Etiket arşivi: tasavvuf

HER ŞEY AŞİKÂR

Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz bir sabah Zeyd’e: “Ey sâfalı refik, bugün nasılsın, nasıl sabahladın?” dedi.

“Ya Resûlellah, Mümin bir kul olarak” deyince “İman bağın yeşermiş, çiçekler açmışsa nişanesi nerede?” dedi.

Zeyd dedi ki: “Gündüzleri susuz geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım. Mızrak ucu kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim.

O tarafta bütün milletler bir olduğu gibi yüz binlerce yılla bir saat aynı… Ezelle ebedin birliği vardır orada. Fakat akıl için o tarafa yol yoktur.”

Buyurdu ki: “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışına uygun hediyen nerede? Getir bakalım!”

Dedi: “Halk, gökyüzünü nasıl görüyorsa ben de arşı, arştakilerle birlikte öyle görüyorum. Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem apaçık ve meydanda.

Değirmende buğdayı arpadan ayırt eder gibi insanları teker teker tanıyor, ayırt ediyorum. Kimin cennetlik (said) kimin  cehennemlik (şakî) olduğu bana yılanla balık gibi aşikâr.

“O gün (Kıyamet günü), bazı yüzler ak olur, bazıları kara…” sırrı, şimdiden meydana çıktı.

Can, bundan önce de ayıplarla dolu idi lâkin ana rahminde idi, halâikden (yaratılmışlardan) gizli idi. 

Doğmadıkça anlamak, âlemdeki müşkül işlerdendir. Çünkü henüz doğmamış çocuğun nasıl olduğunu bilen azdır; ALLAH’ın nuruyla bakıp gören hariç. Böyle olan zat, bâtına da nüfuz edebilir.

Ya Resûlellah, halkın ahvâli bana aşikârdır, gizli değildir. Kadın erkek hepsini, kıyamet günündeki gibi apaçık görüyorum. Şimdi söyleyeyim mi, yoksa soluğumu tutup susayım mı?”

Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yeter diye dudağını ısırdı.

“Ya Resûlellah, yeniden dirilişin sırrını söyleyeyim de bugün âlemde neşri izhar edeyim mi? Müsaade buyur da, halkın gözündeki gaflet perdelerini yırtayım. Nûr-i irfanım güneş gibi parlasın; ta ki o nurdan güneşe kusûf gelsin.  Hurma ağacı (gibi meyveliler) ile söğüt ağacını (meyvesizleri) göstereyim.

Kıyametin sırrını açayım; halis altın para ile ayarı bozuk parayı izhar edeyim.

Elleri kesilmiş olduğu halde Eshab-ı Şimal-ı (sol yandakileri), küfür ve nifak renklerini meydana koyayım… Tutulmayan ve nuru eksilmeyen bir kâmerin ziyasında yedi nifak deliğini göstereyim… Şakîlerin ahirette giydiği pırtıl elbiselerini (paçavraları) göstereyim. Peygamberlerin haşmetlerini, davetlerindeki hakikati duyurayım.

Ortada olan cehennemi, cennetleri, ikisinin arasındaki berzah ile a’raf’ı kâfirlerin gözleri önüne sereyim.

Kevser Havuzu’nun coşmakta olduğunu; suyunun, cennetliklerin yüzlerine vurmakta, “iç, iç!” diye seslenmekte ve bu sesin de kulaklarına gelmekte olduğunu göstereyim… Susuzluk içinde onun çevresinde dönüp duranları da…

Omuzları omuzuma sürtünmekte, haykırışları kulağıma gelmekte…

İşte gözümün önünde… Cennet ehli, şevkle birbirlerini kucaklamışlar; birbirlerinin ellerini ziyaret edip musafahada bulunuyor, dudaklarından buseler yağdırıyorlar.

Şu kulağım, aşağılık kimselerin hasret naralarından, “ah, ah” diye bağrışmalarından sağır oldu.

Bu söylediklerim ancak işaretlerdir. Daha derin söylerim ama Resül’ü incitmekten, azarlamasından korkuyorum.”

Zeyd böylece kendisinden geçmiş (manevî sarhoş) bir vaziyette söyleyip duruyordu. Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yakasını büktü. Buyurdu ki: “Kendine gel, yuları çek, atın pek hararetlendi!. “Lâ-yestahyî / ALLAH haya etmez” hükmünün aksi vurdu, utanma ortadan kalktı. 

Aynan kılıftan çıktı.

Ayna ile terazi yalan söyler mi? Ayna ile terazi, kimse incinmesin, utanmasın diye sözünü saklar mı? Ayna ile teraziye (sırrı saklasın ya da fazla göstersin diye) yüzlerce yıl hizmet etsen bile onlar yine doğrucu ve kadri yüce mihenkler, ölçütlerdir.

Onlar sana “Kendini maskara etme; ayna ile terazi nerede, hile, düzen nerede? ALLAH, hakikatlerin bizim vasıtamızla anlaşılması için kadrimizi yüceltti. Eğer bu doğruluğumuz olmasaydı, hakikati olduğu gibi göstermeseydik ne değerimiz olurdu?” derler. 

Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki tecelli gibi tecelli vurduysa bile yine de aynayı koynuna koy!”

Ya Resûlellah, “ALLAH güneşi, ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı? Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.

Resûlellah buyurdu ki: “Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu, dünyayı güneşsiz görürsün. Bir parmak bile, aya perde oluyor. İste bu Padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.

Bu sözün sonu yok!

Zeyd, kalk da söz söyleme Burak’ına gem vur! Söz söylemek kabiliyeti, ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar.

ALLAH, bir süre gaybı dilemiştir. Sen de davulcu yolunu kapa; atını hızlı sürme, yuları çek. Sırların gizli kalması, herkesin kendi zannınca mesrur olması daha iyi… 

Cenab-ı Hakk, rahmetinden ümitsiz olanların da ibadetinden yüz çevirmemelerini ister. Onların da ibadetiyle şereflenmelerini, o ümidin peşinde koşup durmalarını ister… Merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki, o rahmet, herkesin üzerinde parlasın. İster ki, her bey, her esir, ümit ve korkuyla Kendisinden çekinsin. Herkes bu perdenin ardında beslenip yetişsin. Ümit ve korku perdesini yırttın mı, gayb, bütün şâşâasıyla ortaya çıkar.”

Mesnevi-i Şerif

KADER VE HİMMET

Bu fakir fâni Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî Osmanî’den, fakirlerin sığınağı ve vezirlerin büyüğüne (Akka eyâleti valisi Abdullah Paşa’ya) ‘ALLAH-u Teâlâ inayetiyle onu devamlı korusun ve maksatlarına kavuştursun!’

Çocuğunuzun olması hususunda bizden mübalağa ile yardım istemeniz ve buna inancınızın kuvvetli olduğunu ihtiva eden mektubunuz geldi. Sizin için birkaç kere dua ettim.

Himmete gelince, ben himmet ehli değilim. Kabul edelim ki himmet ehliyim, o zaman himmet, ancak istenen şeyin kazâ-i muallak olarak göründüğü zaman kullanılır. Bid’at ve şüphelerin yayılması sebebi ile basiretimizin körlüğünden ötürü, matlubumuzun kâzâ-i muallak (değişebilen) olup olmadığı henüz anlaşılamadı.

Kâzâ-i mübremin Peygamberlerin himmetleri ile dahi red olunduğuna (geri çevirildiğine) inanmak caiz değildir. Nerede kaldı ki, evliyanın himmetiyle red olunsun. Levh-i mahfuzda veya evliyanın keşfinde kâzâ-i muallak olduğu görülmese de, red olunanların (değiştirilenlerin) hepsi kâzâ-i muallaktır. Red olunmayanlar (değiştirilemeyenler) kâzâ-i mübremdir.

Bir şeyin olmasındaki ibrâm (red olunamazlık) demek, kesin olarak kimsenin onu çevirmemesi ve bir başka hale döndürmemesi demektir. Eğer çevrilmesi düşünülürse, bir takım muhaller ortaya çıkar:

ALLAH-u Teâlâ acîz kılınmış olur. Şöyle ki, ALLAH-u Teâlâ kesin olarak bir şeyi diliyor. Bir başkası onu değiştiriyor.

ALLAH-u Teâlâ’nın sözü yalanlanmış olur. Çünkü ALLAH-u Teâlâ ezelde bu iş muhakkak olacaktır diye hükm etti. Eğer meydana gelmeyeceği farz olunsa idi, mübrem olmazdı.

ALLAH-u Teâlâ’ya cehl isnad edilmiş olur. Çünkü ALLAH-u Teâlâ bunu hiç kimsenin red etmeyeceğini bilmiştir. Şimdi ise, O’nun bildiğinin hilafı olmaktadır. Bu ise ALLAH-u Teâlâ’nın mukaddes şanına lâyık değildir. Hatta kesin olarak deriz ki, ALLAH-u Teâlâ’nın iradesinin muhakkak olmasını dilediği şeyin, onu bozan bir şeye bağlanması câiz değildir. Çünkü iradesi zaten (asli bakımdan) muhal olana bağlanmaz. Nitekim yerinde geçmişti. ALLAH-u Teâlâ’ya noksanlık getiren her şey zâtî bakımdan (asl olarak) muhal demektir.

Gavs-ı azamın talebelerinden bir kaçı, ALLAH-u Teâlâ’nın onun hürmetine kâzâ-i mübremi red ettiğini (geri çevirdiğini) nakl etmişlerdir. Bu sözleri, bu ibare ile sabit değildir. Sabit olduğunu farz edersek ki şâyî olan da budur -veli, meşru olmayan bir şeyi söylemesinde, sekr ve mahv (fenâ) halinde olduğu için mazur görülür. Başkasının o veliyi taklit etmesi, şuuru yerinde ve uyanık halde olduğu için câiz değildir. Teklif (mükellef olmak) hiç kimseden sâkıt olmaz. Ancak şeriatin hariç tuttukları varsa, onlar hariç… Bunun gibi keşifteki hatalar, içtihattaki hatalar gibi olup, sahibi mazurdur.

Levh-i mahfuzda bazan kazâ-i muallak, ta’lîksiz (şartsız) yazılı olur da, keşif ehli, levhde ta’lîki görmediği için bunu mübrem zanneder ve bunu kazâ-i mübrem olarak haber verir. Ona göre bu doğrudur. ALLAH-u Teâlâ’nın ilminde muallak olmasına rağmen, onu mübrem olarak görmüştür.

Kazâ-i muallak iki kısımdır. Birincisi ALLAH-u Teâlâ’nın ilminde ve levh-i mahfuzda muallaktır. İkincisi, ilm-i ilahide muallaktır, levh-i mahfuzda mübremdir. Yukarıda bildirilen Gavsul azamın kazâ-i mübremi değiştirme rivayeti, bu ikinci kısım kazâ-i muallaktandır. Bunun benzerleri başka velilerde de görülmüştür.

Evliyayı inkâr etmekten sakınmak vacip olduğu gibi onlara itikatta taşkınlık yapmaktan da kaçınmak vaciptir. Zira bu taşkınlık itikadın farzına dokunabilir. Bu da evliyaya hüsn-i zanda ifrada kaçanlarda çok görülmüştür.

Şeytanın hile ve tuzakları çoktur.

ALLAH-u Teâlâ bir kimsenin bir şeyhten feyz almasını murad ederse, ona o şeyhi kemâlinin fevkinde gösterir. İsmail Enârânî’nin bizim hakkımızdaki medh edici sözlerine bakmayınız. Yemin ederim ki ben, onun hakkımızdaki düşündüklerinden çok aşağıdayım. O bu sözleri bilerek söylemiyor. (Muhabbetten söylüyor.)

Salât ve selâmın en üstünü beşîr ve nezîr olan Peygamber Efendimiz’e ve O’nun âl ve ashabı üzerine olsun!

Mektubat-ı Halidî

*****     *****     *****

Kaza iki kısımdır: biri kaza-i muallak, diğeri kaza-i mübremdir.

Tebdil (değişme) ve tağyir (başkalaşma, bozulma) ihtimali, ancak kaza-i muallaktadır. Kaza-i mübremde tebdilin ve tağyirin yeri yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh ALLAH şöyle buyurdu: «Benim katımda söz tebdil olmaz (değiştirilmez)..» (50/29)

Bu âyet-i kerimede belirtilen mübrem kazadır. Kaza-i muallak için de şöyle buyurdu: «ALLAH, dilediği şeyi imha eder (siler), dilediğini isbat eder (sabit bırakır).. Ümm’ül-Kitab O’nun katındadır..» (13/39)

***

Manevi kıblem, Hazret-i Şeyhim ‘Allah sırrının kudsiyetini artırsın’, şöyle anlattı: Seyyid Muhyiddin Abdülkadir Geylânî bir risalelerinde yazmış ki: “Hiç kimsenin mübrem kazayı değiştirmeye imkânı yoktur, ancak ben; zira istersem onda tasarruf ederim.”

(Şeyhim) Çok kere bu cümleden taaccüp eder ve böyle bir şeyi uzak görürdü. Uzun müddetten beri bu nakil, bu fakirin zihninde kaldı, ta ki Allah-u Teâlâ beni şu büyük devletle şereflendirene kadar. Ki o zaman, bazı dostlara yönelen belâların define çabalıyordum. İşte o zaman bana, tam bir iltica ve tam bir tazarru, ibtihal ve tam bir huşu hali gelmişti. Bundan sonra, bana zuhur etti ki: “Bu kaza, bir başka emirle, Levh-ü Mahfuz’da muallak olmaktan çıkmıştır. Hiç bir şarta dahi bağlı değildir.”

Bunun üzerine, bende bir ye’s ve eliboşluk hali hâsıl oldu. O zaman da, Seyyid Abdülkadir Geylânî’nin (ALLAH sırrının kudsiyetini artırsın) kelâmı hatırıma geldi. Tekrar ikinci defa, Yüce ALLAH’a iltica ettim. Acz, inkisar izharı yoluna girerek o Yüce Zat’a teveccüh ettim.

Bunun üzerine, Allah-u Teâlâ, şu manayı izhar eyledi:

Kaza-ı Muallak iki çeşittir: Biri, Levh-i Mahfuz’da bir şarta (sebebe) bağlı olduğu açıktır ve melekler de ona muttali kılınmıştır. Diğeri de, bir şeye bağlandığı sadece Hakk Sühanehu tarafından bilinen kazadır (bununla alakalı olanlar yalnız Hakk katındadır). Ama bunun Levh-i Mahfuz’da zuhuru (görünmesi), mübrem kaza şeklindedir. Bunun zuhur etmeyen, yalnız Hakk Sübhanehu tarafından bilinen kısmı kaza-i muallak olup birincisi gibi, değişme ihtimali vardır.

Bunun üzerine anladım ki, Abdülkadir Geylânî’nin kelâmı (Allah sırrının kudsiyetini artırsın) bu mübrem şeklinde görülen muallak kazaya göre sarf edilmiştir (söylenmiştir). Hakikî manadaki mübrem kazaya göre değildir. Çünkü onda tebdil ve tasarruf, şer’an ve aklen muhaldir. Bu da açık bir manadır.

Gerçek mana şu ki: Bu kazanın hakikatına dahi, pek az ferdin ittilaı (haberi) vardır; tasarruf nasıl olsun?.

Adı geçen kardeşe yönelen belânın dahi ikinci kısma ait olduğunu buldum. Ve Allah-u Teâlâ’nın ondan o belâyı def ettiği de malum oldu.

Allah’a hamd olsun. Hem de güzel, temiz ve onda bereketler bulunan bir hamd… Rabbimiz nasıl sevip razı olursa öyle..

Salât, selâm ve tahiyyet Seyyid’ül-evvelin vel-âhirin, Hatem’ül-enbiya vel-mürselin üzerine olsun! Allah-u Teâlâ, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Keza onun âline, ashabına, mukarreb meleklerden, salihlerden, şehidlerden, sıddıklardan, nebilerden bütün kardeşlerine..

Allahım, bizi onları sevenlerden eyle! Onların izinde gidenlerden eyle! O büyük zatların bereketi ile…

Bu duaya “Âmin!” diyen kula ALLAH rahmet eylesin!

Mektubat-ı Rabbani

*****     *****     *****

Kesin olan ve itimadı hak eden şudur: Kur’an ve hadis.. Bunlar kesin vahiy ile sabittir. Melek nüzulü ile tekarrur etmiştir. İcma-ı ulema, müçtehidlerin içtihadı bu iki asla dayanır. Bundan sonra gelen usul-u erbaa, her ne olursa olsun; anlatılan esaslara muvafık ise, makbuldür. Aksi halde makbul değildir. İsterse, onlar; sofiyenin ilimlerinden, üstün maarifinden, güzel ilham ve keşiflerinden olsun. Çünkü bu makamda, vecd ve hal yarım arpa bile etmez; yani: Şeriat terazisi ile tartılmadıkça… Kitap ve sünnet mihekine vurulmadıkça, onlar yarım danık yerine dahi kabul edilmez..

Mektubat-ı Rabbani

*****     *****     *****

Himmetler (eşyada ALLAH’ın izni ile etkili olan manevi kuvvetler) ne kadar ileri, istekler ne kadar yüksek olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ın kader surlarını aşamaz.

Hikem-ül Ataiyye

SEYR-U SÛLÜK

Ey ma’rifetullaha tâlib olan! ALLAH cümlemizi buna muvaffak kılsın!

Bilesin ki, Sâdât-ı Nakşibendiye hazerâtının i’tikâdı ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdıdır. Tarîklarının esası şeriat-ı mutahharanın ahkâmını muhafaza etmektir. Bu yoldaki seyyidlerimizden müceddid-i elf-i sânî olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, şeriat ahkâmına riâyet husûsunda buyurmuştur ki: “Bilesin, âdâbdan velevki bir edebi muhâfaza, mekruhlardan velev ki tenzihi olsun bir mekruhu terketmek, zikirden, tefekkürden, murâkabe ve teveccühten çok daha efdaldir.”

Evet bütün bu zikir, fikir, murâkabe ve teveccüh; şeriat-ı mutahharanın ahkâmına riâyetle beraber bir kimsede toplanırsa nurun-alâ nurdur. O kimse hakikaten büyük bir kurtuluşa ermiştir. Ama bu da insanın yaratılış gayesi olan ibâdet ve ubûdiyyete ihlâsla devam etmeksizin asla hâsıl olmaz.

İnsanın aşk ve muhabbet sahibi olması asıl maksatlardan olmayıp, ubûdiyyet makamına vasıl olmak için bir vesiledir. Bunun için insan mâsivâ ile alâkasını kesmedikçe ALLAH’a hakikaten kul oldum diyemez.

Bu yolda aşk ve mahabbet, kulun mâsivâdan alâkasını kesmesine vesiledir. Onun içindir ki ubûdiyyet, velâyet mertebelerinin en yükseğidir. Ve velâyet dereceleri içinde ubûdiyyet / kulluk makamından yüksek bir makam yoktur.

Bu makâmdan düşmemenin tek şartı da ibâdete ihlâsla devam etmektir.

İbâdet insana her an kendini ALLAH’ın huzurunda bilme şuurunu kazandırır. Bu sebeple kulun, tam istifade edebilmesi için ibâdet ânında ALLAH’tan gayriyle alâkayı kesmesi ve ALLAH’ın huzurunda olmanın haşyetini duyması lâzımdır. Bu büyük saâdet de, ancak ALLAH’ın lütfu ile kulun kalbinde ibâdet şevki olmasıyle kazanılır. Bunu kazanmak için en sağlam yol da, o aşka sahip bir şeyh-i kâmilin sohbetine (ve terbiyesine) devâm etmektir.

Şeyh Ebu Ali ed-Dekkak ‘kuddise sirruh’ demiştir ki: “Kendi başına biten ağacın meyvesi olmaz; olsa da tatsız olur. Sünnetullah her şeyi bir sebebe bağlamak üzere câridir. Nasıl ki baba ve ana olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir Mürşid- i Kâmil’in terbiyesine girmeden yeni bir âleme doğuşta bir çok özürler, sürçmeler ve yıkılmalar olabilir.”

Er-Risâletü’l-Mekkiyye adlı eserde, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” denmiştir.

El-hadîkatü’n-Nediyye kitâbında mezkûrdur ki: “Kalb-i selîme ve huzur-u ilâhide olmanın haşyetine sahip olmayan herkese, fıkh-ı bâtını, bu yolda insanı kurtuluşa ve helâke götüren şeyleri, seyr-u sülûkün âdâbını ve muâmelâtı öğrenmek farzdır, farz-ı ayındır.”

Gerçi cezbe-i ilâhî ve ilm-i ledünnî ve fıtrat-ı kudsiyye ile de kalb-i selîme sâhib olanlar vardır. Ama bunlar çok nadirdir. Dînin hükümleri ise istisnalara göre değil bütün insanların durumlarına göre konulmuştur.

İlm-i zâhiri tahsil etmek, insanı ilm-i batını tahsil etmekten müstağni kılmaz. Evvelki ve sonrakilerden birçok büyük ulemâ ilm-i zâhirden sonra ilm-i bâtını terbiye ve hizmet yoluyla tahsilin zaruretine inanmışlar ve bu yolun salikleri olmuşlardır.

Bütün bu büyük âlimler, zahiri ilimleriyle meşgul olup onları tahsil ettikten sonra bâtınî ilimleri, ehillerinden, sohbet, hizmet, seyr-u sülük, hüsn-i i’tikâd, ihlâs, rezâili terk ve fezâille zînetlenmek suretiyle tahsil ettiler ve hayr-ı küllîye nâil oldular.

Rivâyet olunur ki, bir âlim şöyle anlatır: Nâsiyelerinde hayır âşikare görülen bir cemâat içinde İmam-ı Gazâlî’yi gördüm. Üzerinde yamalı bir elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki: “Ey İmam! Bağdat medresesinde ders vermen bundan iyi değil miydi?”

Bana derin derin baktı ve dedi ki:

“Bedr-i saâdet, irâde felekinde tulû’ edince,
Akıl güneşi vuslat mağribine meyletti.” 

Şeriat ve tarikat ilimlerinde bir âlim-i mütabahhir bulunan imam arif-i billâh Abdülvehhab Şa’rânî “Meşâriku’l-Envâri’l-Kudsiyye” kitabında der ki:

“Ehl-i tarik, insanı ALLAH’ın huzuruna kalb huzuru ile çıkmaktan men eden kötü sıfatlardan temizlenmeye irşad edecek bir mürşid-i kâmile intisâb etmenin mutlaka zarurî olduğunda icmâ’ ve ittifâk etmişlerdir.

Fakat mürşidinin âlim, ârif, kâmil ve mükemmil bir mürşid olması lâzımdır. Huzurlu namaz kılmayı insana bu mürşid öğretecektir. Zira namazın kemâli de tamamı da bu huzura bağlıdır.

Emrâz-ı bâtıniyyenin ilâcı dünya sevgisinden, kibirden, kendini beğenmekten, riyakârlıktan, insanlara kin beslemekten, hassaden düşmanlıktan, ikiyüzlülükten ve bunlar gibi kötü hasletlerden temizlenmektir.

Bunların hepsi de Hazret-i Peygamber Efendimizin hâdis-i şeriflerinde bir bir beyan edilmiş ve azaplarının ağır olduğu haber verilmiştir. Bu kötü hasletlerden terbiyesi ile kendisini kurtaracak bir müşid-i kâmili olmayanlar,  ALLAH’ı ve Resûlünü saymamış, âsi olmuş olduklarını bilmelidirler. Çünkü bir mürşidin terbiyesine girmeyen insan, bu mezmum hasletlerden kurtulamaz, ilim vâdisinde yüzlerce kitabı ezberlese bile…

Bu kimse, tıp mevzuunda bir kitap ezberleyip de hangi ilacı hangi hastalık için ve ne zaman tatbik edeceğini bilmeyen kimse gibidir. Onun bu kitabı okuttuğunu duyan ve işin hakikatini bilmeyen herkes: “O ne büyük bir tabip imiş” derler. Fakat bir hasta ona halini arz edip hastalığın adını ve devâsını sorsa, işte o zaman: “Bu cahil biridir, tabiplikten haberi yok” der.

Bunun için ey mü’min kardeşim!

Bu tavsiyeyi tut ve bir mürşid-i kâmilin eteğine yapış!

Sakın ola ki Kur’an’ın ve Sünnet’in ruhuna uymayan bir yola sofiyenin yoludur demiyesin! Çünkü Kur’an’ın ve Sünnet’in kabul etmediği yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyyeyi yaşamak ve bütün hayatımızı Kur’an’ın emirlerine ve Resûlullah’ın sünnetlerine göre tanzim etmektir.”

Abdülvehhab eş-Şa’rânî yine bu kitabında: “Resûlullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ adına, amel etmediğimiz ilimle mağrur olmamak ve kendimizi aldatmamak üzere bizden söz alındı. Bu gün insanların pek çoğu ise amelsiz ilimle mağrur olmakta, kendilerini aldatmaktadır. Halbuki önceki sâlih zatlar böyle değildi.  

Bu ahde sâdık kalmak isteyenin bu yola sülük etmesi lâzımdır. Bu yolculuğunda menzil-i maksuduna tehlikesiz ulaşabilmek için bir mürşid-i kâmile muhakkak ihtiyacı vardır. Ki mürşidi onu ALLAH’ın izni ve tevfîki ile murâkabe derecelerine ulaştıracak, terbiyesi ile ilâhî haşyetini kalbinde duyuracaktır. İlmiyle âmil olan âlimler böyle yapmışlar, böyle söylemişlerdir.

Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî der ki: “Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katıksız kuru ekmek gibidir.”

Aliyyu’l-Havvâs şöyle der: “İlim talibi, bir şeyh-i kâmile bağlanmadıkça kemâle eremez. Zira ilmi onu mağrur eder ve bu mağruriyeti onun gözüne çok hakikatleri perdeler ve göstermez. Mürşid-i kâmil ise ona, nefsinin tuzaklarından kurtaracak yolu gösterir.

Ehl-i tarikle beraber olmayan bir kimse, her işini birbirine karıştıracak, ilimsiz amel davasında bulunacak, aslını bilmeden yaptığı yanlış ameli doğru yapıyorum diye iddiaya kalkışacak, kendisine “ibadetin az” diyene karşı nefsi kabaracak, kendisini ikaz edeni bir sürü hatalarla ithâma kalkışacak ve bir sürü delil öne sürecektir. Bu sözümde şüphesi olan varsa tecrübe edebilir.”

Ey kardeşim!

Bir şeyh-i kâmilin terbiyesi altında yola koyul, ona hizmet et! Cefâsına ve göreceğin ezalara katlan. Olmaz gibi görünen işlerine sabret!

Bu senin için büyük bir dönüştür! Fakat bu yolculukta dünyevî işler mazeret gösterilirse menzil-i maksuda ulaşılmaz.

İlmin kendine has bir büyüklüğü, insana verdiği bir gururu vardır. Ve nefis, hileleri ve tuzaklariyle bunu beklemektedir. Nice büyük ulemâ zahirî ilimleriyle mağrur olarak bu gizli tehlikeleri görmemişler ve birçokları yıkılıp gitmişlerdir. Henüz ilim tahsili çağında olanlar, bu tuzaklardan mürşidsiz nasıl geçebileceklerdir?

“ALLAH dilediğini ve dileyeni sırat-ı müstakime hidâyet eder.”

Âdâb / El-Behcetü’s-Seniyye

CİHAD-I EKBER

Din-i İslâmı Mübin’in bir sureti, bir de hakikati vardır.

Onun sureti; Allah’a, Resulüne, Allah katından gelenlere iman ettikten sonra, şer’i hükümleri yerine getirmekten ibarettir. Nefs-i emmarenin yaratılışında bulunan itirazı, yüz çevirmesi, azgınlığı ve inkârcılığı ile beraber olan îman, îmanın suretidir. Bu sıfatlarla beraber kılınan namaz ve tutulan oruç dahi böyledir; şekli namaz ve şekli oruçtur/namaz ve orucun şekil yönüdür. Diğer şer’i hükümlerde de durum böyledir. Zira insanın temeli olan ve kendisine her kişinin ‘ben’ -ene- diye işaret ettiği nefis, küfrü ve inkârı üzeredir. Böyle bir nefisten hakîki anlamda îman ve sâlih ameller nasıl beklenebilir?

Sübhan Allah’ın rahmeti icabıdır ki; sırf şekli yapılan amelleri kabul buyurur ve rıza ve rahmetinin mahalli olan cennete girme müjdesini verir. Yine Sübhan Hakk’ın ihsanındandır ki; îmanın kendisi için, kalbin tasdiki ile yetinmiş; nefsin boyun eğmesini şart koşmamıştır.

Evet, cennetin dahi bir sûreti ve bir hakîkati vardır. Suret ehli, cennetin sureti ile haz alırken; hakikat ehli ise cennetin hakikatinden hazzını alır.

Suret ve hakikat ehlinden her biri cennet meyvelerinden bir meyveyi yerken suret sahibi olanların aldığı lezzet ile hakikat erbabının aldığı lezzet birbirinden farklı olacaktır.

İstikamet üzere olmak şartı ile şer’i şerifin suretini yaşamak, ahiret felahına ve kurtuluşuna bir vesiledir; cennete girme ile neticelenir. Şer’i şerifin sureti sağlandı mı umumî manada velayet de sağlanmış olur. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir:

«Allah, îman edenlerin velîsidir. (yardımcısıdır.)» (3/68)

***

Bu zamanda sâlikler, ayağını tarikata attıktan sonra, hususi manada velayete doğru yürümeye ve tedricen/yavaş yavaş nefsini emmarelikten (kötülükleri emretme vasfından) mutmainliğe çıkma hususunda istidat sahibi olmuş olurlar. Ancak bilinmesi yerinde olur ki; hususi manada velâyet,  şer’i emirleri yerine getirmeye bağlıdır. Zikr-i ilâhî dahi bu Tarikat-ı Aliyye’nin temel esası olup şer’î emirlerdendir.

Yasaklardan kaçınmak dahi, bu Tarikat-ı Aliyye’de zarurî olarak riayet edilmesi gerekli ameller arasındadır.

Farzların edası, yakınlık sağlayan ameller arasındadır/kurbiyet vesilesidir.

Tarikatta irfan sahibi, hidayet yolunu gösteren, hakka götüren yolda vesile olabilecek bir mürşidi aramak ve talep etmek de şer’î emirler arasındadır. Bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu: «Ona vesile arayın.» (5/35)

***

Hülâsa, şer’i şerifin hem sureti ve hem de hakikati gereklidir. Zira bütün velayet ve nübüvvet kemallerinin ana esasları, şer’î/dinî hükümlerde bulunur. Velayet kemâlleri, şer’i şerifin suretinin neticeleridir. Nübüvvet kemalleri ise, şer’i şerifin hakikatinin semereleri/meyveleridir.

***

Velayetin mukaddimesi/ilk basamağı tarikattır ki kendisinden istenen masivayı nefyetmektir. Gayr  ve gayriyyeti nefyetmek, o tarikattan maksuttur. Allah-u Teâlâ’nın lütfu ile masiva tamamiyle nazardan silinince, ağyarın ne ismi ne de resmi kalmayınca fenâ makamı hasıl olmuş, tarikat makamının nihayetine ulaşmış ve “seyr-i ilellah” tamamlanmış olur. Bundan sonra kendisine “seyr-i fillah” denilen “ispat makamı”na başlanılır. Bu makam, valâyetten kastedilen en yüksek maksat olan hakîkatın yeridir/vatanıdır; beka billah makamıdır.

Tarikat ve hakikat ile yani fenâ ve bekâ makamları ile velayet/velilik payesini almış ve emmare dahi mutmainneye dönüşmüş olur. Bu makamda nefis, küfründen ve inkârından dönmek sureti ile Mevlâsından razı hale gelir. Şanı Yüce Mevlâ dahi ondan razı olmaktadır. Onun cibilletindeki/yaratılışındaki kerahet/hakkı kerih görme dahi zail/yok olur. Gerçi bu nefis için demişlerdir ki: Nefis itminan makamına vâsıl olsa dahi, azgınlığından ve tuğyanından (tamamıyla) geri dönmez/vaz geçmez.

Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin: «Küçük cihaddan büyük cihada döndük.» hadis-i şerifinde buyurduğu büyük cihaddan murad olan mana için dediler ki: Nefisle olan cihattır. Ancak, bu fakirin keşfinde kendisine zahir olan, alışılan bu mananın hilafınadır. Çünkü itminana eren/mutmain olan nefiste azgınlık ve inatlaşma bulamıyorum. Hatta onun inkiyad/boyun eğme makamında karar kılmış olduğunu görüyorum ki: Masivayı/gayr ve gayriyeti görmekten ve bilmekten kurtulmuş; makam ve riyaset sevgisinden, lezzet ve elemden dahi halâs olmuş bir kalb haline gelmiştir. Bu durumda serkeşlik nerede, inatlaşma kiminle?

Ancak “Nefis henüz itminana ermeden, halinde ve renginde kıl kadar bile farklılaşma olsa, her türlü serkeşliğe ve tuğyana müsaittir” diyorlarsa buna bir itirazımız yoktur. Fakat itminan/kalıcı manevi huzur gerçekleştikten sonra muhalefet ve azgınlaşmaya yer yoktur.

Fakir, bu babda derin görüşe daldı, mutalaasını yaptı. Bu muammanın hallinde büyükler katındaki manaya muhalif olduğu için derin fikre daldı. Lâkin, Allah’ın inayeti ile mutmainne olan nefiste kıl kadar muhalefet ve inatlaşma bulmadığı gibi, onda kendinden (vaz)geçme ve yok olmanın dışında bir şey de görmedi.

Bir nefis ki, kendisini Mevlâsı yolunda feda eder; onda muhalefet mecali nasıl olsun? Nefis ki, Yüce Hazret-i Hak’tan razıdır; Yüce Hak ki, ondan razı olmuştur; onda tuğyan/azgınlık nasıl tasavvur edilir? İşbu tuğyan rızaya aykırı düşmektedir. Yüce Hakkın razı olduğu şey, bir başka manada razı olmadığı olamaz; hem de hiç bir şekilde.

Hakîkat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah’tır. Mümkündür ki, ‘Cihad-ı ekber’den murad; kalıb/beden/vücut ile olan cihaddır. Zira kalıb, her biri, farklı şeyleri isterken farklı şeylerden de nefret ettiren muhtelif tabiatlerden terkip edilmiştir. Şehvet ve gazap kuvvetlerinden her biri, kalıptan kaynaklanmaktadır. Sair hayvanatı görmez misin ki: Kendilerinde nefs-i natıka olmamasına rağmen, bu rezil sıfatlar onlarda da vardır. Hemen hepsi de şehvet, gazap, hırs ve tamahla muttasıftır.

İşte anlatılan manada bir cihad daima vardır. Onu, ne nefsin itminanı durdurabilir, ne kalbin temkini/süküneti kaldırabilir.

Anlatılan manadaki cihadın bekasında/devamında bir çok faydalar vardır. Kalıbın temizlenip pâklanması gerçekleşir. Böylelikle bu dünyadaki kemâlât ortaya çıkar. Öbür dünyanın muamelesi/kemâlâtı birinci derecede bu cihada bağlıdır.

Bu dünyanın kemalâtında kalb asıldır/önderdir, kalıp ise ona tâbî hükmündedir. Öbür âlemin kemalâtında ise iş tersine olur: Kalıb önder kalb ise ona tabidir.

Bu dünya hayatında bozulma başlayıp öbür âlemin belirtileri görünmeye başladığında bu cihad biter, bu kıtal dahi kalkar.

Sübhan Allah’ın fazlı ile, nefis itminan makamına ulaşıp; Şanı Yüce Allah’ın hükümlerine boyun eğince, işte o zaman, hakikî İslâm/İslâm’ın hakikati müyesser olur ve imanın hakikati dahi hâsıl olur. Bundan sonra da her ne yapar ise hakikat olur. Namazını eda eder ise bu namazın hakikati olur. Oruç tutar ise bu tuttuğu orucun hakikati olur. Eğer hacca gider ise bu hac dahi haccın hakikati olur. Şer’i hükümlerin kalanları dahi, bu kıyasa tabi tutulabilir.

Tarikat ve hakikat vazifelerinden her biri; şer’i şerifin (şeriatın) hakikati ile onun sureti ortasında bulunmaktadır ve ikisi arasında bir aracıdır.

Şeriatın sureti ile hakikati arasındaki farkın nefisten kaynaklandığını da bilmek gerekir. Şöyle ki, şeriatın suretinde nefs-i emmare azgınlık halinde ve inkâr üzeredir. Hakikatinde ise mutmainnedir ve Müslüman’dır.

Suretler demek olan velayet kemalâtı ile hakikatler demek olan nübüvvet kemalâtı arasındaki fark da kalıptan/bedenden kaynaklanmaktadır. Zira kalıp parçaları/bedendeki unsurlar, velayet makamında tuğyanından, inadından dönüp çekilmemiştir.

Misal olarak, şöyle anlatabiliriz: Nefis itminan bulmasına rağmen ateş cüz’ü/bedendeki ateş unsuru, daha hayırlı olma davasından dönmemiş; kibrinden vaz geçmemiştir. Toprak cüz’ü/bedendeki toprak unsuru dahi, hasislikten/alçaklık ve denaetten/düşüklükten dönüp pişman olmamıştır. Kalıbın sair parçaları dahi bu kıyasa tabi tutulabilir.

Nübüvvet kemalâtında ise kalıbın parçaları, itidal haddine gelmiştir. İfrattan ve tefritten kendini almıştır. Mümkündür ki, Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin şu hadis-i şerifi bu manaya ola: «Şeytanım Müslüman oldu.»

Afakta nasıl şeytan var ise enfüste dahi şeytan vardır ve bu, en/daha hayırlı olduğunu iddia eden, kibir ve üstünlük davasına sebep olan ateş cüz’ü/parçasıdır. Bütün bu sıfatlar, ondaki sıfatların en düşükleridir. Onun İslâm olması demek, bu rezillerin de rezili sıfatlarının zeval bulup gitmesi demektir.

Nübüvvet kemalâtında kalbin temkini ile nefsin itminanı ve kalıp cüzlerinin/beden unsurlarının itidali/dengesi vardır. Velayette ise kalbin temkini vardır; ancak nefsin itminanı daha sonra mümkün olmaktadır.

Daha sonra tabirini şu mana icabı kullandık; zira, nefsin bir zorlama olmadan, kâmil manada itminan bulması ancak kalıp cüzlerinin itidalinden sonra olmaktadır. Bu sebepledir ki, velayet erbabı, beden parçaları dengeye gelmemiş bir nefs-i mutmainnenin tekrar beşerî sıfatlara dönmesine cevaz verdiler. Kalıp cüzlerinin itidalinden sonra nefse hâsıl olan itminan ise beşerî sıfatlara dönmekten yana emin ve beridir.

Nefsin rezilliklere dönmesi ve dönmemesi üzerinde ortaya çıkan ihtilâf nefsin makamlarına ve görüşlere göredir. Çünkü her şahıs kendi makamından konuşur ve vicdanında bulduğunu söyler.

***

Burada şöyle bir soru ortaya çıkabilir: Kalıp cüzleri itidal haddini bulup inadından ve tuğyanından alındıktan/el etek çektikten sonra, onunla cihad nasıl tasavvur edilir? Bu durumda ondan cihadın kalkması gerekir.

Cevap: Nefs-i mutmainne ile bu beden cüzleri arasında fark vardır. Nefs-i mutmainne, istihlâk/kendinden geçmiş ve izmihlale sahib olup/kendini kaybetmiş olarak emir âlemine katılmıştır. İstihlâk ve sekir halinin kemali ile muttasıftır. Bu beden cüzlerinin ise sekir ve istihlâk ile bir münasebeti yoktur. Bunun sebebi de, şer’î hükümleri yerine getirmektir. Çünkü şer’î hükümleri yerine getirmenin ayıklık/uyanıklığa bağlı olması sebebi ile beden cüzlerinin sekir hali ve kendinden geçmişlikle bir alakası yoktur.

Kendinden geçmiş kişinin muhalefet etmeye mecali yoktur, onda uyanıklık da yoktur. Birtakım menfaat ve maslahatları icabı bir tür muhalefetin bazı işlerde görülmesi caizdir/olabilir. Lâkin umulan odur ki: Allah’ın fazlı ile bu muhalefet, müstahapları terkten ve tenzihi kerahetten yukarı çıkmaz.

Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, cüzleri mutedil/denge halinde olan kalıp ile cihad düşünülebilir ama nefs-i mutmainne mertebesinde cihada cevaz yoktur.

***

Allah Sübhanehû’nun fazlı ile şeriatin hakikati ve meyveleri demek olan nübüvvet kemâlâtı nihayete erdiğinde, yani bütünüyle hasıl olduğunda, artık ilerleme amellere bağlı olmaktan çıkar. O yerde muamele sırf Allah’ın fazlına kalır. Orada itikadın bir tesiri olmadığı gibi, ilmin ve amelin dahi bir hükmü yoktur. Orada fazl içinde fazl vardır; kerem içinde kerem vardır.

Bu makam, önce anlatılan makamlara nisbetle cidden yüksektir. Onun için tam bir genişlik vardır, nuraniyet vardır ki; geçen makamlarda bu anlatılanlardan yana bir eser yoktur. Bu makam, asaleten ülül-azm peygamberlere mahsustur. Onlara salât ve selâmlar olsun. Kendisine inayet yetişen herkes, tabi ve varis olma yolu ile bundan nasiplenirler.

Bir mısra:

Kerem sahipleri ile yaplan işte zorluk yoktur.

***

Biri kalkıp da, “Bu makamda şeriatın suretine de hakikatine de ihtiyaç kalmamıştır; artık şer’i hükümleri yerine getirmeye gerek yoktur.” diyecek hataya düşmesin. Zira biz şöyle diyoruz: Şeriat bu işin aslı/özü ve bu yolun/muamelenin esasıdır. Bir ağaç ne kadar uzarsa uzasın ; bir bina ne kadar yükselirse yükselsin ve üzerine köşkler, saraylar kurulsun; bunların hiç biri kökten ve temelden müstağni olamazlar. Kendilerinden, zatî olan ihtiyaçları gitmez.

Misal olarak bir evi ele alalım. Ne kadar yükselip çıkarsa çıksın, aşağı kata olan ihtiyaçtan kurtulamaz. Alt kata bir halel/bozukluk gelecek olsa, bundan üst kat dahi etkilenir; ona da aynı şekilde halel gelir. Alt katın kayması veya yıkılması, üst katın kayması ve yıkılmasını gerektirir. Hülâsa şeriat, bütün hallerde lâzımdır; bütün vakitlerde gereklidir. Her şahıs, onun hükümlerini yerine getirmeye muhtaçtır.

Mektubat-ı Rabbani

“Kişi Sevdiği İle Beraberdir.” Hadis-i Şerifinin Şerhi Mahiyetinde Bir Mektup

MANEVİ BERABERLİK


Mevlana Halid ‘kuddise sirruhû’ bu mektubu (risaleyi) Devlet-i Ali Osmaniyye’nin merkezinde bulunan halifelerine göndermiştir. 

***

‘Rahman ve Rahim olan ALLAH’ın İsmi ile’

Hamd ALLAH’a mahsustur.

O bize kâfidir.

Selam, seçtiği kullarının üzerine olsun.

ALLAH’tan şiddetli aşkı talep eden Hayru’l-Beşer Efendimiz’in ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ sünnetine sımsıkı sarılan fakir kul Halid en-Nakşibendî’den Daru’l-Hilafe’de (hilafet merkezi İstanbul’da) ikamet eden ihlas ve kerem sahibi kardeşlerine…

Allah-û Teâlâ saltanat merkezi İstanbul’u hainlerin hilelerinden korusun! ALLAH’ın yardımı; orasını ve tüm İslâm beldelerini himaye eden Padişaha kıyamete kadar devam etsin!

Hepinize kâmil selam, hürmet ve ikrâm…

Sıhhatinize delalet eden mektubunuz geldi. Münkirlerin çokluğuna ve sıkıştırmalarına rağmen ulvî tarikımız üzerinde sebatınız bizi sevindirdi. Bunun için Allah-u Teâlâ’ya çok çok hamdettim.

Hakk’el-yakin sırlarından gâfil olan bazı kimselerin rabıtayı (mânevî beraberliği) tarikatte bid’at saydıkları ve onun aslının, hakikatinin olmadığına dair itikadları bize kadar ulaştı.

Hayır, öyle değildir!

Rabıta, Tarikat-ı Aliyye’nin esaslarından büyük bir esastır. Hatta Kitab-ı Aziz ve Sünnet-i Resul’e yapışmaktan sonra vâsıl olma sebeplerinin en üstünüdür. Öyle ki, büyüklerimizden bazıları sülûk (manevî yolculuk) esnasında yalnız onunla yetinmişler, bazıları ise rabıtadan başkasını emretti ise de fenâ fi’llahın mukaddimesi (başlangıcı) olan fenâ fi’ş-şeyhe kavuşturan yolların en kısasının rabıta olduğunu söylemişlerdir.

Büyüklerimizden Ubeydullah Ahrar ‘kuddise sirruhû’ söyle buyurmuştur: Âlemlerin Rabbi’nin “Ey iman edenler, ALLAH’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” mealindeki kavl-i celilesinde emrettiği ‘sadıklarla beraber olmak’ emri, zahiri veya manevi beraberliği gerektirir. Manen beraber olmak da râbıta ile olur. 

Rabıta ile ilgili bu hüküm ehli nezdinde meşhur olup Reşahât adlı eserde tafsilatlıca açıklanmıştır.

Rabıtayı inkâr edenler onun ne demek olduğunu iyi anlayamamışlardır. Şayet iyi anlasalardı inkâr etmezlerdi.

Tarikatta rabıta, müridin, fenâ fi’llaha kavuşmuş kâmil mürşidinin ruhaniyetinden mânen beslenmesi, manevi gıda alması demektir. Mürşidin sûretini düşünmek, gıyabında da huzurundaki gibi feyz (manevi gıda) almasını sağlar. Huzûru ve nûru kuvvetlendirir. Bu vesile ile mürid, kötü ve çirkin işlerden (fahşa ve münkerden) uzak kalabilir.

[Rabıta, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş kâmil mürşidin sûretini hayâl ederek, ayrı yerde de olsa, onunla mânen, ruhen irtibât kurmaktır.

“Onlar görüldüğü zaman ALLAH hatıra gelir” hadîs-i şerifinin mucibince kamil mürşidi gözle görmek nasıl ki mürîdi zikir yapmış gibi faidelendiriyorsa; râbıta da aynı şekilde istifade ettirir.

Şurası sarih bir hakîkattır ki, her an sâlihlerle oturmaya teşfik eden sayısız hadîs-i şerif mevcuddur. İşte râbıta, bunu, manevî olarak tahakkuk ettiren bir vesiledir.]

Bu, inkârı tasavvur edilemeyen bir hakikattir. Bunu, alnına hüsran damgası vurulmuş, rahmetten uzak ve azâba yakın olandan başkası inkâr etmez.

Eğer bir kimsenin evliyaya itikâdı varsa, onlar zaten, râbıtanın güzelliği ve faydasının büyüklüğünü açıklamışlar ve hatta bu hususta ittifak etmişlerdir. Nitekim onların kûdsi kelimelerini takip edenlere ve hoş sohbetlerinin kokusunu koklayanlara bunlar gizli değildir…

Tevfîk Allah-u Teâlâ’dandır ve hidayet yoluna ileten O’dur.

***

İbn-i Hacer El Mekki, ‘Şemail’ adlı kitabının şerhinin sonunda, Hafız Celalüddin es-Suyuti’nin ‘Peygamberi ve Melekleri Görme Hususundaki Karanlığın Aydınlatılması’ isimli kitabında söylediği söze ittifak ederek şöyle demiştir: Abdullah İbni Abbas’dan ‘aleyhimürrıdvan’ rivayet olunur ki: O, Peygamber Efendimizi rüyasında gördü. Sabahleyin Ezvâcı tâhirâttan birinin yanına gitti. Kendisine Rasûlullah Efendimizin aynasını verdi.  Abdullah İbn-i Abbas aynaya baktı ve aynada Rasûlullah Efendimizin mübarek suretini görüp kendi suretini görmedi. İşte bu hâl, sufilerin ıstılahında fenâ fî’r-râbıtadır (râbıtada fenâ/yok olmaktır: rabıta ile fenâ bulmaktır).

Sözümüz ve itirazımız Peygamber Efendimizin sureti hakkında değildir, denilmesin. Zira biz deriz ki; bu, Peygambere has olan özelliklerden değildir. Bu cinsten olan hususiyetlerde onlar ile veliler müşterektir. Ehli nezdinde bunda hiçbir şüphe yoktur.

Marifetler sahibi imam Tâceddin el-Hanefi en-Nakşibendi el Osmani ‘kuddise sirruhû’, Taciyye risalesinde ALLAH’a ulaştıran yolları açıklarken şöyle der: Üçüncüsü, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş bir mürşide râbıta yapmaktır. Zira “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldüğü zaman ALLAH hatırlanır.” mealindeki hadis-i şerif mucibince, onları görmek, zikrin faydasını verir. Böyle bir mürşidin sohbeti ise “Onlar ALLAH ile meclis kuranlardır” mucibince İlahî huzuru temin eder.

İmam Sühreverdi’nin Avarif isimli kitabında, Hambeli âlimlerinden Gavsu’l a’zam ve imamu’l efham Abdülkadir el-Ceyli’den ‘kuddise sirruhû’ şöyle nakledilmiştir: “Fakir kişinin Veliler ile rabıtası vardır. Zahiri olarak ikram ve iltifat görmese de bu rabıta sebebiyle bâtınî olarak onlardan istifade eder; beslenir.”

[Misalde hata olmasın, bilgi veya enerji haznesi olan bir merkezden kablosuz aktarım yapmak gibi bir şey… Bahsi, feyz ve rahmete; görülmesi ise zikir ve haşyete vesile olacak kadar nefsi terbiye olmuş ve hakk’el-yakîni bulmuş bir zat-ı şerife ihsan edilen manevi dirayet ile deruni ilimlerden gönül ve muhabbet bağı ile (rabıtaya devamla) istifade etmek… Şer’i ölçülerin zahir ve/veya batınına uymakta zorlanan kalb-i manevî, şifa olan gıdasını bu vesile ile ala ala beslenir, tedavi olur; nefis ve şeytan gibi acımasız iki düşmana karşı kuvvet ve hayat bulur.]

[Sâlik, sülûkünün başında Rabbini (şanına lâyık şekilde) bilmesi, Rabbine kalbiyle şehadet getirmesi mümkün değildir. Bu olmayınca ALLAH’ı (haşa) hâdis bir mahlûk gibi (yukarda bir mekânda veya bir sûrette) tasavvur edecektir. Bu durum, kişiyi küfür yoluna sürükler. 

Şurası muhakkaktır ki mürîdin, Rabbini doğrudan doğruya istihzâr etmesi yani vasıtasız olarak huzura varması en mükemmel olanıdır. Fakat mürîd, kat’î surette sülûkunun başlangıcında buna muktedir olamaz. Bu durumdaki hiçbir kul havâtırdan, vesveseden kurtulamaz. Bunun ne demek olduğunu ârifler bilir. Kendine bir rehber bulmayan da mazur sayılmaz.

İdrâk edilebilen hâdis bir mahlûk ile idrâk edilemeyen Kadîm Hâlik’ı hayâlen (vehimle) değil, şuhûden (yani kalb ile) bildirecek vesileyi, “O’na yakîn’e vesile arayın” emrine uyarak arayıp bulmak ve ona başvurmak lâzımdır.]

[Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri Mektûbat’ında, rabıta hakkında şunları yazmıştır: Bu Tarikat-ı Aliyye’de sülûk etmek, kendisine uyulan mürşide karşı muhabbet râbıtası iledir. Bir mürid, kendisine tabi olunan mürşide beslediği muhabbet vasıtasıyla (karpuzun güneşin hararetiyle saat saat olgunlaşması gibi) saat saat onun boyasıyla boyanır… İn’ikâs / aksetme yolu ile onun nurları ile nurlanır. Ki bu zat, seyr-i murâdî (ALLAH tarafından seçilmiş ve sevilmiş kullara ait bir seyr) ile bu yolu katetmiş ve ilâhi cezbe kuvvetiyle bu yüksek kemalâtlara boyanmıştır.]

[Müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş olmayan bir kimseye râbıta etmek ise râbıta edeni menzil-i maksûduna ulaştırmadığı gibi; bilâkis onu içinden çıkılmaz ve helâk edici vartalara düşürür.]

Bu manâda büyüklerin sözleri sayılamayacak kadar çoktur.

Bu sözlerde, velilerin öldükten sonra tasarruf ettiklerine dair açık deliller de vardır. Birçok muhakkik, bu hususta açıklayıcı risaleler yazmışlardır. Onun için inkârından kaçınılmalıdır. Zira inkârı tehlikelidir, helâke götürür. 

İşleri ümmetin yükünü çekmek ve dertlerine çare bulmak olan evliyâ-ı kiram ve dinde söz sahibi âlimler, hak ve hakikat olduğunu açıkladığı böyle hükümleri avâmın inkâr etmesi nasıl caiz olabilir? Bu zevatın arasında öyleleri vardır ki, ledünni ilimleri Allah-u Teâlâ’dan vasıtasız almışlardır.

Hulasa-i kelam, bu yol şerefli Sahabe-i Kiram’ın ‘alehimurrıdvan’ yolunun ta kendisidir. Eksiği ve fazlası yoktur.  Bunun içindir ki, Şah-ı Nakşibend olarak tanınan Es-Seyyid Muhammed el-Buhari ‘kuddise sirruhû’ şöyle buyurmuştur: “Bizim yolumuzdan yüz çevirenin dini tehlikeye girer.”

***

Bu fakir sizlere sabah akşam İslâm’ın medarı olan Devlet-i Ali Osmaniyye’nin devamı ve din düşmanlarına galip olması için sâlih dualar etmenizi emreder!

ALLAH’ın selamı, rahmeti ve bereketi başta ve sonda sizlerle olsun. 

Hâlid-i Nakşibendi