Kategori arşivi: Genel

SÛFİLER DERLER Kİ

Tasavvuf ehline göre sülûk, kötü sözlerden iyi sözlere, kötü fiillerden iyi fiillere, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kendi varlığından Hakk Teâlâ’nın varlığına gitmekten ibarettir. Sâlik de, bu yolda gidene denir.

Eğer bir sâlik iyi sözleri, fiilleri ve ahlâkı devamlı hale getirirse mârifetlerin yüzü ona görünmeye; eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar. 

“Allahumme erini hakaikel eşyâ-i kemâhiye: Allah’ım, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster” hadis-i şerifindeki mâna ortaya çıktıkça irfanda kemâl zûhur etmeye başlar.

Her kim bu dört haslette kemâle erişirse, insanî kemâlâtı tahsil etmiş olur. Zira insanî kemâlât tamamiyle bu dörde münhasırdır.

Sufiler derler ki: Eğer yüz bin sâlik bu yola sülûk etse, ancak birisi bu dört mertebenin kemâline erişir. Diğerleri noksan kalır. Zira insanın her meselede kemâle erişmesi nâdir vuku’ bulur; hususiyle tarik-i Hakk’ta…

*****

Kazanılması ve üzerinde sebat edilmesi gereken şeylere makam; bertaraf edilmesi lâzım gelen ve sülûke mâni olan şeylere de hicap denir.

Sülûkte hicap ve engeller gayet fazladır. Ancak hicap ve engellerin temeli dörttür: Mal sevgisi, makam sevgisi, taklid ve isyandır. Makamların ve hallerin asılları da dörttür: Güzel sözler, güzel fiiller, güzel ahlâk ve maârif-i cemile (güzel marifetler)dir.

Ey ârif!

Dört makamın tahsilinin kolaylaşması için ilk önce bu dört hicabı terk etmek gerek. Zira dört hicabı terk, abdest mesabesinde; dört makamın tahsili ise namaz mesabesindedir.

Her bir hicap, yıkanması farz olan abdest uzuvlarından biri gibi, dört makamın her biri de vacip olan namazın dört rek’atından biri gibidir. Önce abdest, sonra namaz… Önce tahliye (boşaltma), sonra tehliye (yerleşme)… Önce parlatma, sonra aydınlatma… Önce fasl (ayırma), sonra vasl (kavuşturma)…

Yine demişlerdir ki:

İnsan bir nesneden ölmedikçe, onun karşılığında olan şeyden dirilmez. Kötü ahlâktan bir sıfatı terk edene, güzel ahlâktan onun karşılığında olan sıfat verilir. (Cimrilikten ölenin cömertlikle dirilmesi gibi…)

Dört hicabın terki ve dört makamda ilerleme, dört şeye riayetle husule gelir: Birincisi uzlet, ikincisi az konuşmak, üçüncüsü az yemek, dördüncüsü ise az uyumaktır. Fakat bu zikredilenlerin arif ve irşâda izinli bir mürşidin sohbetinde olup onun emir ve işaretiyle olması gerekir.

Her mürşide gönül verme ki
Yolunu sarpa uğratır.
Mürşidi kâmil olanın
Gittiği yol âsân imiş.

Ey sâlik!

Sülûkta, riyazet ve mücahedeler yapmakta niyet, Hakk Teâlâ’yı talep olmamalıdır. Zira Hakk Teâlâ herkesle beraber mevcuttur; ayrıca talep etmeye hacet yoktur. Her şeyin varlığı O’ndandır. Âlemler O’nunla kâimdir. Her şey yine O’na rücû edecektir.

Keza niyet, temizlik ve güzel ahlâkı tahsil etmek; ilim, marifet, sırların keşfi ve nurları iktibas da olmamalıdır. Zira bunların her biri, manevi mertebelerden bir mertebeye mahsustur. Sâlik o mertebeye eriştiği vakit, istese de istemese de, o mertebeye mahsus olan haller kendi üzerinde zâhir olur. O mertebeye erişmemiş ise talep etmekle de ele bir şey geçmez… Bulunduğu mertebeye mahsus olmayan vasıflar onda açığa çıkmaz. Vakti geldiğinde dişlerin çıkması; vakti gelmeden de talep edilse dahi çıkmaması gibi…

Ey ârif!

İnsan için olan mertebeler tıpkı ağaç için olan mertebeler gibidir… Şöyle ki; bahçıvan, ağacın mertebesine göre, toprağın bakımını yaparak ağaç için uygun halde saklarsa; diken ve yabani otlardan temizleyerek vaktinde suyunu verirse vakti (mertebesi) geldiğinde o ağaç yaprak, çiçek açmaya başlar ve vakti geldiğinde de meyve vermeye durur.

Sâliklerin terbiyesi de buna benzer… Vakti (mertebesi) geldiğinde bulunduğu mertebeye has nitelikler kendisinde zûhur eder.

O vakit ister talep etsin, ister istemesin, temizlik, güzel ahlak, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların zuhurundan her biri zâhir olur. Nice nice leziz haller, acayip keyfiyetler baş gösterir.

(Vakti gelmeden görünenlerin durumu, izahı başkadır.)

Ağacın bütün mertebelerinin tohumunda mevcut olup bahçıvanın bakımlı terbiyesiyle ağaç husule geldiğinde mertebeler ve nitelikleri ortaya çıkması gibi insanın zatında / özünde de temizlik, güzel ahlâk, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların ortaya çıkması gibi vasıflar vardır. Ancak insanın zatında gizli olan bu vasıflar bir kâmil mürşidin sohbetinde bulunmak ve terbiyesinden geçmekle zûhur eder ve husûle gelir.

Eğer öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini istersen, bu kendi özünde gizlidir; zatına yerleştirilmiştir. Bu sebeple “Her ne ararsan kendinde ara” demişlerdir! Çünkü bütün kemâlât özünde gizlidir; derûnunda mevcuttur.

Zannedersin özünü âlem-i asgarsın sen!
Gafil olma, gözünü aç, âlem-i ekbersin sen!
Hz. Ali (kerremellahû vechehû) 

*****

Yine demişlerdir ki: “Hiç kimse dışarda Hakk’ı arayacağı bir yol bulamaz” “Ne kadar Hakk’ı bulan varsa, kendi derûnunda bulmuştur.”

Herkesin derûnunda manevi bir kuyu vardır. Eğer mürşid mârifetiyle sa’y-ü gayret gösterip özünde gizli olan kuyuyu kazarsa âb-ı hayat, ilahî füyûzât gelmeye başlar. Başkalarından feyz almak, başkalarının kuyusundan kendi kuyusuna su boşaltmak gibidir ki ömrü uzun olmaz.

Eğer bir sâlik, kendi derûnundaki kuyuyu açabilirse, ondan Rabbani feyzler fışkırır. İnsanî hakîkat olan kalbin ortasında, sonsuz ehadiyet denizinden cetvel gibi bir kanal ortaya çıkıp akmaya başlar. Bu su eksilmez, kesilmez, kokuşmaz. Bilakis an be an artar ve sefası çoğalır. Kendisine ve ondan içenlere şifa olur.

Her kim onunla sohbet ve muaşeret ederse ondan fayda görür ve istifade eder.

Eğer bir kimsenin kendi derûnunda ilahî feyz kendini gösterirse, o kimse herkesten daha fazla mütevâzi ve mûtedil olur.

Ey sâlik!

Eğer kendi nefsini insanlık mertebelerinin sonuna eriştirip her gün kendi sıfat ve makamlarını temaşa ederek vuslat sarayının has bahçelerinde nimetler içinde yüzemiyor, Hakk Teâlâ’ya yakınlık içindeki kulluk makamına kavuşamıyorsan ve dahi mukarreblere has derecede sürekli Hakk Teâlâ’nın cemâlini temaşa ile nimetlenmeye gücün yetmiyorsa, bâri gayret et de nefsini cehennem ateşinden kurtarıp cennet ehlinden olasın!

Ey sâlik!

Bunun için farzlardan başka çok namaz kılmanın tasasında, farzın dışında çok Hac etmenin derdinde olma! Gereğinden fazla fıkıh ezberlemenin sevdasında da olma. Zaruretleri defedecek kadarını bilmek kâfidir.

Ancak doğru sözlü ve iyi nefisli olmaya gayret et ve ihtimam göster. Böylelikle cehennem azabından kurtulmuş olabilesin. Zira cehennem ehlinin ekseri azabı, istikamet yokluğu ve kötü nefisli olmak yüzündendir.

Halk ile muamelede halka menfaatli olup mazarratının olmaması, cennet ehlinin alametlerindendir.

İstikamet ve nefis temizliğin, zati sıfatın ve melekên olması lazımdır ki cehennem azabından kurtulabilesin. Eğer içten olmayarak veya gösteriş (veya çıkar) için olursa o kimse yine cennet ehlinden değildir.

Şöyle olmak gerekir: “Bütün vakitlerde iyilik yapmak ve halka faydalı olmak -ihtiyârsız- âdet ve tabiat haline gelsin.

Hakikatlerin Özü

HİKMET EHLİNDEN

Cömertliği ile tanınmış bir şeyh vardı. O yüzden de daima borçlu idi. Büyüklerden (zenginlerden) on binlerce borç alır, fakirlere, yoksullara dağıtırdı.

Borç para ile bir de tekke yaptırmış; malını da, canını da, tekkesini de Allah yolunda harcıyordu.

Cenab-ı Hakk, Halil’ine kumu nasıl un yapmışsa, onun borcunu da her taraftan öderdi.

Hazreti Peygamber der ki: “Pazarlarda iki melek daima şöyle duâ eder: Allah’ım! Sen infâk edenlere fazlasıyla ver! Cimrilerin mallarını da telef et. Hele canını veren, kendisini İsmail gibi kurban edene fazlasıyla ihsan et!”

“Hiç o boyna bıçak işler mi?”

Şehitler de bu yüzden diridirler, hoşturlar. Çünkü Cenab-ı Hakk, onlara ebedi gamdan, sıkıntıdan, mutsuzluktan emin bir can vermiştir.

Ey sadece zahiri gören; sen de mecûsiler gibi yalnızca kalıba bakma; bedene takılıp kalma!

Borçlu Şeyh, yıllarca bu işte bulundu; vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta, halka vermekteydi. Ecel gününde büyük bir zat olarak gitmek için vadesi dolana kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.

Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetleri görününce, alacaklılar etrafına toplanıp oturdular. Şeyh ise mum gibi yanıp eriyordu.

Alacaklılar para almaktan umutlarını yitirip yüz ekşitmiş; gönüllerindeki acıya ciğer yarası da ilave edilmişti.

Şeyh, ”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! ALLAH’ın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.

***

O esnada…

Dışarıda bir çocuk, üç beş kuruş ümidiyle “Helva” diye sesleniyordu.

Şeyh, hizmetçiye, git helvanın hepsini al, diye başıyla işaret etti. Tâ ki alacaklılar o helvayı yesinler de, bir müddet de olsa bana acı acı bakmasınlar.

Hizmetçi, helvanın hepsini almak üzere dışarı çıktı. Helvacıya, “Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu. Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.

Hizmetçi, ”Yoo, sofilerden çok isteme. Yarım dinar vereyim, başka bir şey söyleme!” dedi. Helvayı bir tabağa koydurdu ve getirip Şeyh’in önüne koydu.

Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!

Alacaklılara, ”Buyurun, şu mübarek helva teberrük içindir; helâlinden yiyin” diye işaret etti.

Tabak boşalınca, çocuk tabağı aldı, ”Ey kâmil kişi, paramı ver” dedi.

Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Zaten borçluyum, ahirete göçüyorum!”

Çocuk üzüntüden tabağı yere çaldı, ağlayıp sızlamaya başladı.

Eleminden, çaresizlikten hıçkıra hıçkıra ağlarken, ”Keşke iki ayağım kırılaydı da tekkenin önünden geçmez olaydım” diyor; “Obur, lokmaya haris, köpek gönüllü, kedi gibi yalanan sofiler” söğüntüsünü de ilave ediyordu.

“Bre acımasız Şeyh, emin ol, ustam beni öldürür! Yanına boş gidersem beni keser; razı mısın?” diyordu.

Çocuğun feryadından iyilerden kötülerden birçok kişi başına toplandı.

Alacaklılar da itiraz yolu ile Şeyh’e: “Bu yaptığın da nedir?” diye çıkıştılar. Malımızı yedin, borçlu gidiyorsun; böyle olduğu halde neden yeni bir zulüm işliyorsun?

Çocuk, bir sonraki namaz vaktine kadar ağlamayı sürdürdü. Şeyh ise, gözlerini yummuş, ona bile bakmıyordu.

Bu cefadan, bu olumsuzluktan arınmış olarak, ay gibi yüzünü yorganın içine çekmiş; ezelle hoş, ecelle sevinçli, havas ve avamın kınamasından, dedikodusundan el ayak çekmişti!

Can, bir adamın yüzüne gülmüş ise, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar gelir.

Mehtaplı gecede ay, köpeklerden ve havlamasından ne diye korksun?

Köpek kendi vazifesini yerine getirir, ay da ışığını yere döşeyip durur.

Herkes kendi işceğizini görür.

Su, bir çöp için berraklığını terk etmez.

Çöp, suyun yüzünde çöp olarak giderken, berrak su da bulanmadan yoluna devam eder.

Hazreti Mustafa, gece yarısı ayı ikiye bölerken; Ebu Lehep, kininden saçma sapan söylenip durur!

Mesih ölüyü diriltirken; Yahudi, hiddetinden saçını sakalını yolar.

Köpeğin sesi ayın kulağına nerden gidecek? Hele o ay, ALLAH hası olursa…

***

Çocuğun alacağı kısa sürede toplanırdı lâkin Şeyh’in himmeti bu kadarcık cömertliği bile bağlamış, kimsenin çocuğa bir şey vermesine izin vermiyordu.

Aslında Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.

***

İkindi vakti olunca başka bir hizmetçi, elinde cömert birince gönderilmiş bir tabakla çıkageldi.

Şeyhi tanıyan mal ve hâl sahibi biri, ona hediye göndermişti.

Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar, bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar vardı.

Şeyh’e hürmetlerini sunduktan sonra tabağı yanına bıraktı. 

Tabağın üstündeki örtüyü kaldırınca, halk da alacaklılar da onun kerametini gördüler.

Hepsinden de ahlar vahlar yükselmeye başladı: “Ey şeyhlerin de reisi, şahların da; bu da neyin nesi? Bu ne sır, bu ne sultanlık? Ey sır sahiplerinin efendisi!

Biz bilemedik, affet; saçma sapan, ulu orta hayli söylendik. Körcesine sopa sallamaktayız; elbette kandilleri kırarız. Sağırlar gibi sözü duymadan kendi anlayışımızca izah etmeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk. Biz Hızır’ın yaptıklarına i’tirâz eden Mûsâ Aleyhisselâm’dan da ibret almadık. O da Hızır’ın yaptıklarına itiraz etti de sonra mahçup oldu.  Hem de gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere nüfus ettiği halde!

Ey zamanın Mûsâ’sı, değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı” dediler.

Şeyh; Bütün o sözleri size helâl ettim.

Bunun sırrı şuydu: Borcumun ödenmesini Hakk’tan diledim; O’da bana böylece yol gösterdi (ilham etti): O dinar gerçi az bir paraydı fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı. Helva satan çocuk ağlamasaydı, rahmet denizi coşmazdı, dedi.

Mesnevi-i Şerif

İHTİYAR ÇALGICI

Bilmem işittin mi?

Hz. Ömer zamanında, çenk çalan şöhretli bir çalgıcı vardı. Bülbül, onun sesiyle kendinden geçer, güzel sesiyle bir neşeye yüz katardı. Nefesi meclisleri süsler; onu dinleyenler, eşi bulunmaz, acayip hayallere dalarlardı. Çenginin sesinden, can kuşu kanatlanır uçar; gönlün aklı başından giderdi.

Zaman geçip çalgıcı ihtiyarlayınca, doğan kuşu gibi (gönüller avlayan) canı acizlikten sinek avlamaya başladı. Sırtı, küp sırtı gibi eğrilip kamburlaştı. Kaşları, gözünün üstüne semer kayışı gibi düştü. Cana can katan güzelim sesi çirkinleşti, yürek tırmalayıcı hale geldi. Kimsenin yanında kıymet-i harbisi kalmadı.

Zaten hangi hoşluk vardır ki sonunda nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yerle bir olmamıştır?

Çalgıcı iyice kocayıp zayıflayınca, kazançsızlıktan bir parça yufkaya muhtaç oldu.

Dedi ki: “Ya Rabbi, bana çokça ömür, tükenmez fırsatlar verdin. Çöp kadar değersiz bir kişiye nice lûtuflarda bulundun. Yetmiş yıl günah işledim; bir gün olsun rızkımı kesmedin, nimetini esirgemedin. Artık kazancım yok; Senin konuğunum! Çengi Senin için çalacağım…”

Çengi omuzladı. Ah ederek, Allah’a iltica ederek Medine mezarlığına kadar gitti.

Dedi ki: “Allah’tan kiriş parası isterim. Çünkü O, özü doğru olanları lûtf-u keremi ile kabul buyurur.”

Bir hayli çalıp ağladıktan sonra çengini yastık yaparak bir mezar üzerine yığılıp kaldı. 

Uyku onu kendisinden aldı, can kuşu hapisten kurtuldu. Çalgıyı da, çalgıcıyı da bırakıp uçtu gitti. Ten esaretinden, dünya ızdırabından azat oldu. Mânâ âlemine ve can ovasına vardı.

Canı (ruhu), orada terennüm ederek diyordu ki: “Ah beni burada bıraksalar; bana burada yurt verseler, ne iyi olurdu. Canım bu bahçede, bu bahar mevsiminde ne hoş hale gelirdi. Bu gayb âleminin lâle bahçesinde mest olur, gider; kolsuz, elsiz fesleğenler toplardım. Bu mânâ âleminde başsız, ayaksız yolculuklar eder, dudaksız, dişsiz şekerler yerdim. Dünya meşgalelerinden; akıl, fikir zahmetlerinden kurtulurdum da rahatlıkla Dostu zikrederdim. 

Rüyada gördüğüm bu âlem, öyle bir âlem ki, ferahlığından kolum, kanadım açıldı. Eğer o âlem ve onun yolu gözle görülür olsaydı, bu dünyada hiç kimse bir an bile kalmazdı.

İhtiyar çalgıcıya; “Burada kalmaya özenme, tamahkarlık etme. Madem ki ayağından mâsivâ dikeni çıkmıştır, korkma, haydi git” diye emir geliyor; çalgıcının rûhu ise; “Allah’ın rahmet ve ihsanı fezasında durdukça dur, oradan ayrılma.” diyordu.

O sırada Cenâb-ı Hakk, Hazreti Ömer’e öyle bir uyku verdi ki, bu uykudan başını kaldıramadı. Hz. Ömer, bu hale şaştı kaldı da; “Bu benim adetim değildi; madem ki gaybdan vâki oldu, elbette sebepsiz değildir, dedi. Başını koydu yattı, uykuya daldı. Rüyalar âleminde  Hakk’tan gelen bir nidayı ruhu işitti: “Ey Ömer! Kulumuzu ihtiyaçtan kurtar. Has ve muhterem bir kulumuz var. Mezarlığa kadar bir zahmet gidiver.”

“Ey Ömer! Kalk! Herkesin hakkı olan Beytü’l-Mâl’den yediyüz dinar al; ona götür de deki: Ey bizim seçkin erimiz, şimdilik bunu al ve bizi ma’zur gör. Bu kadarcık, senin basit ihtiyaçlarını karşılar. Bunu harca, tükenince yine  gel.”

Hazreti Ömer rüyâsında işittiği sesin heybetinden uyandı, yerinden sıçradı ve bu hizmeti görmek için hazırlandı. Kese koltuğunda, mezarlığın yolunu tuttu.

Mezarlığın çevresinde bir hayli döndü, dolaştı fakat, o ihtiyardan başka kimseyi göremedi. Kendi kendine; “Bu olmasa gerek.” dedi ama, aramak için tekrar koştu. Döndü, dolaştı, yorgun düştü lâkin başka kimseyi göremedi.

Cenâb-ı Hakk; “Temiz, hizmete lâyık ve kutlu bir kulumuz var” buyurdu; ihtiyar bir çalgıcı, nasıl Allah’ın has kullarından olabilir? Ey Allah’ın sırrı, ne güzelsin, ne garipsin, dedi.

O, bir kere daha mezarlığın etrafını dolaştı, araştırdı; o ihtiyardan başka kimsenin bulunmadığına iyice emin olduktan sonra, kendi kendine; “Karanlıklar içinde, nice nûrlanmış gönüller vardır” dedi.

Sonra geldi, kemâl-i edeple yanına oturdu. Kendisine bir aksırık arız oldu. Aksırınca ihtiyar uyandı, sıçrayıp kalktı. Ömer’i görünce, şaşırıp kaldı. Gitmeye davrandıysa da titremeye başladı. İçinden dedi ki: “Ya Rabbi, Sen imdadıma yetiş! Nasıl oldu da muhtesib (polis), ihtiyar çalgıcıya çattı?”

Hazreti Ömer o ihtiyarın yüzüne bakıp onu utanmış, beti benzi sararmış görünce: “Benden korkma, ürkme; sana Hakk’tan müjdeler getirdim” dedi. “Allah, senin huylarını o kadar övdü ki,  Ömer’i, senin yüzüne âşık etti. Gel, şöyle yanıma otur da kulağına, devlet sırlarından sırlar söyliyeyim.

Allah sana selâm ediyor; sıkıntılar ve kederler içinde nasılsın, soruyor. İşte, şu bir kaç değersiz sikke, zarûrî ihtiyaçların için. Bunu harca, sonra yine gel.”

İhtiyar bunları işitince titremeye, elini ısırıp çırpınmaya başladı: Ey eşi, benzeri olmayan Allah’ım! Yeter! Zavallı ihtiyar, utancından eridi, diye feryat ediyordu.

Bir hayli ağladı; derdi, kederi haddi aştı. Nihâyet çengi yere vurdu, parça parça etti.

Dedi ki:

“Ey Rabbimle aramda perde olan, ey yolumu ana yoldan (Hakk yolundan) kesip saptıran! Ey yetmiş senedir kanımı içen; ey kemâl sahibine karşı yüzümü kara çıkaran!…”

“Ey ihsan ve vefâ sahibi Allah’ım! Cefa içinde geçen ömrüme Sen acı!”

“Allah bana öyle bir ömür lûtfetti ki, onun bir gününe bile kimse kıymet biçemez. Ben ise ömrümü her solukta tiz ve pes sesleriyle harcadım.”

“Ah!… Irak perdesi ve makamı ile uğraşmaktan firak zamanı aklımdan çıktı.”

“Eyvahlar olsun ki, şu yirmi dört perdenin sesi ile ömür kervanı geçip gitti. Gün bitti, akşam oldu. Gönlümün ekini kurudu; gönlüm ise öldü…” 

“Allah’ım, başkasından değil, feryad eden nefsimin elinden feryad ediyor, şikâyette bulunuyorum.”

“Kimseden medet bulamam; bana ancak benden yakın olandan medet var!…”

Hazreti Ömer ona dedi ki: “Senin bu ağlayıp sızlayışın, kendinde oluşunun eseridir.

Allah aşkında fânî olmuş ve kendinden geçmiş kimsenin yolu başka türlüdür.

Kendinde olmak da bir başka günahtır…

Geçmişi anmak, gelecek endişesinden ise Allah ile aranda perde olur…

Her ikisini de ateşe at, yak. 

Sen benliğe kapılıp, (geçmiş ve geleceğinle) kendi etrafında döndükçe, kendini tavaf eder sayılırsın.

Tavaf ediyorsun, ama ridâ içinde  (kendini) tavaf etmedesin. Beyt’e ulaştın ama hâlâ kendinlesin; daha kendinden kurtulamadın…”

Hazreti Faruk sırlara ayna olunca, ihtiyarın rûhu bedeninden uyandı. Can gibi ağlayışsız gülüşsüz hale geldi. Onun canı gitti de, başka bir canla dirildi. O anda gönlüne öyle bir hayret düştü ki, yerden de dışarı çıktı, gökten de; bütün âlemi unuttu.

Arayışların ötesinde bir arayışa girdi ki onun nasıl olduğunu ben bilmiyorum; biliyorsan sen söyle!

“Hal”den de, “kaal”(söz, bilgi)den de ötede bir hâle ve kaale erişti…

Celâl sâhibinin Cemâline daldı.

Mesnevi-i Şerif

 ŞÜKÜR-ELHAMDÜLİLLAH

Bütün hamdler üzerimize nimetlerini yağdırıp bizi İslâm’a eriştiren ve bizi Seyyidü’l-enam Muhammed Mustafa ‘sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden kılan ALLAH’a mahsustur.

Bilinmesi lâzım gelir ki:

Hakk Sübhanehu ve Teâlâ Hazretleri mutlak ihsan edicidir.

Eğer bir varlık varsa, O’nun yüce mukaddes Zat’ından hibe edilmiştir. Eğer bir beka (nimette devamlılık) varsa, O’nun yüce Sultan Hazreti’nden bir ihsandır. Eğer kâmil bir sıfat ise (ihsan edilen), O’nun şümullü rahmetindendir.

Hayat, ilim, kudret, basar (görmek), semi (duymak), nutk (konuşmak)…  bütün bunlar O’nun şanı büyük Hazret’inden bağış yollu gelmektedir.

Hadde ve hesaba gelmeyen çeşit çeşit nimetler ve ikramların hepsi, O’nun yüce mukaddes Zat’ından ihsan yollu gelmiştir.

O Allah-u Teala, zorluğu ve şiddeti izale eder.

Dualara icabet edip belâları def eder.

Rezzak’tır; günahları sebebi ile kullarının rızıklarına mani olmaması, kâmil şefkatindendir.

Settar’dır, ayıpları dolayısı ile onları rüsvay etmez. Seyyiat irtikâpları dolayısı ile kulların hürmet perdelerini açmaması affının ve vazgeçmesinin bolluğundandır.

Halimdir, onları muaheze edip ceza vermekte acele etmez.

Kerimdir, kereminin şümulü, dostlara ve düşman-lara ulaşmaktan geri kalmaz.

Bütün bu nimetlerinin en üstünü, en büyüğü, en azizi, en ikramlısı İslâm’a davet ve dar-ı selâma hidayettir; Seyyidü’l-enam Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimize mutabaattır… Ona ve âline salât ve selâm…

Çünkü ebedi hayat, sonsuz nimetlere ermek üstte anlatılanlara bağlıdır. Yüce Sübhan Mevlâ’nın rızası dahi buna bağlıdır.

Hulâsa, o yüce Zat’ın nimeti, ikramı, ihsanı; güneş-ten daha zahir, aydan daha parlak, günden daha açıktır.

O yüce Zat’tan başkalarının nimeti O’nun kudret vermesi ve imkân vermesi iledir. Başkalarından ihsan talebi dahi, emanetçiden emanet istemek, fakirden dilenmek gibidir.

Cahil dahi âlim gibi bu manayı ikrar eder. Aklı kıt olan dahi zeki gibi bu işi itiraf eder.

Bir şiir:

Tenimin kıl biten her yerinde bir dilim olsa;
Güçsüzüm şükr için binde bir nimetine…

***

Şüphesiz bedihi (hakikati açıkça gören) akıl, in’am edene şükretmenin vacip olduğuna; ona tazim ve hürmet etmenin lüzumuna hükmedicidir. Böylece, Mün’im-i Hakiki olan yüce Sübhan Hakka şükür aklın açık bedaheti ile vacip oldu. Ona tekrim ve tazim dahi lüzumlu görüldü.

Hakk Sübhanehu ve Teâlâ son derece münezzeh ve mukaddes olup, kullar ise son derece kirlenmiş ve bulanık olduklarından aradaki münasabetin dahi hiçbir şekilde olamayışından ötürü; o yüce Zat’a yapılacak tazimin ve tekrimin ne şekilde ve hangi keyfiyet üzere yapılacağını bulmak ve bilmek zorlaşmıştır.

Çünkü kullar çoğunlukla, bazı işleri Mukaddes Teâlâ canibine söylemeyi güzel görürler, o şey Allah indinde çirkin olur; bir şeyi tazim zannederler yergi olur.

Bir şeyi büyük olarak hayal ederler; amma o şey küçük olur. Başka bir şeyi keremli bilirler; o şey de hakirdir.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca; yüce Hakkın tazim ve tekrimi, mukaddes Zat canibinden öğrenilmemişse; onunla kulluk ve şükür yapmak dahi kâbil olmaz.

Zira kulların kendilerinden sudur eden hamd, çok kere hicv olacağı gibi; övmeleri dahi ayıplama olur.

O’nun Zat-i Sübhanisinden gelen ilim  yollu yapılan tazim, tevkir, tekrim; bizim hak Din’imizin ta kendisi-dir. Onun üzerinden sadır olduğu zata salât, selâm ve tahiyyet…

Eğer kalben yapılacak bir tazim ise, şer’i ölçülerde beyan edilmiştir.

Dille yapılacak bir sena ise, bu dahi orada delille gösterilmiştir.

Duyguların yapacağı ameller, fiiller ise, Din’in sahibi Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz tarafından açıklanmıştır. Hem de tafsilatı ile…

Üstte anlatılan manaya göre, yüce Hakka şükür; kalb, beden, itikad olarak şer’i hükümlerin yerine getirilmesine tahsis edilmiştir. Hangi tazim ve hangi ibadet ki, şer’i şerifin dışında yapılır, ona güvenmek kabil olmaz. Hatta çok kere, zıtları tahsil durumu ortaya çıkar. Hasene olduğu tevehhüm edilen, hakikatta seyyie olur.

Anlatılan beyan mülahaza edilince anlaşılacaktır ki, Din’i ölçülere göre amel etmek, aklen vacip ol-muştur. Mün’im Teala’nın şükrünü eda etmek dahi, şer’i hükümleri yerine getirmek dışında güçtür.

***

Şer’i ölçüler iki kısma ayrılır: İtikad-inanç kısmı, amel kısmı.

İtikada bağlı olanlar dinin esasını, kök ve gövdesini teşkil eder, amele bağlı olanlar ise dinin dalları ve yaprakları gibidir.

İtikadı yitiren, necat ehli olamaz; ahiret azabından halâsı da onun için tasavvur edilemez.

Ameli yitiren ise, durumu Sübhan Hakkın iradesine kalmıştır. Dilerse af eder; dilerse günahı kadar azab eder.

Cehennemde ebedi kalmak, itikadı yitiren, dinin zaruri (kesin) hükümlerini inkâr eden içindir.

Ameli yapmayan, her ne kadar azaba uğrayacak ise de cehennemde ebedi kalmak, onun hakkında yoktur.

***

Kur’an-ı Mecid, şer’i hükümlerin bütününü cem ettiği gibi evvelki bütün şeriatları da cem etmek-tedir. Şu kadar var ki, bu şer’i hükümlerin bazısı nassın -ayet ve hadisin- ibaresiyle anlaşılır, bazısı nassın işaretiyle, bazısı nassın delaletiyle, bazısı da nassın gerektirmesiyle anlaşılır. Lügat ehli olan avam ve havas bu manaları anlamada eşittir.

Hükümlerin bazısı ise ancak içtihat ve istinbat (gizli ve derin manaları açığa çıkarmak) yolu ile anlaşı-labilir. Bu anlayış, müçtehit imamlara mahsustur. (Açık ve net hüküm bildirilmeyen her meselede çözüm içtihat ile olduğu için…) Bu müçtehidin Efendimiz ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ olması veya onun güzide ashabı olması ya da onun ümmetinin diğer müçtehitleri olması durumu değiştirmez; cumhurun görüşü/kavli budur.

Ancak şunu söylemek gerekir ki, Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  zamanındaki içtihadî hükümler, vahiy gelmeye devam ettiği için hata ile doğru arasında tereddütlü değildi. Bilakis vahyin kesin hükmü ile doğrunun isabetli görüşü hatalının yanlış görüşünden ayrılır; hakkın batıl ile karışması söz konusu olmazdı. Zira Resulullah Efendimizin hata üzere karar kılması ve sabit olmazı caiz/ mümkün değildir. Fakat vahiy kesildikten sonra müçtehidin hüküm çıkarmasıyla elde edilen hükümler böyle değildir. Çünkü onların hatalı veya doğru olmalarında bir tereddüt bulunabilir. Bu sebeple, vahiy zamanında karar altına alınan içtihada dayalı hükümler itikad ve amel etmeyi gerektiren kesin hükümlerdir. Vahiy zamanından sonraki içtihada dayalı hükümler ise amel etmeyi gerekli kılar ancak zannı mucip olduğu için inkâr edilmeleri (kesin hükümler gibi) küfür değil bid’attır/günahtır.

Kur’an-ı Kerîm’deki hükümlerin üçüncü kısmı ise beşer takatinin idrakten aciz olduğu hükümler-dir. Hükümleri inzal eden Zat’tan bir bildirme hâsıl olmadıkça, o hükümleri anlamak tasavvur edile-mez. Bu bildirmenin hâsıl olması Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimize mahsustur. Bu, ondan başkasına hâsıl olmaz. Bu hükümler her ne kadar Kitap’tan alınmışsa da onları açığa çıkaran/ açıklayan Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz olduğu için tabii olarak bu hükümler sünnete dayandırılmıştır; kıyas yoluyla ortaya çıkan içtihadî hükümlerin kıyasa nisbet edilmesi gibi… Aralarında çok büyük farklar olmakla beraber sünnet ve içtihadın her ikisi de hükmü ortaya çıkarmaktadır. Zira biri içtihada dayanmakta, diğeri ise Hakk Sübhânehu’nun bildirmesiyle teyit edilmektedir. Bu son kısımda (sünnette) asla (Kitab’a) çok benzeyiş vardır ve onun hükümlerini ispat eder gibidir. Her ne kadar bütün hükümleri ispat eden/ortaya koyan aziz kitabımız Kur’an-ı Kerim ise de, üstteki mana ondan uzak değildir.

***

Şer’i hükümlerin isbatında muteber olan Kitap-Sünnettir. Müçtehidlerin kıyası ve ümmetin icmaı dahi hükümlerin isbatında geçerlidir. Bu dört delil-den başkası hiçbir şekilde, hükümlerin isbatına yararlı değildir. Ne ilham haramı ve helali isbat edebilir ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti. Velâyet-i hassa erbabı (hususi veliler) dahi müçtehitlere uymakta avam mü’minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham başkaları üzerine bu manada onlara bir ayrıcalık getirmeyeceği gibi onları (müçtehitlere) uymak bağından da kurtarmaz. Bu manada Zunnun-u Mısri, Beyazid-i Bestami, Cüneyd-i Bağdadi, Şibli; avam mü’minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Halid ile içtihada dayalı hükümlerde müçtehitlere uyma şanında aynı durumdadırlar.

Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır ama başka manadadır. Zira bu zatlar, keşif ve müşahede erbabıdır. Aynı zamanda tecelli ve zuhurat erbabıdırlar. Mahbub-u Hakiki’nin muhabbet istilası ile yüce Sultan’ın gayrını bırakmışlardır. Gayri görüp gayriyet idrak etmekten de azad olmuşlar, kurtulmuşlardır. Eğer onlar için hasıl olan bir şey var ise o da Sübhan ALLAH’tır. Eğer vasıl olmuşlarsa, yine o yüce Zat’a vasıl olmuşlardır.

Onlar âlemdedirler amma âlemin kendisi ile olmazlar; nefisleri ile olurken de yine nefisleri ile değildirler.

Eğer yaşarlarsa O’nun için yaşarlar; ölürlerse yine O’nun için ölürler.

İlham o büyükleredir; keşif, onlar içindir.

Bir müçtehid, kendi görüşüne ve içtihadına nasıl tabi ise bunlar dahi (içtihada dayalı olan itikadî ve fıkhı hükümlerde değil)  marifette ve vecdlerde kendi ilhamlarına ve ferasetlerine tabi olmaktadırlar.

***

Keşfe dayalı bir hata; içtihad işinde yapılan hata hükmündedir; kusur sayılmaz. Belki, hata edene de, bir derece sevap verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müçtehitlere uyanlara, onları taklit edenlere, mezheplerinde bulunanlara da hatalı işlerde sevap verilir. Ama keşif ehlinin mukallidi (taklit edeni) böyle değildir. Böyleleri, mazur sayılmazlar. Hatta hatalı takdir sonunda (şer’i şerifin itikad ve fıkha dair muhkem, sabit hükümlerine aykırı ilham ve keşflerde) sevap derecesine nail olmaktan mahrum olurlar.. Şundan ki: İlham ve keşfin hemen hepsi bir başkası için hüccet/delil değildir. Ama müçtehidin kavli, beyanı, içtihadı bir başkası için hüccettir, delildir. Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri, bilgi-lerini, Hazreti Peygamber ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  den almıştır. Bu bilgiler, vahiy ile gelmiş olup sapasağ-lamdır. 

Üstte anlatılan mana icabı olarak, keşfe ve ilhama hata ihtimali takdir edildiği zaman, uymak caiz değildir. Ama müçtehidin içtihadında hata ihtimali olsa dahi caizdir; hatta vaciptir.

***

Din, Kur’an ve hadisle tamamen kâmil olduğuna göre; bu kemalden sonra, (içtihad ve) ilhama ne hacet? Kalan ne gibi bir noksan vardır ki (içtihad ve) ilham ile tamamlansın, sorusuna şu cevabı veririm: (İçtihad ve) ilham, Din’in gizli olan hüküm-lerini ve kemalâtını izhar eylemek, açıklamaktır. Yoksa Din’e fazladan yeni hüküm ve kemalâtlar ilave etmez. Nasıl ki içtihad, (itikadî ve fıkhî) hüküm-leri açıklar ise ilham dahi (marifet ve vecdlerle ilgili) gizli  kemalâtları açığa çıkarır. 

***

Hâce Ubeydullah-i Ahrâr ‘Kuddise Sirruhu’ buyurdu ki: Bütün haller ve vecdler bize verilse de, hakikati-miz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadıyla süslenmiş ve bezenmiş olmasa, o halleri ziyandan başka bir şey kabul etmeyiz. Şayet bizde hata ve kusurlar toplansa, fakat hakikatimiz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzere istikametli olsa, o hatalarda bir beis görmeyiz.

***

Akıllı olan kimselere ilk farz olan, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne göre itikadı düzeltmektir. Zira onlar, fırka-i naciyedir. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin..

İtikad anlatılan manada tashih edilmeli ki, uhrevi felah, ebedi necat tasavvur edile…

Kötü itikad ki, ehl-i sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir durumundadır ve ebedi ölüme, sonsuz azaba götürür.

Amelde müdahane ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.

Akla, nakle, keşfe dayalı deliller, bu mananın şahididir. Bunun değişmesine asla ihtimal yoktur. Sırat-ı müstakim olan bu yoldan (o büyüklerin yolundan), bir şahsın hardal miktarı kaydığı bilinse, itikad edilmeli ki: Onun sohbeti öldürücü zehirdir.

Mektubat-ı Rabbâni

KIYAS

Bir bakkalla onun bir dudusu (papağanı) vardı. Güzel sesli, yeşil renkli, konuşkan bir duduydu. Dükkânda, oraya bekçilik eder, bütün tacirlerle şakalaşırdı. İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu.

Efendisi bir gün evine gitmiş; dudu, dükkânı gözetliyordu. Fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan, dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişelerini de döktü. Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzur-u kalple dükkâna geçti, oturdu. Baktı ki dükkân yağ içinde, elbisesi de yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu. Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı. Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi. O zaman elim kırılsaydı; nasıl oldu da o güzel sözlümün başına vurdum?

Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekte; olur da dile gelir diye, o kuşa her çeşit olmadık şeyler göstermekteydi.

Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda oturmuş, bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken, ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlakî geçiyordu.

Dudu hemen dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı: “Ey kel! Neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün? Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.

Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma! Aslan manasındaki ‘şîr’ süt manasındaki ‘şîr’e benzer (görünüşleri aynıdır ama manaları çok farklı). Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. ALLAH abdallarından az kişi âgâh (haberdar) oldu.

Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler, biz de onlar gibiyiz dediler; velileri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da. Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler. Her iki çeşit arı bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş, öbürü şekerle dopdolu. Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarındaki yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar; o, yer; kâmilen ALLAH nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder… o, yer; ondan tamamı ile Tek ALLAH’ın nuru husule gelir. Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir, o şeytan ve canavar!

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da tatlı su da berraktır. Manevî haz (zevk) sahibinden başka kim anlayabilir? Tatlı suyu acı sudan o ayırır.

Mesnevi-i Şerif

CEM’İYYET

“Kendisine fayda veren şeylerle meşgul olup fayda vermeyen şeylerden yüz çevirmesi, kişinin İslam’ının güzelliğindendir.” hadis-i şerifindeki mananın gereği olarak, vakitleri koruyup değerlendirmek gerekir ki hiç bir işe yaramayan işlerle telef olmasın.

Şiir okumak ve hikâyeler anlatmanın düşmanların nasibi olduğuna inanmalı; sükût ile ve bâtın nisbetini korumakla meşgul olmalıdır.

Bu yolda arkadaşların bir araya gelmesi, ancak, bâtın cem’iyyeti/iç âlemin derlenip toparlanması/gönül birliği elde etmek içindir; zihni ve gönlü dağıtmak için değildir. Bu sebeple insanlar arasına karışmayı yalnızlığa tercih etmişler, bâtın cem’iyyetini de bir araya gelmekte aramışlardır. Toplanmaktan gönül birliği kurmayı talep etmişlerdir.

Her ne zaman ki bir içtima bâtının dağılmasına, iç âlemin bozulmasına ve tefrikaya sebep olur, ondan sakınmak ve uzak durmak gerekir.

Her ne şey ki, batının derlenip toparlanması ile birliğe sebeptir, mübarektir. Her ne şey ki, dağınıklık ve tefrikaya sebeptir; o dahi uğursuz ve bereketsizdir.

Salike lâzım olan öyle bir hal ile yaşamaktır ki, onunla beraberlik ve sohbet, taliplerde gönül birliği/derlenip toparlanma/cem’iyyet hâsıl etsin; gönül dağınıklığı ve tefrikaya sebep olmasın.

Aynı şekilde nefsin kötü ahlâkını iyileri ile değiştirmeli; konuşmak yerine sükût etmeyi tercih edip sözü sükûta çevirmelidir. Zira vakit, ne şiir söylemek ve ne de karşılıklı laflar atıp lüzumsuz konuşmak vaktidir, vesselam.

***

Hazret-i Hace (Ubeydullah) Ahrar şöyle anlattı:

-Biz, dervişlerden bir cemaatle beraberdik. Aramızda söz, cuma günündeki icabet saatine geldi. Şöyle ki: Şayet, o saate kavuşmak müyesser olur ise, Sübhan Hak’tan neyin talebi yerinde olur? Bu hususta herkes bir şey söyledi. Sıra bana gelince şöyle dedim:

-Cem’iyyet erbabıyla sohbeti talep etmek lazım gelir. Zira saadetlerin hepsi o sohbetin içinde nasip olur.

Mektubat-ı Rabbani

YÜCE AHLÂK

Şüphesiz ALLAH ‘azze  ve celle’ beni,
mekârim-i ahlâkı tamamlamak ve mehâsinin (iyilik ve güzelliklerin) kemâli için gönderdi.

Hadis-i Şerif

Müslüman oldukları için Mekke’de göz hapsinde tutulan Huzeyfe bin Yemâni ve babası ‘aleyhimü’r-rıdvan’, Bedir Harbi’ne katılmak için bir yolunu bulup oradan uzaklaşırlar. Şehir dışında müşrikler tarafından yakalanıp sıkıştırılırlar ve Müslümanların yardımına koştukları şüphesiyle de sorguya alanırlar. Medine’ye gitmek dışında öyle bir maksatlarının olmadığını söyleyip savaşa katılmamak hususnda sözleşip ahitleştikten sonra serbest bırakılırlar.

Lakin doğruca, Bedir’de mevzilenmiş İslâm ordusu ile birlikte kendilerinden çok daha kalabalık ve donanımlı müşrik ordusunu beklemekte olan Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in huzur-u saadetlerine varırlar.

Cihad sevinci ile dolu oldukları aşikârdır.

Harbe katılmak istediklerini arz eder ve bunun için izin talep ederler.

Hazreti Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz onlara, göz hapsinden nasıl kurtulduklarını, nasıl geldiklerini sorar.

Onlar da olup biteni olduğu gibi anlatır…

Resul-i Ekrem ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz buyurur:

“Onlarla yapmış olduğunuz ahd-e vefa ediniz. Müşriklere karşı ALLAH’ın yardımı bize kâfidir!”

Onlar da Medine’ye doğru yola çıkarlar.

BİR KISSA BİN HİSSE

Yahudiler arasında, Îsâ düşmanı ve hıristiyanları yakıp yandıran zâlim bir padişah vardı. Hz. Mûsâ’nın devri geçmiş, nöbet sırası Îsâ’ya gelmişti. Buna rağmen Mûsâ dininin dayanağı ve sığınağıyım diye yüz binlerce mazlûm hıristiyan (mü’min) öldürttü.

Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki, hile ile suyu bile düğümlerdi. Dedi ki: “Padişahım! Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini gizlerler. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok. Din, misk ve öd ağacı değil ki kokusu çıksın. Sır, yüzlerce kılıf içinde gizlidir. Dışı, sana malûmdur ama içi aksine.”

Padişah: “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tedbirde bulunalım, çaresi ne? Ne yapalım ki dünyada hem açık hem de gizli din tutar bir hıristiyan kalmasın” dedi.

Vezir dedi ki: “Bana gazap ederek hüküm ver; kulağımı, elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır! Sonra beni darağacına gönder. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin ve beni kurtarsın. Bunu (herkesin görmesi ve işitmesi için) dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır. Ondan sonra da beni, Hristiyanların çok olduğu uzak bir şehre sür ki, onların arasına türlü türlü fitne salayım.”

“Onlara diyeyim ki: Ben gizli hıristiyanım. Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kastetti. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim ama benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü. Dedi ki: “Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere var. Ben, o pencereden halini gördüm; artık lâfını dinleyemem.”

Onun yahudicesine beni parça parça etmesinden kurtaran Îsâ’nın ruhaniyetinin imdat etmesidir.

Îsâ uğruna başımı veririm ve bunu canıma yüz binlerce minnet sayarım lakin Onun din bilgisine iyiden iyiye vâkıf olduğum için o pâk dinin cahiller arasında mahvolmasına hayıflanmaktayım sadece…

ALLAH’a, İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dinde yol gösterici olmuşuz. Belimize zünnar bağladığımızdan beri yahudiden de yahudilikten de kurtulmuşuz. Ey halk! Devir, Îsâ’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”

Vezir bu hileyi sayıp dökünce, padişahın gönlündeki endişe tamamiyle gidiverdi ve vezire, vezir ne dediyse aynısını yaptı. Onu hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü. Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.

Yüz binlerce hıristiyan, azar azar onun etrafına toplanmaya başladı.

O da onlara, İncil’in, zünnarın ve namazın sırlarını anlatmaktaydı. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için (kuşu tuzağa çekmek isteyen avcının yaptığı ötme taklidi gibi) ıslık ve tuzaktı.

Bu sebeple bazı Eshab, Hazreti Peygamber’den, azgın nefsin hilelerini sorarlar; “İbadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden neler karıştırır?” derlerdi. Kendilerini dindar göstererek aldatacaklara karşı nasıl korunacaklarını öğrenmek isterlerdi.

Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını sormazlar; “Apaçık ayıp hangisidir?” diye kötü huyları sorarlar ve aldıkları cevaplara mest ve hayran kalırlardı. Gülü kerevizden fark edercesine de nefsin hilelerini bilir, inceden inceye ayırt ederlerdi.

Hıristiyanlar o vezire adamakıllı gönül verdiler. Zaten câhil kişileri bir şeye inandırmak/onları aldatmak zor değildir ki… Kalplerine onun muhabbetini ektiler, onu Îsâ’nın halifesi bildiler. O ise hakikatte tek gözlü mel’ûn deccâldi.

Evet, hıristiyanlar vezire aldandılar aldanmasına amma bu aldanış beyhude değildi. Aldanmaya elverişli ve ham idiler. İyi ile kötüyü, gerçek ile sahteyi ayırt edecek bir olgunluğa sahip değil idiler.

Gerçi vezir, aldatmak için gereken her hileyi yapmış, onlara dört başı mamur bir mü’min gibi görünmüştü. Böylelerinin hilesinden ise bizleri ancak ALLAH’ın hidayet nuru kurtarır.

Bizler, çok kere ambara buğday biriktirmiş fakat buğdayları fareler tarafından aşırılmış ve bunun farkında olmayan kimseler gibiyiz. Bu sebeple insan, önce içine fare giremeyecek bir gönül inşa etmeli ve ambarı farelerden temizlemelidir.

Burada buğday da ambar da fare de padişah da birer misaldir. 

O vezirciğin yaratılışı hasettendi; onun için kulağını, burnunu kestirdi! O ümitle ki, haset iğnesinden akan zehirle mahzunları ve mazlumları tâ can evlerinden zehirleyebilsin…

O kâfir vezir, etrafına toplanan çok sayıda hıristiyanı “sûret-i hak’tan görünerek aldatmaya muvaffak oldu; “riya”nın “zülum”den bile kuvvetli tesire sahip olduğunu gösterdi.

Lâtif sözler söylemekte idi ama dinleyenlerin içine garez işlemekte idi. Gül sulu şerbeti zehirle içirmekte idi. Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, demekte; iç yüzü (özü) cana gevşeklik vermekteydi.

Manevi zevk ve anlayış sahibi olanlar,  o tatlı sözler içindeki acıyı hissetmiş/işin iç yüzünü anlamışlardı. Fakat aynı sözler, görünüşe aldananların boyunlarına birer halka olmuş, ona esir ve tabi olmalarına sebep olmuştu.

Vezir, padişahtan senelerce ayrı kalmış; bu müddet zarfında Hz. Îsâ’ya uyanların sığınak ve dayanağı olmuştu. Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarlamıştı. Onun emir ve hükmü önünde herkes can feda ediyordu.

O devirde, Îsâ kavminin on iki emîri vardı ve her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine, tamah yüzünden köle olmuştu. Bu on iki emîr ve kavimleri, o kötü sıfatlı vezire bağlanmışlardı. Hepsi, onun sözüne güvenmiş, onun gidişine uymuşlardı. O, ‘öl’ der demez her emîr hemen o anda ölüme atılırdı.

Padişahla vezir arasında haber gidip geliyor, ona gizliden gizliye güvence veriyor ve daha çok teşvik için diyordu ki: “Ey devletli vezirim, vakit geldi, içimi gamdan tez kurtar, işini tamamla.” Vezir de “Padişahım; işte şimdi Îsâ dinine fitne ve fesatlar salma demindeyim” diyordu.

Vezir, her emîrin adına birer tomar hazırladı. Her tomarın yazısı, başka bir meşrebe uygun yazılıydı. Her birinin hükmü başka bir çeşitti; baştan aşağıya kadar birbirlerinden farklı idiler.

Birinde riyazet ve açlık yolunu tövbenin rüknü, rücûnun şartı yapmış. Diğerinde “Riyazet faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti. Birinde demişti ki; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir. Tâ ki onlarla âczimizi görelim de Allah kudretini bilelim, anlayalım” demişti. Öbüründe, “Kendi âczini görme! Uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir. Kendi kudretini gör ki bu kudret O’ndandır.” demişti.

O Îsâ dinine düşman olan vezir bu tarzda, bu çeşitte on iki tomar hazırlamıştı.

[Hilede suya düğüm vuracak kadar usta olan bu vezirin tomarlara yazdığı sözler ve hükümler, tek hakikatin yalnız kendi tomarında yazılı olduğunu sandıracak kuvvette idi. Hakikati yalnız kendi tomarında sanan her emir, öteki tomarların gerçek olduğuna inanmayacak ve onlarla tam bir ihtilafa düşecekti. Maksadı da bu idi.]

Vezir de padişah gibi bilgisiz ve gafildi. İsa’nın dinini örselemekle hakikatte o dinin sahibi olan ALLAH ile savaşıyordu; bir anda bu âlem gibi yüz binler âlemi var eden kudret sahibi ile…

Dünya senin yanında uçsuz bucaksız olsa da, O’nun kudreti önünde yok bir zerre bil! Ona varmanın yolu, anlayışı ve düşünceyi keskinleştirmek, kurnazlıkta ustalaşmak değildir. Padişahın fazlı, düşkün olan, aczini ve haddini bilenden başkasını kabul etmez.

O vezir kendince başka bir hile daha kurdu. Vaaz ve nasihati bırakıp halvete girdi. Tabi’lerini yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı. Halk onun özlemiyle, halinden, sözünden ve sohbetinden uzak düştükleri için deliye döndüler. Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazetten iki büklüm olmuştu. Hepsi birden ”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma! Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın…” demişlerdi. Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok…”

Emirler rica ve şefaate, tabi’ler ise (kendilerini) kınamaya başladılar: “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışız, dinden de. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz. Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma! Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar? Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık! Ey zamanede nazîri olmayan zat! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”

Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri öğütlerin peşinde olanlar! Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu bağını çözün! O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır; bu kulak sağır olmadıkça o can/gönül kulağı sağırdır. Hissiz, kulaksız, fikirsiz olun ki “İrciî/Geri dön” hitabını işitesiniz!…”

Hepsi dediler ki: “Ey bahane arayan hakîm, bu cefayı bize reva görme! Hayvana takati derecesinde yük yükle. Zayıflara iktidarları nispetinde iş havale et! Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri (bütün olarak) yutabilir? Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil! Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister. Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur. Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar. Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehim verir. Söyleyen sen olunca, kulağımız, tamamiyle akıldan ibarettir. Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz.”

Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi, can ve gönülden dinleyiniz. Emin isem, emin adam ittiham edilmez/suçlanmaz; göğe yer desem bile! Eğer ben sırf kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor? Ben bu halvetten çıkmayacağım, çünkü kalp ahvali ile meşgulüm.”

Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, ayrılığından gözyaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu vahlar coşmakta! Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi… Fakat boyuna ağlar durur! Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden ey huyları güzel! Ey bizim canımıza can olan!”

Vezir içerden seslendi: “Ey tabi’ler, benden size şu malûm olsun ki Îsâ bana “Yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol; yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye haber verdi. Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok. Dostlar, elveda! Ben ölüyorum, yükümü dördüncü göğe iletiyorum ki, dünyanın ateşle dolu derinliklerinde bir odun gibi zahmetler ve meşakkatler içinde yanmayayım. Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, Îsâ’nın yanında oturacağım.”

Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi. Her birine “Îsâ dininde Allah vekili ve benim halifem sensin; öbür emîrler senin tâbilerindir. Îsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti. Hangi emîr baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvasına kalkışma. İste şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri… Bunu ümmete fasih bir tarzda oku!” dedi.

O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Allah dininde senden başka naib yoktur!” Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi. Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırı idi. Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı.

Ondan sonra kırk gün daha kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu. Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü. Halk onun yası içinde saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne öyle bir yığıldı ki, Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını ancak Allah bilir. Mezarın toprağını başlarına serptiler. Ayrılık derdini, dertlerine derman gördüler. Ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara bir ay yol verdiler.

Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey emirler! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir. Ki biz o zatı, vezirin yerine imam tanıyalım ve ona uyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim. Mademki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz yok. Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigâr kalması gerekir. Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan!

O emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti. Dedi ki: “İşte o zatın vekili; zamanede Îsâ halifesi benim. İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.” Öbür emîr de pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun dâvası da bunun dâvası gibiydi. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de yahudi kızgınlığı başladı. Diğer emîrler de birbirlerinin ardınca dâvaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler. Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler. Yüz binlerce hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepeler oldu. Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı.

O vezirin ektiği fitne tohumları/cazibeli sözlerle örmüş olduğu tuzak, o câhil ve görünüşe aldanan/manevi zevk ve anlayıştan yoksun tamahkârlara âfet kesilmişti.

***

Ey görünüşe aldanan!

Git de mânayı elde etmeye çalış! Çünkü mâna, sûretin kanadı gibidir!

Mâna ehli ile beraber bulun ki, hem âta/ihsan bulasın, hem de merd-i manevi olasın. Onları görmek bile kimyadır/şifadır. Bunun için âlimler: “Varis-i Resûl olan âlim, âlemlere rahmettir.” demişlerdir. Kaya ve mermer taşı bile olsan bir gönül ehline kavuşursan cevher haline gelirsin. Aklını başına al da bir gönül ehlinin sohbetiyle kalbine gıda ver.

***

İncil’de Hazret-i Mustafa’nın, seyyid’ül mürselin olan o bahr-i safanın adı ve vasıfları vardı. Şekli, şemâili, gazâları, oruç tutuşu ve yemek yiyişi yazılı idi. Nasara/hıristiyan taifesi, o nam ve hitaba gelince sevap olsun diye o mübarek ismi öperler; lâtif vasfa yüz sürerlerdi. Bahsettiğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan emin kaldılar. Ahmed ism-i şerifinin sığınağına sığındıkları için o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emin ve mahfuz olmuşlardı. Onların nesilleri de çoğaldı, Nûr-u Ahmedî yâr ve yâverleri oldu.

Hıristiyanlardan nâm-ı Ahmedî’yi gayr-ı muhterem tutan diğer bir gürûh, görüşü de, ilmi de uğursuz olan vezirin fitnesi yüzünden hor ve hakir oldular. Mânaları ters ve sözleri aykırı tomarların tesiriyle dinleri de fesâda uğradı, hükümleri de…

NAMAZ ve SEMÂ

Pek değerli kardeşimin malumu olsun ki: Namaz, İslâm’ın beş erkânından ikincisidir. Her ne kadar cüz’î ise de çok ibadetleri içinde toplayıcı/camidir. Ve bu camiiyyetten ötürü namaza küllîlik hükmü verilmiştir. Hakk Teâlâ’ya yaklaştıran ibadetlerin tümünden daha yüksektir.

Âlemlerin Efendisi’ne “sallallahu aleyhi ve sellem” rüyet nimeti/devleti, miraç gecesi cennette müyesser olmuş; bu dünyaya indikten sonra dahi bu hayata münasip bir şekilde namazda gerçekleşmiştir. Bu sebeple, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: “Namaz müminin miracıdır.” “Kulun, Rabbına en yakın olduğu an namazdadır.”

Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimize kâmil manada tabi olanlara ise anlatılan devletten/namazdaki rü’yetten bolca nasip vardır. Zira hakikî manada rüyet, bu dünya hayatında takat getirilecek bir şey değildir.

Eğer Allah-ü Teâlâ, namaz emri vermeseydi, maksudun yüzünden perdeyi kim kaldırabilir, maksuda ulaşmak yolunda taliplilerin delili ne olabilirdi?

Gamlı, kederlilere lezzet getiren namazdır. Uzaklık ve ayrılık eleminden hasta olanlara rahatlık getiren namazdır. Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin: “Beni rahata kavuştur, ya Bilâl!” emri bu manaya işarettir. “Gözümün nuru namazdadır.” manasındaki hadis-i şerif dahi anlatılan temenninin bir işaretidir.

Namazın haricinde ve namazın hakikatini anlamadan hasıl olan zevkler, vecdler, ilimler, marifetler, haller, makamlar, nurlar ve renkler, kalpteki telvin ve temkinler, keyfiyeti belli olan ve olmayan tecelliler ile vasıflanabilen ve vasıflanamayan zuhurâtların hemen hepsi birtakım zıller (gölgeler) ve suretlerdir (hakikatten mahrum, görünüşten ibarettir). Bunların menşei/kaynağı vehim ve hayaldir.

Namazın edası sırasında müyesser olan haller, namazın haricinde hâsıl olan bütün kemalâtın fevkinde/üstündedir. Zira o haller zıll/gölge ve suretten kurtulamamış, yüksek ve kıymetli olsalar da asldan nasip alamamışlardır. Amma, namazdaki haller böyle değildir; zira asıldan nasibi vardır. Asılla zıll, bir şey ile gölgesi/sureti arasında ne kadar fark varsa, namazdaki haller ile namaz dışındaki haller arasında o kadar fark vardır.

Namazın hakikatına şuurlu olan bir musalli/namaz kılan, namazını eda ettiği zaman, bu dünya hayatından çıkar, âhiret hayatına geçer. Bu vakitte hiç şüphe yok; âhirete mahsus olan devletten/nimetlerden bolca nasib alır; araya gölgesellik/hayal karışmaksızın asldan bir haz hâsıl olur. Zira dünya hayatındaki kemalât, gölgeden ve suretten ibarettir. Araya aks, zıllîyet karışmaksızın hasıl olan muamele, âhirete (âhiret nimetlerine) mahsustur. O halde zılden uzak olan asldan nasiplenmek için miraç mutlaka gerekmektedir ki o da mü’minlerin namazıdır.

Böyle bir nimet/devlet ancak bu ümmete mahsustur. Bu devletle müşerref olup saadet kazanmaları, ancak, Resulûllah’a tebaiyetleri yolundan olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm… Nitekim, Resulûllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz bu devlete ermek için dünya hayatından çıktı; miraç gecesi âhiret hayatına geçip cennete girdi.

***

Şu da müşahede edilen bir durumdur ki: Allah’ın inayeti ile ölüm anında hâsıl olan haller, namazdaki hallerin fevkinde/üstündedir. Zira ölüm, âhiret hallerinin mukaddimeleri arasındadır. Âhirete daha yakın olan, daha tamam ve daha mükemmeldir. Zira burada, suretin zuhuru vardır; orada ise hakikatin zuhuru… İkisi arasında o kadar çok fark var ki… Aynı şekilde, ALLAH’ın keremi ile, kabirde/küçük berzahta hâsıl olan haller, ölüm vakti hâsıl olan hallerin fevkindedir.

Büyük berzah olan Kıyamet günü müyesser olan haller kabir âleminin hallerine nisbetle daha yüksektir. Çünkü orada müşahede edilen daha tamam ve daha mükemmeldir.

Anlatılanların tümünün fevkinde bir müşahede makamı vardır ki, onun haberini Muhbir-i Sadık Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz vermiştir: “Allah’ın bir cenneti vardır ki orada ne huri bulunur, ne de köşkler… Rabbimiz orada tebessüm eder gibi tecelli eder (şekil, suret, zaman ve mekândan münezzeh olarak).”

Netice olarak, zuhur yerlerinin en aşağı derecede olanı dünya ve içindekilerdir. Onların tümünün fevkinde olan ise anlatılan cennettir. Hatta dünya, asla bir zuhur yeri olmamıştır. Dünyaya mahsus olan zıllerin zuhuru ve misallerin ayna olması, Fakir’e göre dünyalık işlerden sayılır. Bu zuhurata, isimlerin tecellisi veya sıfatların tecellisi ya da Zat’ın tecellisi denilmesi bir şeyi değiştirmez. Hakikatte imkân dairesine dahildir/mahlûklara ait şeylerdir.

Allah-ü Taâlâ, onların söylediklerinden yana, tam bir yüceliğe sahiptir.

Dünyayı baştan başa mülâhaza ettiğim zaman, onu sırf bir boşluk olarak görüyorum. Ondan, matlubun (maksûdun) kokusu hiç gelmiyor.

Hâsılı kelâm: Dünya âhiretin tarlasıdır. Orada matlubu aramak, nefsi boşuna yorup helak etmektir. Yahut, matlubun gayrını matlup sanmaktır. Pek çokları bu belaya müptelâ olmuşlar; rüya ile hayal ile tatmin olmuşlardır. Kendisinde asıldan yana bir şey bulunan ve bu vatanda, matlubun kokusunu veren ancak namazdır. Kalanı savrulup giden ağaç kabuklarıdır…

***

Bu taife/tasavvuf yolunda olan zümre içinde namazın hakikatına eremeyenler ve ona mahsus olan kemalâta vâkıf olamayanlar, marazlarına/manevi hastalıklarına başka işlerden ilâç arar duruma gelmişler; muradlarının hâsıl olması için çeşitli şeyler aramaya başlamışlardır. Hatta onlardan bir taife namazı halden uzak saymış; onu, uzaklaşma ve ayrılma olarak görmüşler ve benzeri muhal şeyler iddia etmişlerdir… Orucun, namazdan daha faziletli olduğunu sanmak gibi…

Namazın hakikatini anlamayan ve namaza mahsus kemâlâta vakıf olamayan bu taifeden bir topluluk dahi, ıstıraplarını teskin etmeyi nağmelerde, semâ yapmada, vecd ve tevacüdde (ki zevkte) aramışlar; matluplarına kavuşmayı, nağmeler perdesinin arkasında mütalaa etmeye başlamışlardır. Bunun için de, raksı ve hareketlenmeyi, kendilerine bir yol edinmişlerdir. Ne var ki onlar: “Allah’ın size haram etliği şeyde şifa yoktur.” manasına gelen hadis-i şerifi de duymuşlardır.

Evet,  boğulmakta olan, her ot köküne (kuvvetsiz, zayıf şeye) yapışır. Bir şeyi aşırı sevmek, sahibini kör ve sağır eder.

Eğer onlara, namazın hakikatından yana bir parça açılsa, zevk burunlarına ondan bir parça koku ulaşsaydı, semâ* ve nağmeye* meyletmezler; kat’iyyen, vecde (coşmaya) ve tevacüde (kendinden geçmeye) yönelmezlerdi.

Bir mısra:

Bulamayınca hakikatlerin yolunu,
Yol edindiler kendilerine oyunu.

Ey kardeş! Namaz ile nağmeler arasında ne kadar fark/uzaklık varsa, namazdan hasıl olan kemâlât ile nağmelerin sebep olduğu kamâlât/teessürat arasında o kadar fark/uzaklık vardır. Akıllı olana bu kadar işaret yeter. 

***

Bugün bu sözler, pek çoklarına ağır gelebilir. Akıl ve anlayışlarına uygun gelmeyebilir. Fakat marifetleri insaf ile ölçerler, şer’i ilimler ile karşılaştırırlarsa, hangisinin nebevi şeriata daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp şu uzak görme vartasından kurtulurlardı.

Görmezler mi ki bu fakir kitap ve risalelerinde tarikat ve hakikatin şeriatın hizmetçisi olduğunu; nebinin/peygamberin kendi velayeti de olsa nübüvvetin velayetten üstün olduğunu söylüyor. Velayet kemâlâtının nübüvvet kemâlâtı yanında hiçbir kıymetinin olmadığını yazıp duruyor.

Bu sözlerden maksat, Sübhan Hakk’ın nimetini izhardır. Tarikat taliplerini teşviktir. Yoksa kendimizi başkalarından üstün tutmak değil… Nefsini frenk gâvurundan efdal/üstün bilene (benlik/üstünlük davası yoluna girene) marifetullah haramdır.

***

Bu mektubu mütalaa ettikten sonra, namazın sırlarını öğrenmek ve onun hususî kemalâtını tahsil etmek için, sizde bir şevk zâhir olursa, bu şevk dahi sizi mustarip bir hale getirirse, istiharelerden sonra bu tarafa gelirsiniz. Böylece, ömrünüzün bir kısmını da namazın sırlarını öğrenmeye sarf etmiş olursunuz.

İrşad yoluna hidayet eden Hâdî Allah’tır.

Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa’yı bırakmayanlara..

Ona ve âline salât ve selâm..

**Nağme ve Semâ**

Bu kıymetli yolun üstünlüğü ve Nakşibendi tabakasının yüksekliği, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve çirkin bid’atlardan kaçınma sebebiyledir. Bu yüzden bu yüce tarikatın büyükleri cehri/açık zikirden kaçındılar, gizli zikri emrettiler. Semâ, raks, vecd ve tevâcüd (kendinden geçmek ve şuursuz hareket ve sözler) gibi Resûlullah’ın ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ ve Hulefa-i Raşidin’in devrinde olmayan şeylere engel oldular. Onların zamanında olmadığı için halvet (yalnız başına kalmak) ve erbain (kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak) yerine halk içinde halveti (halvet der-encümeni) tercih ettiler. Şüphesiz sünnete olan bu bağlılıkları büyük neticelerin elde edilmesini sağlamış; bid’atlardan sakınmalarından dolayı çok çok semerelere kavuşmuşlardır. Üstte anlatılan mana icabı olarak, başkalarının nihayetinde olan, bu zatların bidayetine derc edilmiş; bunlara mensub olmak dahi, bütün mensubiyetlerin üstünde olmuştur.

Bu zatların kelâmı, kalbî marazlara deva, nazarları manevî illetlere şifadır. Bunların güzel teveccühleri, talipleri iki cihanın yersiz alâkalarından alır. Bunların üstün himmetleri, müridleri bu imkân bataklığından (kötülükler ile manevî çukurlardan) alır; vücub zirvesine (ilâhî nimetlere) ulaştırır.

Pek güzeldir Nakşibendilerin yolculukları;
Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları..
Alır götürür sohbetleri, tüm vesveseleri;
Kalbinden müritlerin, pek güzeldir kerem şanları! 

Ancak, bu zamanda Nakşibendiye’ye anlatılan şekilde bağlılık anka kuşu gibi bir şey oldu. Perdelerin arkasına geçti; orada gizlenip kaldı. O kadar ki, bu büyük devleti bulamadıkları ve bu üstün nimeti kaybettikleri için bu Tabaka’dan bir cemaat çeşitli yollara sülûk etti. Nefis cevheri bulup almak yerine, buldukları çanak parçaları ile sevindiler.

Hatta onlar, son derece sıkıntı ve şaşkınlıktan, bu büyüklerin yollarını terk ettiler. Zaman zaman teselliyi cehrî zikir yapmakta arar oldular. Bazı zaman dahi, tatmin olmayı raksta, semâda ve dönmekte buldular.

Kendilerine celvette halvet müyesser olmayınca, erbainiyyatları tercih yoluna gittiler. Bu yaptıklarından daha acaibi: Böyle şe’ni bir bid’atı, bu mübarek bağlılık için bir tamamlayıcı ve tekmil edici sanmalarıdır. Böylesine bir tahribi, tamirden saymalarıdır.

Sübhan olan Yüce Allah onlara insaf versin. Onların ruh burunlarına, bu büyük zatların kemalâtından bir koku ulaştırsın. Ta ki: Böyle yeri olmayan şeylerle uğraşmayı bırakalar; Sad ve Nun Hakkı için… Nebi ve onun pek şerefli âli hürmetine… Ona ve diğerlerine salâtlar ve selâmlar.

Yukarıda anlatılan bid’atlerin yaygınlığı o hadde vardı ki; bu büyüklerin yollarının aslı kapandı. Böyle olunca da, büyüğü ve küçüğü, burada anlatılan bid’atları tercih etme yoluna koyuldular. Esas olan kadim yoldan yüz çevirdiler. Durum öyle hal aldı ki; şayet tarikat düşmanları, bu tarikatın, bid’ata sarılıp sünneti terk etmek olduğunu söyleseler, bu onlar için caiz olur/haksız sayılmazlar.

***

Bu yolun büyükleri, halleri ve vecdleri şer’i hükümlere tabi kılmışlar, ahkâm-ı şer’iyyeye uygun hale getirmişlerdir. Zevkleri ve marifetleri, dini ilimlerin hizmetçisi kabul etmişlerdir. Şer’i şerifin kıymetli cevherlerini, ceviz kadar değeri olan vecd ve muz kadar kıymeti olan hal ile asla değiştirmezler. Sûfilerin, şer’i şerife aykırı olan sözlerine aldanmazlar. Şer’an yasak edilen ve sünnet-i seniyyeye ters düşen şeyleri yaparak elde edilen halleri istemez, kabul etmezler. Bu yüzden semâ ve raksı caiz görmezler; sesli zikre yaklaşmazlar. Hâlleri, kazançları devamlıdır; vakitleri kesintisiz sürüp gider. Zatî tecelliler, başkalarına şimşek gibi çakıp geçse de bunlar için daimidir. Çabuk yok olan huzura hiç kıymet vermezler. Onların makamları, kazançları, geçici huzur ve tecellilerin çok üstündedir.

Hace Ahrar Hz. şöyle dedi: “Bu Silsile-i Aliyye’nin büyükleri, uçup oynayanlar, raks edip deveran edenlerle kıyas edilemez. Bunların halleri ve nisbetleri cidden çok büyüktür.”

***

Hangi tarikatta ki, nefse muhalefet fazladır; o, yolların en yakınıdır. Hiç şüphe edilmeye ki: Tarikat-ı Nakşibendiye’de nefse muhalefete riayet, diğer tarikatlara nazaran pek çoktur. Çünkü bu yolun büyükleri, azimetle ameli ihtiyâr edip ruhsat yolundan kaçınmışlardır. Malum bir durumdur ki: Gerek haramdan, gerekse fuzuli şeylerden sakınmak azimettir; her ikisine de riayet edilmektedir. Amma, ruhsat böyle değildir. Zira ruhsatta yalnız haramdan sakınmak vardır.

Burada ‘diğer tarikatlar erbabı katında da azimetin tercih edilmesi mümkündür’ denirse, derim ki: “Sair tarikatlarda semâ vardır; raks vardır. İş onlarda ruhsat haddine varır. Hem de birçok kaçamaklardan sonra… Azimet (mecali) bunun neresinde? Aynı şekilde, cehren yapılan zikirde, ruhsatın fevkinde bir şey tasavvur edilemez. Sair tarikatların meşayihi, kendi tarikatlarında, bazı sahih niyetlerle yeni işler ihdas etmişlerdir. Bu işlerdeki tashihin nihayetinde ise, ruhsat hükmü vardır. Ama bu Silsile-i Aliyye böyle değildir. Bunlar, kıl kadar olsa dahi, sünnete muhalefet olarak bir şeye cevaz vermezler.

***

Vecd ve semâ, (ruhsat yönü ile) şartlarına uygun gerçekleşse bile seyr-ü sülük yolunun başında olanlar için zararlı ve ilerlemelerine manidir. Çünkü yolun başında olanın vecdi bozuktur. Hal ve hareketlerine nefsani arzular karışmıştır. Başlangıçta olanlar yani müptediler, erbab-ı kulubdan (kalp erbabından) dahi değildir. Erbâb-i kulûb olanlar yoldakilerdir; müptedi ile müntehi arasında bulunurlar… Müntehi demek, yolun sonuna varan, fenâfillah ve bekâ billah makamlarına ulaşandır.

Hülâsa…    

Semâ, yolun ortasında olanlar ile yolun sonuna varmış olanların bir kısmı için (ihtiyaç ve ruhsat yönü ile) caiz olabilir. Lâkin şunun bilinmesi gerekir ki: Erbab-ı kulubun semâya olan ihtiyacı mutlak değildir. Ancak bunlar arasında, henüz cezbe devleti ile müşerref olmayıp da seyr-ü sülük mertebelerini riyazet ve ağır mücahedeler ile kat edenler için semâ imdada gelir ve onlara yardımcı olur. Amma erbab-ı kulub, cezbelilerden (meczuplar zümresinden) ise seyr-ü sülük mertebelerini kat etmeleri cezbenin yardımı ile olacaktır. İşte bunlar, semâya muhtaç değillerdir.

Şunun da bilinmesi gerekir ki; semânın faydası, cezbeli olmayan erbab-ı kulub için de mutlak değildir. Bundan faydalanmaları, bazı şartlara bağlıdır. O şartlar olmadan olmaz; o zaman iş boş olur, savrulup giden kuru ağaç kabuklarına döner. Bu şartlar cümlesindendir ki: Nefsinin kemal bulduğuna, kemale erdiğine itikad etmeye… Eğer nefsinin tamam olduğuna itikad ederse, engel olur/mahpus kalır.

Evet, hali yukarıda anlatıldığı gibi olana semâ, urucdan/yükselmeden yana bir şey getirir. Ama semâ vaktinde çıktığı makamdan, sükûnet bulduktan sonra düşer.

Halleri istikamet üzere olan büyüklerin kitaplarında, semânın beyan edilen şartları vardır ki; onların pek çoğu, bu zamanın adamlarının çoğunda yoktur. O eserlerden biri de Avarif’ül-Maarif adlı kitaptır: “Bu zamanda şayi/yaygın olan semâ, şu anlarda alışılmış olan içtima hiç şüphe edilmeye ki muzırdır/zararlıdır ve engelleyicidir; hem de katıksız. Onda uruc için hiç bir ümit/ihtimal yoktur. Onunla yükselme ve ilerleme dahi tasavvur edilemez. O mahalde semânın yardımı yoktur; amma o mahfilde semânın zararı mevcuttur.”

***

Soru: Güzel sesle Kur’an Kerîm, naat (ilâhi/kaside) ve mevlid okumakta ne gibi bir sakınca/zorluk vardır?

Cevap: Bu hususta yasak olan odur ki, Kur’an harfleri tahrif ve tağyir edilir. Bir de, yasak olan nağme vezinlerine uyup makam tutturmak için sesi alçaltıp yükseltmektir. Bir de buna uygun düşen el çırpması eklenir ise… Kaldı ki, böyle bir şey şiirde dahi yakışık alan mubah cinsi değildir.

Bu hususta yasak olan odur ki, Kur’an harflerini değiştirmek, nağme ölçülerine riayet ederek okumak, besteli bir şekilde sesi titretmek, alçaltıp yükseltmek ve besteye uygun bir şekilde el çırpmak yasaklanmıştır. Bu tür şeyler şiirde bile mubah değildir.

Şayet, üstte anlatılan mahzurlar olmadan, iyi niyetle kasideler okurlarsa ve Kur’an harflerine bir tahrif gelmeyecek şekilde okurlarsa, bu durumda ne gibi bir mani olabilir?

Ey mahdum!

Bu yol tamamen kapatılmadıkça, heveskârlar bir türlü vazgeçmezler. Şayet aza cevaz verecek olsak, iş çoğa varır. Nitekim ‘azı çoğa götürür’ sözü meşhurdur.

***

Allah-ü Taâlâ’nın şu kavli, ğınadan (çalgılı türkü şarkıdan)  men etmek için gelmiştir: “İnsanlar arasında; bilgisizce, Allah yolundan saptırmak ve bir eğlence için boş lafa müşteri çıkan adam vardır.” (31/6)

İbn-i Abbas’ın talebesi ve tabiinin büyüklerinden Mücahid şöyle dedi: “Bu âyet-i kerimede geçen Lehv’el-hadis (boş laf) ğınadır.” Bu manada, Medarik’te ise şöyle geçer: Uydurma kıssa ve ğınadır. İbn-i Abbas ve Ibn-i Mes’ud dahi yemin ederek dediler ki: “Bunun manası, ğınadır.”

Mücahid “O kimseler ki; kötü söze şahitlik etmezler…” (25/72) âyet-i kerimesinin manasında şöyle dedi: “Yani ğına meclisinde hazır olmazlar.”

Hidayet imamlarından Ebu Mansur Matüridî’nin şöyle dediği nakledilir: “Zamanımızın Kur’an okuyanlarından birine, (tecvid ile değil de nağmeli bir ses ile) Kur’an okurken, güzel ettin, ne güzel okudun, diyen küfre girer, karısı kendisinden boş olur. Allah-ü Taâlâ, onun bütün hasenatını iptal eder.

Kadı Zahirüddin’in, Ebu Debusi’den naklen şöyle dediği anlatıldı: “Bir kimse, şarkıcıdan ğına ya da haram olan bir fiil görse; bunu da inanarak veya inanmayarak güzel kabul etse; derhal mürted olur. Zira: Şer’i şerifin hükmünü batıl saymış olur.”

Bir kimse, şeriat hükmünü batıl sayarsa, bütün müçtehitler katında o mümin değildir. Allah-ü Taâlâ, onun taatını kabul etmez. Bütün iyiliklerini iptal eder. Allah-ü Taâlâ, bu gibi şeylerden bizi korusun.

Ğınanın haram oluşu hakkında âyetler ve hadisler cidden çoktur. O kadar ki, onları saymak zordur.

Durum anlatıldığı gibi olunca, bir şahıs, ğınanın mubahlığı üzerine mensuh bir hadis veya (hükümsüz) bir fetva anlatırsa, buna itibar edilmez. Zira vakitlerin hiç birinde, fakihlerden hiç bir fakih, ğınanın mubah olduğu hakkında fetva vermemiştir. Raks edip ayak vurmaya cevaz vermemiştir. Nitekim bunlar, İmam-ü Hümam Ziyaeddin Sami’nin Multakat risalesinde anlatılmıştır.

Sofiyenin amelleri, helâl ve haram işinde senet değildir. Onları mazur görmemiz yetmez. Onları ayıplamayız; işlerini Allah’a ısmarlarız.

Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin.. Şibli’nin ve Ebu Hüseyin Nuri’nin ameli değil..

Bugün, kusurlu sofiye, semâ ve raksı, dinleri ve şeriatleri haline getirmişler, onu taatları ve ibadetleri gibi tutmuşlardır. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir: «Onlar öyle kimselerdir ki; dinlerini bir oyun ve bir eğlence haline getirmişlerdir.» (7/51)

Yukarıda anlatılan rivayetlerden bilinmiş oldu ki: Bir kimse, haram bir fiili güzel kabul ederse, İslâm zümresinden çıkar. Mürted olur.

Bunun üzerine, semâ ve raks meclisine tazim etmenin; hatta, onu taat ve ibadet haline getirmenin şenaatini düşünmelidir..

Allah’a hamd ve şükürler olsun.. Meşayihimiz bu gibi işlere müptelâ olmamıştır. Bizim gibi uyanlarını dahi, o gibi şeylere uymaktan halâs ettiler..

***

Duyuyoruz ki, mahdumlar semâya meylediyorlarmış; cuma geceleri, semâ ve kaside meclisi kuruyorlarmış. Arkadaşların pek çoğu da buna muvafakat ediyorlarmış..

Hayret, bin defa hayret..

Diğer silsilelerin müridleri, bu işi ancak kendi şeyhlerini esas alarak yaparlar. Bu işte hak üzere olmasalar da, şeriatın haram kıldığı bir şeye bu sebeple haram değil diyorlar. Peki, bu işi yaparken bizim arkadaşların mazereti nedir?. Bir tarafı ile şer’an haram olan bir şeyi işlerken diğer taraftan ise tarikat şeyhlerinin uygulamalarına aykırı davranıyorlar. Böyle olunca, bu fiilden ne şeriat ehli razı olmakta; ne de tarikat ehli..

Böyle bir şey ne şeriatın ölçülerine uygundur, ne de tarikatın esaslarına… Kaldı ki bu iş, şer’i ölçülere aykırı olmasa, sadece tarikatta yeni bir şeyin ihdası olsa dahi, yine şen’idir, çok çirkindir. Bununla, şeriatta haram olan bir şeyin irtikâbının bir araya geldiği zaman, olacağı düşünmeli…

Mektubat-ı Rabbani

‘BİR YAPRAK BİLE’

O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez…
Arz’ın karanlıklarındaki tek bir tane, yaş ve kuru herşey Kitâb-ı Mubîn’dedir.
(Ayet-i Kerime Meâli)

Hazreti Musa aleyhi’s-selam’ın: “Ya Rabbi, hikmet ve adaletinin gizli tecellilerinden bana da bir şule göster” niyazına, Hakk Teâlâ Hazretleri “Falan sahradaki çeşmeyi, görülmeyecek bir yerden seyret”  hitabıyla mukabele buyurur.

Hazreti Musa aleyhi’s-selam sahraya varır, çeşmenin yakınındaki bir ağacın altında ibadetini yaptıktan sonra, beklemeye koyulur.  

Sahranın bir ucundan atlı bir gencin çeşmeye doğru geldiğini görür. Çeşme başına gelen genç atından iner. Su içmek için eğildiğinde boynundaki altın kesesini ıslanmasın diye çıkarır ve çeşme başına bırakır. Suyunu içtikten sonra atına atlayarak yoluna devam eder fakat altın kesesini koyduğu yerden almayı unutur.

Biraz sonra suyun başına bir çocuk gelir. Tam su içecekken altın kesesini fark eder ve hiç düşünmeden keseyi alıp oradan uzaklaşır.

Altın kesesini su başında unutan adam keseyi almak için çeşmeye doğru yaklaşmaktadır.

O esnada çeşme başına inleye inleye yaşlı bir adam gelmiş; suyunu içip dinlenmektedir.

Keseyi bıraktığı yerde bulamayan atlı onun aldığını düşünerek ihtiyara: “Altınlar nerede?” der ve onu sıkıştırır. İhtiyar almadığına dair her ne kadar yemin etse de onu inandıramaz. İyice sinirlenen delikanlı belinden kılıcını çektiği gibi ihtiyarı oracıkta öldürür. Üzerini ararsa da bir şey bulamaz ve yoluna devam eder.

Olanı biteni seyreden Hz. Musa ‘aleyhi’s-selam’ hayretle hadisenin hikmetini öğrenmek için: “Yaptığından sual olunmaz olan Allah’ım!  Azamet ve Kibriyan hakkı için bu işin hikmetinden beni haberdar et!” diye dua eder. Hakk Teâlâ Hazretleri, Hz. Cebrail’i gönderir; hadisedeki hikmet ve adaleti açıklamasını emreder. O da teker teker anlatır:

“Ya Musa! Çeşme başına altınları bırakan gencin babası, altınları alan çocuğun babasının malını gasp etmiş, hakkını yemişti. Çocuğun aldığı bir kese altın babasının hakkı olup miras yolu ile delikanlıya kalmıştı. O ihtiyar adam ise genç iken, altınları çeşme başında unutan gencin babasını öldürmüştü. O da babasının katilini öldürerek kısası yerine getirmiş oldu.”

*    *    *

Hak ve adalet seneler, nesiller veya âlemler sonra tecelli ediyor gibi gözükse de, ALLAH indinde zaman söz konusu olmadığı için ‘an’da tecelli eder.

İşte böyledir.

*    *    *

Kula bela gelmez, Hakk yazmayınca;
Hakk bela vermez, kul azmayınca.
Hakk kulundan bedeli yine kul ile alır,
İlm-i ledün bilmeyenler, onu kul yaptı sanır.
Cümle eşya Halık’ındır, kul eliyle işlenir,
Emr-i Bari olmayınca, sanma bir çöp deprenir.