, aralarında bir ihtilâf/zıtlık çıktığı zaman kendini daha çok sevdiğinin tarafında bulur ve onu daha çok sevdiğini bununla da anlar. Hal böyle olmayınca, sadece dil ile söylemekte fayda yoktur. Çünkü yalan olur.

Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “La ilahe illallah diyen kimse, kendisini ALLAH-u Teâlâ’nın azabından korumuş olur. Bu, dünya işlerini, din işlerine tercih etmelerine kadar devam eder. Dünyayı dine tercih edip de, La ilahe illallah dedikleri vakit, ALLAH-u Teâlâ onlara: Yalan söylüyorsunuz. Bundan sonra La ilahe illallah demeniz yalan olur, der.”

O hâlde, buradan, (velâyet nuru ile bakan) basiret sahiplerinin batınî müşahede ile kabir azabından kimlerin kurtulacağını nasıl gördükleri anlaşılmış olur. Ve yine insanların çoğunun kurtulamayacağını, fakat tıpkı dünyaya bağlılıklarının farklı olması nispetinde azaplarının da müddet ve şiddet bakımından farklı olduğu anlaşılmış olur.

***

Aldanmış ve nefsine mağrur olmuşlardan bir grup vardır ki: «Eğer kabir azabı bu ise biz bundan eminiz. Çünkü bizim dünya ile alâkamız yoktur. Onun varlığıyla yokluğu bize göre aynıdır» derler.  

Bu iddia boştur ve gerçek dışı bir iddiadır. Tecrübe etmeyince anlaşılamaz. Eğer her şeyini hırsız alır götürür yahut kendisi için kıymetli olan itibarı ve makamı arkadaşına geçer yahut kendi yanındaki sevenleri ondan yüz çevirir ve onu zemmederler de kalbine bunlardan hiç tesir gelmezse ve başkasının malı çalınmış yahut başkasının sevdiği şey elinden çıkmış gibi kabul ederse, işte o zaman bu iddia doğru olur.

Malı çalınmayınca ve sevenleri ondan yüz çevirmeyince, işin hakikati anlaşılmaz. Ya da nefsinin itibar düşkünü olmadığını iddia edip de düşük işlerde çalışmaktan kaçanın nefsindeki üstünlük davası o zaman kendini göstermeye başlar.

O hâlde kabir azabından kurtulmak isteyen, dünyadan hiçbir şeyle zaruret miktarından fazla alâkalanmamalı; ihtiyaç ve mecburiyet kadar istek ve irtibatı kalmalıdır.

Demek ki, mideye yemek doldurmak isteği onu boşaltmak isteği kadar/gibi olmalıdır. Çünkü her ikisi de lâzımdır, ihtiyaçtır, mecburidir. Diğer hususlar/arzular da bu minval üzere olmalı ve zaruret miktarını aşmamalıdır.

Kalp bu bağlardan, arzu ve şehvetlere esaretten kurtulamazsa, ibâdetlere ve ALLAH-u Teâlâ’yı zikre devamla kalpte zikri hâkim kılmaya çalışmalıdır. Böylece zikir, dünya sevgisini bastırsın, silsin.

Bununla birlikte Şer’i şerife uymak ve Hakk’ın emirlerini nefsin havâsı üzerinde tutmaya çalışmakla bu mananın hâsıl olmasına gayret etmeli ve kendinden delilini görmelidir. Eğer nefsi ona itaat eder duruma geliyor ve Din’in emirlerini her şeyin üzerinde tutuyorsa, o zaman kabir azabından kurtulduğuna inanabilir. Eğer hâl, anlatıldığı gibi olmazsa, kabir azabı kendi bedenine muhakkak değer; ALLAH’ın inayeti erişip azabını af etmesi hariç.

Kimya-yı Saadet

NAMAZ ve SEMÂ

Pek değerli kardeşimin malumu olsun ki: Namaz, İslâm’ın beş erkânından ikincisidir. Her ne kadar cüz’î ise de çok ibadetleri içinde toplayıcı/camidir. Ve bu camiiyyetten ötürü namaza küllîlik hükmü verilmiştir. Hakk Teâlâ’ya yaklaştıran ibadetlerin tümünden daha yüksektir.

Âlemlerin Efendisi’ne “sallallahu aleyhi ve sellem” rüyet nimeti/devleti, miraç gecesi cennette müyesser olmuş; bu dünyaya indikten sonra dahi bu hayata münasip bir şekilde namazda gerçekleşmiştir. Bu sebeple, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: “Namaz müminin miracıdır.” “Kulun, Rabbına en yakın olduğu an namazdadır.”

Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimize kâmil manada tabi olanlara ise anlatılan devletten/namazdaki rü’yetten bolca nasip vardır. Zira hakikî manada rüyet, bu dünya hayatında takat getirilecek bir şey değildir.

Eğer Allah-ü Teâlâ, namaz emri vermeseydi, maksudun yüzünden perdeyi kim kaldırabilir, maksuda ulaşmak yolunda taliplilerin delili ne olabilirdi?

Gamlı, kederlilere lezzet getiren namazdır. Uzaklık ve ayrılık eleminden hasta olanlara rahatlık getiren namazdır. Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin: “Beni rahata kavuştur, ya Bilâl!” emri bu manaya işarettir. “Gözümün nuru namazdadır.” manasındaki hadis-i şerif dahi anlatılan temenninin bir işaretidir.

Namazın haricinde ve namazın hakikatini anlamadan hasıl olan zevkler, vecdler, ilimler, marifetler, haller, makamlar, nurlar ve renkler, kalpteki telvin ve temkinler, keyfiyeti belli olan ve olmayan tecelliler ile vasıflanabilen ve vasıflanamayan zuhurâtların hemen hepsi birtakım zıller (gölgeler) ve suretlerdir (hakikatten mahrum, görünüşten ibarettir). Bunların menşei/kaynağı vehim ve hayaldir.

Namazın edası sırasında müyesser olan haller, namazın haricinde hâsıl olan bütün kemalâtın fevkinde/üstündedir. Zira o haller zıll/gölge ve suretten kurtulamamış, yüksek ve kıymetli olsalar da asldan nasip alamamışlardır. Amma, namazdaki haller böyle değildir; zira asıldan nasibi vardır. Asılla zıll, bir şey ile gölgesi/sureti arasında ne kadar fark varsa, namazdaki haller ile namaz dışındaki haller arasında o kadar fark vardır.

Namazın hakikatına şuurlu olan bir musalli/namaz kılan, namazını eda ettiği zaman, bu dünya hayatından çıkar, âhiret hayatına geçer. Bu vakitte hiç şüphe yok; âhirete mahsus olan devletten/nimetlerden bolca nasib alır; araya gölgesellik/hayal karışmaksızın asldan bir haz hâsıl olur. Zira dünya hayatındaki kemalât, gölgeden ve suretten ibarettir. Araya aks, zıllîyet karışmaksızın hasıl olan muamele, âhirete (âhiret nimetlerine) mahsustur. O halde zılden uzak olan asldan nasiplenmek için miraç mutlaka gerekmektedir ki o da mü’minlerin namazıdır.

Böyle bir nimet/devlet ancak bu ümmete mahsustur. Bu devletle müşerref olup saadet kazanmaları, ancak, Resulûllah’a tebaiyetleri yolundan olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm… Nitekim, Resulûllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz bu devlete ermek için dünya hayatından çıktı; miraç gecesi âhiret hayatına geçip cennete girdi.

***

Şu da müşahede edilen bir durumdur ki: Allah’ın inayeti ile ölüm anında hâsıl olan haller, namazdaki hallerin fevkinde/üstündedir. Zira ölüm, âhiret hallerinin mukaddimeleri arasındadır. Âhirete daha yakın olan, daha tamam ve daha mükemmeldir. Zira burada, suretin zuhuru vardır; orada ise hakikatin zuhuru… İkisi arasında o kadar çok fark var ki… Aynı şekilde, ALLAH’ın keremi ile, kabirde/küçük berzahta hâsıl olan haller, ölüm vakti hâsıl olan hallerin fevkindedir.

Büyük berzah olan Kıyamet günü müyesser olan haller kabir âleminin hallerine nisbetle daha yüksektir. Çünkü orada müşahede edilen daha tamam ve daha mükemmeldir.

Anlatılanların tümünün fevkinde bir müşahede makamı vardır ki, onun haberini Muhbir-i Sadık Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz vermiştir: “Allah’ın bir cenneti vardır ki orada ne huri bulunur, ne de köşkler… Rabbimiz orada tebessüm eder gibi tecelli eder (şekil, suret, zaman ve mekândan münezzeh olarak).”

Netice olarak, zuhur yerlerinin en aşağı derecede olanı dünya ve içindekilerdir. Onların tümünün fevkinde olan ise anlatılan cennettir. Hatta dünya, asla bir zuhur yeri olmamıştır. Dünyaya mahsus olan zıllerin zuhuru ve misallerin ayna olması, Fakir’e göre dünyalık işlerden sayılır. Bu zuhurata, isimlerin tecellisi veya sıfatların tecellisi ya da Zat’ın tecellisi denilmesi bir şeyi değiştirmez. Hakikatte imkân dairesine dahildir/mahlûklara ait şeylerdir.

Allah-ü Taâlâ, onların söylediklerinden yana, tam bir yüceliğe sahiptir.

Dünyayı baştan başa mülâhaza ettiğim zaman, onu sırf bir boşluk olarak görüyorum. Ondan, matlubun (maksûdun) kokusu hiç gelmiyor.

Hâsılı kelâm: Dünya âhiretin tarlasıdır. Orada matlubu aramak, nefsi boşuna yorup helak etmektir. Yahut, matlubun gayrını matlup sanmaktır. Pek çokları bu belaya müptelâ olmuşlar; rüya ile hayal ile tatmin olmuşlardır. Kendisinde asıldan yana bir şey bulunan ve bu vatanda, matlubun kokusunu veren ancak namazdır. Kalanı savrulup giden ağaç kabuklarıdır…

***

Bu taife/tasavvuf yolunda olan zümre içinde namazın hakikatına eremeyenler ve ona mahsus olan kemalâta vâkıf olamayanlar, marazlarına/manevi hastalıklarına başka işlerden ilâç arar duruma gelmişler; muradlarının hâsıl olması için çeşitli şeyler aramaya başlamışlardır. Hatta onlardan bir taife namazı halden uzak saymış; onu, uzaklaşma ve ayrılma olarak görmüşler ve benzeri muhal şeyler iddia etmişlerdir… Orucun, namazdan daha faziletli olduğunu sanmak gibi…

Namazın hakikatini anlamayan ve namaza mahsus kemâlâta vakıf olamayan bu taifeden bir topluluk dahi, ıstıraplarını teskin etmeyi nağmelerde, semâ yapmada, vecd ve tevacüdde (ki zevkte) aramışlar; matluplarına kavuşmayı, nağmeler perdesinin arkasında mütalaa etmeye başlamışlardır. Bunun için de, raksı ve hareketlenmeyi, kendilerine bir yol edinmişlerdir. Ne var ki onlar: “Allah’ın size haram etliği şeyde şifa yoktur.” manasına gelen hadis-i şerifi de duymuşlardır.

Evet,  boğulmakta olan, her ot köküne (kuvvetsiz, zayıf şeye) yapışır. Bir şeyi aşırı sevmek, sahibini kör ve sağır eder.

Eğer onlara, namazın hakikatından yana bir parça açılsa, zevk burunlarına ondan bir parça koku ulaşsaydı, semâ* ve nağmeye* meyletmezler; kat’iyyen, vecde (coşmaya) ve tevacüde (kendinden geçmeye) yönelmezlerdi.

Bir mısra:

Bulamayınca hakikatlerin yolunu,
Yol edindiler kendilerine oyunu.

Ey kardeş! Namaz ile nağmeler arasında ne kadar fark/uzaklık varsa, namazdan hasıl olan kemâlât ile nağmelerin sebep olduğu kamâlât/teessürat arasında o kadar fark/uzaklık vardır. Akıllı olana bu kadar işaret yeter. 

***

Bugün bu sözler, pek çoklarına ağır gelebilir. Akıl ve anlayışlarına uygun gelmeyebilir. Fakat marifetleri insaf ile ölçerler, şer’i ilimler ile karşılaştırırlarsa, hangisinin nebevi şeriata daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp şu uzak görme vartasından kurtulurlardı.

Görmezler mi ki bu fakir kitap ve risalelerinde tarikat ve hakikatin şeriatın hizmetçisi olduğunu; nebinin/peygamberin kendi velayeti de olsa nübüvvetin velayetten üstün olduğunu söylüyor. Velayet kemâlâtının nübüvvet kemâlâtı yanında hiçbir kıymetinin olmadığını yazıp duruyor.

Bu sözlerden maksat, Sübhan Hakk’ın nimetini izhardır. Tarikat taliplerini teşviktir. Yoksa kendimizi başkalarından üstün tutmak değil… Nefsini frenk gâvurundan efdal/üstün bilene (benlik/üstünlük davası yoluna girene) marifetullah haramdır.

***

Bu mektubu mütalaa ettikten sonra, namazın sırlarını öğrenmek ve onun hususî kemalâtını tahsil etmek için, sizde bir şevk zâhir olursa, bu şevk dahi sizi mustarip bir hale getirirse, istiharelerden sonra bu tarafa gelirsiniz. Böylece, ömrünüzün bir kısmını da namazın sırlarını öğrenmeye sarf etmiş olursunuz.

İrşad yoluna hidayet eden Hâdî Allah’tır.

Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa’yı bırakmayanlara..

Ona ve âline salât ve selâm..

**Nağme ve Semâ**

Bu kıymetli yolun üstünlüğü ve Nakşibendi tabakasının yüksekliği, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve çirkin bid’atlardan kaçınma sebebiyledir. Bu yüzden bu yüce tarikatın büyükleri cehri/açık zikirden kaçındılar, gizli zikri emrettiler. Semâ, raks, vecd ve tevâcüd (kendinden geçmek ve şuursuz hareket ve sözler) gibi Resûlullah’ın ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ ve Hulefa-i Raşidin’in devrinde olmayan şeylere engel oldular. Onların zamanında olmadığı için halvet (yalnız başına kalmak) ve erbain (kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak) yerine halk içinde halveti (halvet der-encümeni) tercih ettiler. Şüphesiz sünnete olan bu bağlılıkları büyük neticelerin elde edilmesini sağlamış; bid’atlardan sakınmalarından dolayı çok çok semerelere kavuşmuşlardır. Üstte anlatılan mana icabı olarak, başkalarının nihayetinde olan, bu zatların bidayetine derc edilmiş; bunlara mensub olmak dahi, bütün mensubiyetlerin üstünde olmuştur.

Bu zatların kelâmı, kalbî marazlara deva, nazarları manevî illetlere şifadır. Bunların güzel teveccühleri, talipleri iki cihanın yersiz alâkalarından alır. Bunların üstün himmetleri, müridleri bu imkân bataklığından (kötülükler ile manevî çukurlardan) alır; vücub zirvesine (ilâhî nimetlere) ulaştırır.

Pek güzeldir Nakşibendilerin yolculukları;
Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları..
Alır götürür sohbetleri, tüm vesveseleri;
Kalbinden müritlerin, pek güzeldir kerem şanları! 

Ancak, bu zamanda Nakşibendiye’ye anlatılan şekilde bağlılık anka kuşu gibi bir şey oldu. Perdelerin arkasına geçti; orada gizlenip kaldı. O kadar ki, bu büyük devleti bulamadıkları ve bu üstün nimeti kaybettikleri için bu Tabaka’dan bir cemaat çeşitli yollara sülûk etti. Nefis cevheri bulup almak yerine, buldukları çanak parçaları ile sevindiler.

Hatta onlar, son derece sıkıntı ve şaşkınlıktan, bu büyüklerin yollarını terk ettiler. Zaman zaman teselliyi cehrî zikir yapmakta arar oldular. Bazı zaman dahi, tatmin olmayı raksta, semâda ve dönmekte buldular.

Kendilerine celvette halvet müyesser olmayınca, erbainiyyatları tercih yoluna gittiler. Bu yaptıklarından daha acaibi: Böyle şe’ni bir bid’atı, bu mübarek bağlılık için bir tamamlayıcı ve tekmil edici sanmalarıdır. Böylesine bir tahribi, tamirden saymalarıdır.

Sübhan olan Yüce Allah onlara insaf versin. Onların ruh burunlarına, bu büyük zatların kemalâtından bir koku ulaştırsın. Ta ki: Böyle yeri olmayan şeylerle uğraşmayı bırakalar; Sad ve Nun Hakkı için… Nebi ve onun pek şerefli âli hürmetine… Ona ve diğerlerine salâtlar ve selâmlar.

Yukarıda anlatılan bid’atlerin yaygınlığı o hadde vardı ki; bu büyüklerin yollarının aslı kapandı. Böyle olunca da, büyüğü ve küçüğü, burada anlatılan bid’atları tercih etme yoluna koyuldular. Esas olan kadim yoldan yüz çevirdiler. Durum öyle hal aldı ki; şayet tarikat düşmanları, bu tarikatın, bid’ata sarılıp sünneti terk etmek olduğunu söyleseler, bu onlar için caiz olur/haksız sayılmazlar.

***

Bu yolun büyükleri, halleri ve vecdleri şer’i hükümlere tabi kılmışlar, ahkâm-ı şer’iyyeye uygun hale getirmişlerdir. Zevkleri ve marifetleri, dini ilimlerin hizmetçisi kabul etmişlerdir. Şer’i şerifin kıymetli cevherlerini, ceviz kadar değeri olan vecd ve muz kadar kıymeti olan hal ile asla değiştirmezler. Sûfilerin, şer’i şerife aykırı olan sözlerine aldanmazlar. Şer’an yasak edilen ve sünnet-i seniyyeye ters düşen şeyleri yaparak elde edilen halleri istemez, kabul etmezler. Bu yüzden semâ ve raksı caiz görmezler; sesli zikre yaklaşmazlar. Hâlleri, kazançları devamlıdır; vakitleri kesintisiz sürüp gider. Zatî tecelliler, başkalarına şimşek gibi çakıp geçse de bunlar için daimidir. Çabuk yok olan huzura hiç kıymet vermezler. Onların makamları, kazançları, geçici huzur ve tecellilerin çok üstündedir.

Hace Ahrar Hz. şöyle dedi: “Bu Silsile-i Aliyye’nin büyükleri, uçup oynayanlar, raks edip deveran edenlerle kıyas edilemez. Bunların halleri ve nisbetleri cidden çok büyüktür.”

***

Hangi tarikatta ki, nefse muhalefet fazladır; o, yolların en yakınıdır. Hiç şüphe edilmeye ki: Tarikat-ı Nakşibendiye’de nefse muhalefete riayet, diğer tarikatlara nazaran pek çoktur. Çünkü bu yolun büyükleri, azimetle ameli ihtiyâr edip ruhsat yolundan kaçınmışlardır. Malum bir durumdur ki: Gerek haramdan, gerekse fuzuli şeylerden sakınmak azimettir; her ikisine de riayet edilmektedir. Amma, ruhsat böyle değildir. Zira ruhsatta yalnız haramdan sakınmak vardır.

Burada ‘diğer tarikatlar erbabı katında da azimetin tercih edilmesi mümkündür’ denirse, derim ki: “Sair tarikatlarda semâ vardır; raks vardır. İş onlarda ruhsat haddine varır. Hem de birçok kaçamaklardan sonra… Azimet (mecali) bunun neresinde? Aynı şekilde, cehren yapılan zikirde, ruhsatın fevkinde bir şey tasavvur edilemez. Sair tarikatların meşayihi, kendi tarikatlarında, bazı sahih niyetlerle yeni işler ihdas etmişlerdir. Bu işlerdeki tashihin nihayetinde ise, ruhsat hükmü vardır. Ama bu Silsile-i Aliyye böyle değildir. Bunlar, kıl kadar olsa dahi, sünnete muhalefet olarak bir şeye cevaz vermezler.

***

Vecd ve semâ, (ruhsat yönü ile) şartlarına uygun gerçekleşse bile seyr-ü sülük yolunun başında olanlar için zararlı ve ilerlemelerine manidir. Çünkü yolun başında olanın vecdi bozuktur. Hal ve hareketlerine nefsani arzular karışmıştır. Başlangıçta olanlar yani müptediler, erbab-ı kulubdan (kalp erbabından) dahi değildir. Erbâb-i kulûb olanlar yoldakilerdir; müptedi ile müntehi arasında bulunurlar… Müntehi demek, yolun sonuna varan, fenâfillah ve bekâ billah makamlarına ulaşandır.

Hülâsa…    

Semâ, yolun ortasında olanlar ile yolun sonuna varmış olanların bir kısmı için (ihtiyaç ve ruhsat yönü ile) caiz olabilir. Lâkin şunun bilinmesi gerekir ki: Erbab-ı kulubun semâya olan ihtiyacı mutlak değildir. Ancak bunlar arasında, henüz cezbe devleti ile müşerref olmayıp da seyr-ü sülük mertebelerini riyazet ve ağır mücahedeler ile kat edenler için semâ imdada gelir ve onlara yardımcı olur. Amma erbab-ı kulub, cezbelilerden (meczuplar zümresinden) ise seyr-ü sülük mertebelerini kat etmeleri cezbenin yardımı ile olacaktır. İşte bunlar, semâya muhtaç değillerdir.

Şunun da bilinmesi gerekir ki; semânın faydası, cezbeli olmayan erbab-ı kulub için de mutlak değildir. Bundan faydalanmaları, bazı şartlara bağlıdır. O şartlar olmadan olmaz; o zaman iş boş olur, savrulup giden kuru ağaç kabuklarına döner. Bu şartlar cümlesindendir ki: Nefsinin kemal bulduğuna, kemale erdiğine itikad etmeye… Eğer nefsinin tamam olduğuna itikad ederse, engel olur/mahpus kalır.

Evet, hali yukarıda anlatıldığı gibi olana semâ, urucdan/yükselmeden yana bir şey getirir. Ama semâ vaktinde çıktığı makamdan, sükûnet bulduktan sonra düşer.

Halleri istikamet üzere olan büyüklerin kitaplarında, semânın beyan edilen şartları vardır ki; onların pek çoğu, bu zamanın adamlarının çoğunda yoktur. O eserlerden biri de Avarif’ül-Maarif adlı kitaptır: “Bu zamanda şayi/yaygın olan semâ, şu anlarda alışılmış olan içtima hiç şüphe edilmeye ki muzırdır/zararlıdır ve engelleyicidir; hem de katıksız. Onda uruc için hiç bir ümit/ihtimal yoktur. Onunla yükselme ve ilerleme dahi tasavvur edilemez. O mahalde semânın yardımı yoktur; amma o mahfilde semânın zararı mevcuttur.”

***

Soru: Güzel sesle Kur’an Kerîm, naat (ilâhi/kaside) ve mevlid okumakta ne gibi bir sakınca/zorluk vardır?

Cevap: Bu hususta yasak olan odur ki, Kur’an harfleri tahrif ve tağyir edilir. Bir de, yasak olan nağme vezinlerine uyup makam tutturmak için sesi alçaltıp yükseltmektir. Bir de buna uygun düşen el çırpması eklenir ise… Kaldı ki, böyle bir şey şiirde dahi yakışık alan mubah cinsi değildir.

Bu hususta yasak olan odur ki, Kur’an harflerini değiştirmek, nağme ölçülerine riayet ederek okumak, besteli bir şekilde sesi titretmek, alçaltıp yükseltmek ve besteye uygun bir şekilde el çırpmak yasaklanmıştır. Bu tür şeyler şiirde bile mubah değildir.

Şayet, üstte anlatılan mahzurlar olmadan, iyi niyetle kasideler okurlarsa ve Kur’an harflerine bir tahrif gelmeyecek şekilde okurlarsa, bu durumda ne gibi bir mani olabilir?

Ey mahdum!

Bu yol tamamen kapatılmadıkça, heveskârlar bir türlü vazgeçmezler. Şayet aza cevaz verecek olsak, iş çoğa varır. Nitekim ‘azı çoğa götürür’ sözü meşhurdur.

***

Allah-ü Taâlâ’nın şu kavli, ğınadan (çalgılı türkü şarkıdan)  men etmek için gelmiştir: “İnsanlar arasında; bilgisizce, Allah yolundan saptırmak ve bir eğlence için boş lafa müşteri çıkan adam vardır.” (31/6)

İbn-i Abbas’ın talebesi ve tabiinin büyüklerinden Mücahid şöyle dedi: “Bu âyet-i kerimede geçen Lehv’el-hadis (boş laf) ğınadır.” Bu manada, Medarik’te ise şöyle geçer: Uydurma kıssa ve ğınadır. İbn-i Abbas ve Ibn-i Mes’ud dahi yemin ederek dediler ki: “Bunun manası, ğınadır.”

Mücahid “O kimseler ki; kötü söze şahitlik etmezler…” (25/72) âyet-i kerimesinin manasında şöyle dedi: “Yani ğına meclisinde hazır olmazlar.”

Hidayet imamlarından Ebu Mansur Matüridî’nin şöyle dediği nakledilir: “Zamanımızın Kur’an okuyanlarından birine, (tecvid ile değil de nağmeli bir ses ile) Kur’an okurken, güzel ettin, ne güzel okudun, diyen küfre girer, karısı kendisinden boş olur. Allah-ü Taâlâ, onun bütün hasenatını iptal eder.

Kadı Zahirüddin’in, Ebu Debusi’den naklen şöyle dediği anlatıldı: “Bir kimse, şarkıcıdan ğına ya da haram olan bir fiil görse; bunu da inanarak veya inanmayarak güzel kabul etse; derhal mürted olur. Zira: Şer’i şerifin hükmünü batıl saymış olur.”

Bir kimse, şeriat hükmünü batıl sayarsa, bütün müçtehitler katında o mümin değildir. Allah-ü Taâlâ, onun taatını kabul etmez. Bütün iyiliklerini iptal eder. Allah-ü Taâlâ, bu gibi şeylerden bizi korusun.

Ğınanın haram oluşu hakkında âyetler ve hadisler cidden çoktur. O kadar ki, onları saymak zordur.

Durum anlatıldığı gibi olunca, bir şahıs, ğınanın mubahlığı üzerine mensuh bir hadis veya (hükümsüz) bir fetva anlatırsa, buna itibar edilmez. Zira vakitlerin hiç birinde, fakihlerden hiç bir fakih, ğınanın mubah olduğu hakkında fetva vermemiştir. Raks edip ayak vurmaya cevaz vermemiştir. Nitekim bunlar, İmam-ü Hümam Ziyaeddin Sami’nin Multakat risalesinde anlatılmıştır.

Sofiyenin amelleri, helâl ve haram işinde senet değildir. Onları mazur görmemiz yetmez. Onları ayıplamayız; işlerini Allah’a ısmarlarız.

Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin.. Şibli’nin ve Ebu Hüseyin Nuri’nin ameli değil..

Bugün, kusurlu sofiye, semâ ve raksı, dinleri ve şeriatleri haline getirmişler, onu taatları ve ibadetleri gibi tutmuşlardır. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir: «Onlar öyle kimselerdir ki; dinlerini bir oyun ve bir eğlence haline getirmişlerdir.» (7/51)

Yukarıda anlatılan rivayetlerden bilinmiş oldu ki: Bir kimse, haram bir fiili güzel kabul ederse, İslâm zümresinden çıkar. Mürted olur.

Bunun üzerine, semâ ve raks meclisine tazim etmenin; hatta, onu taat ve ibadet haline getirmenin şenaatini düşünmelidir..

Allah’a hamd ve şükürler olsun.. Meşayihimiz bu gibi işlere müptelâ olmamıştır. Bizim gibi uyanlarını dahi, o gibi şeylere uymaktan halâs ettiler..

***

Duyuyoruz ki, mahdumlar semâya meylediyorlarmış; cuma geceleri, semâ ve kaside meclisi kuruyorlarmış. Arkadaşların pek çoğu da buna muvafakat ediyorlarmış..

Hayret, bin defa hayret..

Diğer silsilelerin müridleri, bu işi ancak kendi şeyhlerini esas alarak yaparlar. Bu işte hak üzere olmasalar da, şeriatın haram kıldığı bir şeye bu sebeple haram değil diyorlar. Peki, bu işi yaparken bizim arkadaşların mazereti nedir?. Bir tarafı ile şer’an haram olan bir şeyi işlerken diğer taraftan ise tarikat şeyhlerinin uygulamalarına aykırı davranıyorlar. Böyle olunca, bu fiilden ne şeriat ehli razı olmakta; ne de tarikat ehli..

Böyle bir şey ne şeriatın ölçülerine uygundur, ne de tarikatın esaslarına… Kaldı ki bu iş, şer’i ölçülere aykırı olmasa, sadece tarikatta yeni bir şeyin ihdası olsa dahi, yine şen’idir, çok çirkindir. Bununla, şeriatta haram olan bir şeyin irtikâbının bir araya geldiği zaman, olacağı düşünmeli…

Mektubat-ı Rabbani

YÜZ ŞEHİD SEVABI

Bu zamanda, insanların pek çoğu, namazın edasında gevşek davranmaktadırlar. Namazda itminana ve tadil-i erkâna dahi, kayıtsız kalmaktadırlar. Dolayası ile istedim ki, bu babda, zaruri olarak, tekid ve mübalağa ile üstünde dura dura bazı hususları yazayım.

Bu yazılanları, dikkatle dinleyip anlamak gerek.

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu:

“Hırsızların en kötüsü, o kimsedir ki; kıldığı namazından çalar.”

Şöyle sordular:

-Ya Resulallah, o kimse, kıldığı namazından nasıl çalabilir?

Buna cevap olarak, Resulullah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu:

“Rükûunu ve secdelerini tamam etmemek sureti ile.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde ise şöyle buyurdu:

“Rükû ile secdeleri arasında belini düzeltmeyen kimsenin namazına Allah nazar etmez.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, secdeleri ve rükûunu tam yapmayan bir kimseyi gördü ve şöyle buyurdu:

“Sen hiç korkmaz mısın? Eğer bu halinde ölecek olsan, Muhammed Dini’nden başka bir din üzerine ölürsün.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: “Sizden hiçbirinizin namazı tamam olmaz; taa rükûdan tamamen kalkıp belini de doğrulttuktan sonra her uzuv yerine gelinceye kadar.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimi şöyle buyurdu:

“Bir kimse, iki secde arasında oturmadıkça, belini doğrultup onu sabit tutmadıkça namazı tamam olmaz.”

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, bir gün namaz kılan birinin yanından geçti; gördü ki, rükûunu ve secdesini, oturmasını, kalkmasını, hulasa namaz erkanını tamam etmiyor. Şöyle buyurdu:

“Eğer bu halinde ölecek olsan, kıyamet günü benim ümmetimden olduğun söylenemez.”

Bir başka yerde ise, şöyle buyurduğu anlatılmıştır:

“Bu durumda ölecek olsan, Muhammed Dini’nden başka bir din üzere ölmüş olursun.”

Ebu Hüreyre ‘radiyallahu anh’ şöyle anlattı:

-Bir şahıs altmış sene namaz kılar; amma, onun bu namazlarından bir tanesi dahi kabul edilmez. Bu o kimsedir ki, rükûunu ve secdelerini tamamlamaz.

Şöyle anlatıldı:

-Zeyd b.Vehb birinin namaz kıldığını gördü; amma rükûunu ve secdelerini tam yapmıyordu. Onu çağırdı ve sordu:

-Kaç senedir böyle namaz kılarsın?

O kimse, şu cevabı verdi:

-Kırk senedir.

Bunun üzerine, Zeyd b.Vehb şöyle dedi:

-Bu kırk sene içinde hiç namaz kılmamış oluyorsun. Bu halinde ölsen, Muhammed ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ sünnetinden başka bir yolda ölürsün.

Şöyle anlatıldı:

-Mü’min bir kul namazını kıldığı zaman, rükûunu ve secdelerini de güzel eda ederse, onun namazında bir güzellik ve nur olur. Melekler onu, semaya çıkarırlar. O namaz dahi, namaz kılan için dua edip şöyle der:

-Sen beni koruduğun gibi, Allah-u Teâlâ dahi seni korusun.

Şayet o kimse, namazı güzel kılmaz ise, o namaz zulmetli olur. Melekler dahi onu istemezler, semaya da çıkarmazlar. O namaz dahi, kılana şerli beddua edip şöyle der:

-Sen beni nasıl zayi ettinse, Allah da seni zayi etsin.

Namazın edası dam olarak yapılmalıdır. Tadil-i erkâna tam riayet edilmelidir. Oturmalara ve kalkmalara dahi riayet gerekir.

Namazı tamam kılmaları ve tumaninete (oturuş ve kalkışlarda azaların sükûnet bulmasına) tadil-i erkâna (her şeyin sünnet olduğu üzere yapılmasına) riayet etmeleri için başkalarına dahi delâlet edip anlatmalıdır. Zira insanların pek çoğu, bu devletten mahrumdur. Bu amel, bütünüyle terk edilmiş durumdadır. Bunu ihya etmek, İslâm’da önemli vazifelerin en önemlisidir.

Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu: “Öldürüldükten sonra bir kimse sünnetimi canlandırırsa, onun için yüz şehid sevabı vardır.”

Mektubat-ı Rabbani

 

TADÎL-İ ERKÂNA RİAYET

Namazlarda ta’dîl-i erkâna riayet (rükünlerin hakkını vermek), İmam Ebû Yusuf’a göre bir rükün olduğundan farzdır. Bundan maksad, namazın kıyam, rükû ve secde gibi her rüknünü sükunetle yerine getirmek ve bu rükünleri yaparken her uzuv mutmain olup hareket halinden beri bulunmaktır. Mesela: Rükûdan kıyama kalkarken vücud dimdik bir hale gelmeli ve sükunet bulmalı, en az bir kere: “Sübhanellahi’l-Azîm” diyecek kadar ayakta durup ba’dehu (ondan sonra) secdeye varmalıdır. Her iki secde arasında da böyle bir tesbih mikdarı durmalıdır.

Tadîl-i Erkân, İmam Azam ile İmam Muhammed’e göre vaciptir. Binaenaleyh birinci kavle göre ta’dili erkana riayet edilmeksizin kılınan bir namazı iade etmek (yeniden kılmak) lazımdır. İkinci kavle göre ise, bu halde yalnız sehiv secdesi lazım gelir. Fakat böyle bir namazı iade etmek evlâdır. Bununla ihtilaftan kurtulmuş olur. Nitekim kerahete mukarin olan (kerahetle kılınan) namazları da iade vacip görülmüştür.

Namazdan manevî haz duyanlar, namazda itidale (tadil-i erkana) riayet eder, acele etmekten sakınırlar. Acele etmeyi ta’zime (hürmete) ve adaba (edebe) münafi (aykırı) görürler. Hayatın en faideli ve en kıymetli saatleri ibadetle geçen vakitlerdir. Beyhude (boş) yere veya fani bir faide uğrunda saatlerini, günlerini sarfeden insanların namaz gibi ulvi bir ibadetten, ebedi bir saadet vesilesinden ve lahuti bir huzur neşvesinden bir an evvel çıkıp kurtulmaya çalışmaları pek garip pek acınacak bir hal değil midir?

Büyük İslâm İlmihali

EN BÜYÜK RÜKÛN

Namazda tâdil-i erkânı terk eden kimse otuz zarar ile mutazarrır olur:

(Maddi ya da manevi) Fakirlik husule gelir.

(Kendisine) Buğz hâsıl olur.

İnsanların haklarını zâyi eder olur.

Küfre düşmesine sebep olur.

Her gün yüz altmış defa mâsiyet izhar etmiş olur: Çünkü farzlarla vitir yirmi rekat, sünnet-i müekkedeler on iki rekattır. Hepsi otuz iki rekattır. Beşle çarpılacak olursa yüz altmış olur. Yahut bunlardan daha fazla kılacak olursa daha fazla olur.

Hak din üzere ölemez.

O kimseye hırsız demek sahih olur.

Namazı, nazar-ı Hakk’tan mahrum olur.

Namazı makbul olmaz.

Namazı yüzüne vurulur.

Semaya çıkan namaz geri çevrilir.

Edebe riayet etmemek ve emre imtisal etmemektir.

Hüsrana uğrayanlardan olur.

Diğer amellerin fesadına sebep olur.

Tadili terk ettiğinde iadesi vacip olur.

Ona cahil olan kimse iktida eder.

İmamdan evvel hareket etmeye sebeptir ki bu da haramdır.

Zikirlerin yerinde olmamasına sebeptir.

Harekeyi yahut harfleri terk sebebiyle ezkârı terk eyler.

Hakk Teâlâ’nın gadabına sebeptir: Çünkü emr-i şerife muhalefet edilmiştir.

Şeytanın sevinmesine sebeptir.

Cennetten uzak olmaya sebeptir.

Cehenneme yakın olmaya sebeptir.

Son derece sevdiği nefsine cefa ve onu azaba atmaya sebeptir.

Nefsini kirletmiş olur: Çünkü günah necasettir.

Hafaza meleklerine ezâ vardır.

Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem Hazretlerini mahzun etmiş olur.

Yaptığı günaha gece ve gündüzü şahit tutmuş ve onlara ezâ etmiş olur.

Bütün mahlukata karşı da eza ve haksızlıktır: Çünkü günah sebebi ile yağmur az olur ve bereket kalkar (bulaşıcı hastalıklar çoğalır…).

Tâdil-i erkân, rükûda, kıyamda, secdelerde, iki secde arasındaki oturmada a’za ve cevarihin (bedenin her bir uzvunun) teskinidir (sakinleşip sükûnet bulmasıdır). Yani bu beş mevzide a’za hareketten kalıp karar ve sükûnette olmasıdır. Bu sakinlik halinin en az zamanı bir tesbih miktarıdır.

Tâdil-i erkân, Ebû Yûsuf’a göre farzdır, İmam-ı Âzam ve İmam Muhammede’e göre vaciptir. İmam Şâfi, İmam-ı Ahmed, bir sahih rivayet üzere İmam-ı Malik indlerinde farzdır.

Ey mü’min! Tâdil-i erkâna ihtimam et çünkü farzdır. Veya vaciptir. Veya sünnettir.

Eğer farz olursa bu zamana kadar kıldığın namazları düşün! Eğer tâdil-i erkâna yakın değilse hepsi fasittir ve kazası lâzımdır.

Ey mü’min! Gaflet uykusundan uyan! Basiret üzere ol ve ibadeti adet zannetme! Adapla eda et! Kul olduğunu biliyorsan şer’i şerife uygun olarak hareket et! Çünkü ceza gününde huzur-u Mevlâ’da cevap vermek çok zordur.

Görmüyor musun ki çok cüz’i ve ufak bir şeyin kendi miktarında tesiri olup, dirhemin onda bir miktarı az bir afyon, insan vücudunda tesir meydana getirdiği halde koca din-i mübiyn-i İslâm’ın en büyük rüknü olan namazın -ki onun hakkında: “Muhakkak ki namaz fuhşiyyat ve münkirattan men eder” buyurulmuş- bu şekilde tesirleri görülmeyip fahşa ve münkerden nehi eylemesi şöyle dursun, günden güne münkerâtın çoğalması ve fuhşiyyatın her tarafta şüyu bulmakta olması gösteriyor ki ikamesine memur olduğumuz namaz, bu değil. Yoksa fahşa ve münkerden nehyeder, hiç olmazsa bir çekirdek miktarı afyonun hassası kadar hassa ve eser bırakırdı.

Ey mü’min!

İnsaflıca düşün kendine gel!

Hakk Teâlâ Hazretleri, an ve an, gün ve gün nimet ve ihsanlarına mazhar eyledi. Gücün yetmediği şeyi teklif etmedi. Az amele ecr-i celil ihsan eyledi. Hakk Celle ve Âla Kerîm, Halîm, Rahîm ve Latîf’tir. Kullarının ayıp ve kusurları sebebi ile rızıklarını kesmedi. Settar’ul-uyûb ‘Celle azametühü ve ammet âlâuhû nuamâuhu’ ayıplarımızı setr eyledi. Çeşitli nimetler ve esnaf-ı kerem ile mün’am ve mükrem olduk. Şimdi bizlere lâzım olan,  bütün günahlardan tövbe edip, emirlere isteyerek imtisal etmek ve bilhassa, imândan sonra en ehem ve elzem olan namaza ihtimam etmektir.

Mecmûat’ül-Cevâhir